İdeolojik Yalıtım

Posted: 12 Ocak 2014 Pazar by bülent usta in
0


Geçecek mi bugünler? Geçecek diyorum kendi kendime. Geçecek ama sonra ne olacak? Daha geçen gece Beyoğlu’nda kavgaya karıştıkları iddiasıyla Şırnaklı olduğu söylenen üç genç, karakola götürülmüş ve bu gençlerden 24 yaşında olan Murat Şalcı, gözaltı sonrasında beyin kanaması geçirdiği için hastaneye kaldırılmıştı. Emniyet kayıtlarında, Murat Şalcı’nın “kafasını yere vurarak kendisine zarar verdiği” yazılı. Engin Çeber için de, işkence yaptıkları gerekçesiyle haklarında ‘ağırlaştırılmış müebbet’ istenen üç infaz koruma memuru, mahkemede verdikleri ifadelerinde “Kendi kafasını duvara vurdu, sandalyesini geriye doğru itip kendisini düşürdü,” dememişler miydi? Sonra kamera kayıtları çıktı ve Engin Çeber’in başına gelenleri sahne sahne izledik gazete ve televizyonlardan. 

Geçecek mi bugünler? Geçecek diyorum kendi kendime. Geçecek ama sonra ne olacak bize? Bunca acıyı nasıl taşıyacağız içimizde ya da nasıl taşıdık bugüne kadar? Metis Yayınları’ndan çıkan “Hafıza, Tarih, Unutuş” adlı kitabında Paul Ricoeur, Kodalle’ın önemli bir sorusunu tekrarlıyor: “Halklar bağışlayabilir mi?” Yanıt olumsuz. “Halkların barışmaları konusundaki söylem iyi niyetli bir dilek olarak kalır,” diyor Ricoeur. Çünkü topluluğun ahlaki bilinci yoktur. “Dışarıdaki suçlulukla karşılaşan halklar, eski kinlerin, yıllanmış aşağılanmaların pençesine düşer.” Bireysel hafıza ile kollektif hafızanın birbirinden farklı işliyor oluşu, ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Hani “nefret söylemi”ne sahip insanlar, “Benim Kürt komşularım, akrabalarım var,” gibi sözler söyleyerek, siyasal olanla kişisel olanı birbirinden ayırırlar ya, pek de haksız sayılmazlar aslında. Gerçekten de Kürt komşusuyla iyi geçiniyor olması, genel olarak Kürtlerden nefret etmediği anlamına gelmez. Ama genel olarak Kürtlerden nefret etmesi, gün gelip o çok iyi geçindiğini söylediği Kürt komşusuna zarar vermesiyle sonuçlanabilir. 6-7 Eylül Olayları ya da Çorum ve Maraş Katliamları’nda neler olduğunu gördük. Nefret söylemine kapılmış insanlar komşularını öldürmekte, evlerini, dükkânlarını yağmalamakta zorlanmadılar hiç bugüne kadar. İşte bu yüzden nefret söylemiyle mücadele etmek, korkunç acılarla dolu bu topraklarda, ahlaki bilince sahip her insanın ve aydının öncelikli görevi olmalı. Bize gelecekte ne olacağını belirleyecek yegâne şey de bu mücadele olacak. Ama biz bu mücadelede çok eksik olmalıyız ki, -eğer denilenler doğruysa-, Beyoğlu’ndaki karakolda polisler, gözaltına alınan gençlerin Şırnak doğumlu oluşlarıyla ayrıca ilgilenip, ona göre hakaretlerde bulunabilmişler. Emniyet’ten yapılan açıklamaya göre, beyin kanaması geçiren Murat Şalcı’nın “terör örgütü propagandası yapmak” suçundan kaydı varmış ama aranmıyormuş. Böyle bir açıklamanın yapılıyor oluşu bile ilginç değil mi? Murat Şalcı’yı terörist ilan edip, onun kendisine zarar vermesinin amacına işaret edilmek mi isteniyor?

Devletlerin dürüst olması beklenemez. Çünkü nasıl topluluğun ahlaki bilinci yoksa, kurumların da ahlaki bilinci yoktur. Devleti tüm kurum ve kuruluşlarıyla dürüst olmaya zorlayacak bir kamuoyu baskısı gerekir ki, o kamuoyunu yaratacak güçlerden birisi olan basın, devleti ve hükümeti aklamak için yalan ve mazeret üretme makinesi gibi çalışırsa, işkenceyle ölümlerin de, Roboski’de olduğu gibi katliamların da sonu gelmez hiçbir zaman.

Ricoeur, Kodalle’ın “Karşılıklı ilişkilerde kardeşlik değil dürüstlük şart,” sözü üzerinde özellikle duruyor. Bizde de dilimize yapışan şu “kardeşlik” söylemi, öylesine içi boşaltılmış ve işe yaramayan bir söylem ki. Halkların ihtiyaç duyduğu şeyin “kardeşlik”ten çok “dürüstlük” olduğunu artık anlamak gerekiyor. Ilımlılık, hoşgörü gibi şeyler, ancak dürüstlükle mümkün hale gelebilecek şeyler. Dürüstlük, bizim birbirimizi anlama çabamızın zemini çünkü. Ricouer’ün dediği gibi dürüstlük “yabancının, düşmanın ya da eski düşmanın ucuz yoldan aklanmasının reddini içerir.” Ermenileri Rusya ile savaştayız diye topraklarından sürdük, Dersimlileri devletin hâkimiyetini kabul etmedikleri için katlettik, Kürtleri kendi kimlikleriyle yaşamak istedikleri için değil de terör örgütü üyesi oldukları için öldürdük, komünistleri eski Sovyetler Birliği’nin ajanları diye zindanlarda süründürdük deyip, sonra da “aslında hepimiz kardeşiz” mi diyeceğiz?


Geçecek mi bugünler? Geçecek diyorum kendi kendime. Geçecek ama sonra ne olacak bize? İHD avukatlarından Fazıl Ahmet Taner, geceleri Beyoğlu Karakolu’ndan çığlık sesleri geldiğini söyledi, Murat Şalcı’yla ilgili yapılan basın açıklamasında. Çığlık seslerinin geldiği karakolun bulunduğu Beyoğlu’nda binlerce insan her gece eğleniyor. Bu açıklama, aklıma bu köşede daha önce bahsettiğim Oz Shelach'ın “Mesire Yerleri” adlı kitabındaki bir sahneyi getirdi: Bir bar sahibi, barla aynı sokağı paylaşan karakoldaki işkence seslerinin müşterilerini kaçırdığını düşünerek ilgililere önlem alınması için başvurur. Başvurusuna sonuç alamayan bar sahibi, çareyi işkence seslerini örtecek şekilde müziğin sesini yükseltmekte bulur. Oz Shelach'ın üzerinde durduğu asıl mesele, bar sahibinin işkence yapıldığı için değil, müşterilerini kaçırdığı için işkence seslerinden rahatsız olması. Çığlıkları kesmek için, karakola ses yalıtımı yapılırsa şaşırmam hiç. Ama eğlence sesleriyle çığlıkları birbirinden ayıracak ideolojik yalıtım, 12 Eylül müteahhitleri tarafından gayet sağlam yapılmıştı zaten.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Haziran 2012)

Maaahvooooolduuuuuk!..

Posted: 9 Ocak 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Bu hafta sonu hava sıcaktı, ağır bir kitaba çalışmış ve yorulmuştum. Kitabı bitirince uzun bir yürüyüş hayaliyle kendimi sokağa attım. Moda’ya doğru yürüyordum ki, önce düdük seslerini, ardından öfkeli olsa da kibarlığından bir şey yitirmeyen bir çığlık gibi yükselen sloganları duydum. Bir grup kadın, kürtajı yasaklamak isteyen hükümete karşı korsan gösteri koyuyordu caddede, ellerinde pankartlar, belki elli kişiydiler, belki yüz, ama o kadar canlı ve gerçektiler ki… Onların canlı ve gerçek birer insan olarak yürüyüşleri, kısa da olsa sokağı da canlandırmıştı. Canlıydılar, çünkü direniyorlardı.

Valiliklerden izin alınarak polis gözetiminde yapılan gösterilerden farklı bir havası vardır korsan gösterilerin. Bir anda sokağın, caddenin ortasında havai fişek gibi patlar, sokağın akışını, gündelik hayatın o kanıksanmış durağanlığını ve o sokaktan tesadüfen geçen insanların varoluş dengesini anlık da olsa bozacak tuhaf bir etki yaratır. O gün yürüyen kadınlar da öyleydi. Bir anda sokağın atmosferini değiştirip, o bunaltıcı sıcak havanın içinden insanın tüylerini ürperten bir esinti gibi geçip gittiler.

Kadınların korsan gösterisinin ardından kendimi ıssız bir sokakta, cesetlerle ve hayaletlerle çevrelenmiş gibi hissettim. Yaşamak dediğimiz şey, sadece biyolojik bir şey değil çünkü. Bu şehir, bu ülke, cesetler ve hayaletlerle dolu bir yer, çünkü bir Musselman ülkesi… Çünkü 12 Eylül’ün bu topluma topyekûn yaptığı anestezi sayesinde hükümet, bir yandan Kemalizmi toplum mühendisliği yaptığı için suçlarken, bir yandan da kürtaj yasağı gibi yasak ve yaptırımlarla toplumu iradesizleştirecek yeni bir toplum mühendisliği projesini yıllardır sabır ve azimle hayata geçiriyor. Yoksa Başbakan, ne diye kürtajı yasaklamaktan bahsetsin, sezaryen gibi tıbbi meselelere kafa yorsun.

Agamben, Kitle Yayıncılık tarafından yayımlanmış olan “Auschwitz'den Artakalanlar” adlı kitabında, “Musselman” olarak tanımladığı ve toplama kamplarında rastlanılan travma mağduru insanlardan bahseder. “Musselman” ya da “Müselman”, aslında “Müslüman” demek. Toplama kamplarında şeker eksikliği yüzünden iradelerini kaybeden ve namaz kılar gibi hareketleri sürekli tekrarladıkları için Müslümanlara benzetiliyorlar. Musselman’lar, Agamben’e göre “dibe vurmuş olanlardır”, tanıklık edemeyen tanıklardır. Çünkü iradeleri yoktur ve bilinçlerini yitirmişlerdir. Musselman’lar, akıllarıyla birlikte tüm güdülerini de yitirmişlerdir. Gerçek ile hukukun, doğa ile siyasetin iç içe geçtiği ve birbirinden ayırt edilemediği bir belirsizlik alanında yaşarlar. Musselman’lar, umutları tükenmiş, bilincinde artık iyi ve kötü, onurlu ve alçak, mantıklı ve mantıksız ayrımı olmayan tutsaklardır.

Henüz hepimiz birer Musselman’a dönüşmedik belki. Ama gerçek ile hukukun, doğa ile siyasetin arasındaki sınırlar öylesine birbirine geçmiş ve öylesine akıldışı bir sürecin içine çekiliyoruz ki, büyük bir çoğunluk kısmen de olsa Musselman’a dönüşmüş durumda, tekelleşen küresel düzenin esirleri olarak… Neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar veremeyecek, iradesiz yaratıklar olmamızı isteyen devletlerin ve sermayenin esiri olduğumuz sürece, etrafımız Musselman’larla çevriliyor olacak ve onların iradesizliğiyle beslenen iktidarlar, dünyayı devasa bir toplama kampına dönüştürecek böyle devam ederse.


İşte o korsan gösteri yapan bir avuç kadın, birer canlı tanık ve özne olarak sokakta yürüyen yüzlerce şaşkın Musselman’ın yanından geçip gitti o gün. Onları izlerken, Julian Barnes’ın “Metroland” adlı romanındaki çocukları anımsadım. En ufak bir aksilik ya da olağandışı bir olayda, okuldaki çocukların tümü “Maaahvooooolduuuuuk!..” diye hep birlikte çığlık atıyorlardı. Bu çığlığı atmaları için bir sandalyenin devrilmesi bile yeterliydi. Onların “Maaahvooooolduuuuuk!..” çığlığı, yarı şaka da olsa tüm dikkati o olağandışı olaya doğru çekmeye ve toplu halde müdahale etmelerine yarıyordu. Bizim de Roboski Katliamı, kürtaj hakkı, gasp edilen işçi hakları ya da iş kazası cinayetlerinde öldürülen işçiler gibi binlerce olağandışı sebebimiz yok mu “Maaahvooooolduuuuuk!..” diye çığlık atmamız için? En ufak bir olayda bile bizi pürdikkat kılacak derin ve güçlü bir çığlığa… Bizim umuda, her şeyin daha iyiye ya da daha güzele gideceğine söyleyen vaatlere değil, mahvolduğumuzu bilmeye daha çok ihtiyacımız var, birer Musselman’a dönüşüp irademizi ve bilincimizi tamamen yitirmemek için. 12 Eylül’ün yaptığı bu topyekûn anestezinin etkisinden, mahvolduğumuzun gerçek anlamına kavuşamadan kurtulmamız mümkün değil. Çünkü mahvolmaya devam ediyoruz…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Haziran 2012)

Boynumuzdaki Görünmeyen İlmik

Posted: by bülent usta in
0

Devleti yönetenlerden sıklıkla duyduğumuz bir sözdür: “Şiddetle hiçbir şey elde edilemez.” Yönettikleri devlet şiddet aracılığıyla kurulmuş ve bilakis şiddetle meşruluğunu koruduğu halde söylerler bu sözü.

Max Frisch, Martin Luther King’i bir kişinin öldürdüğü yalandır diye yazmıştı günlüğüne 60’larda. Çünkü King’in öldürülmesi, tıpkı Hrant Dink’in öldürülmesine benzer. İki cinayetin arasındaki tek fark, ABD polisi ve askerinin cinayeti işleyenle hatıra fotoğrafı çektirmemiş olmasıydı. Üstelik katili de idamla yargılayıp 99 yıla mahkûm etmişlerdi. ABD’yi yönetenler, siyahi liderin aldığı tehditlerden haberdarlardı ve Martin Luther King’i korurmuş gibi yapıp öldürülmesine dolaylı (belki doğrudan) yardımcı olmuşlardı. Sonra da ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, ülkede yas ilan edip, o duymaya alışık olduğumuz sözü tekrarlamıştı basının önünde: “Şiddetle hiçbir şey elde edilemez.” Max Frisch’e göre, ABD şiddetle elde etmişti edeceğini, çünkü susturmuştu Martin Luther King’i.

Ülkeyi yönetenlerin kürsüye çıkıp “şiddetle hiçbir şey elde edilemez” deyip, Roboski Katliamı için böylesine ucuz siyasi manevralara başvurmaları bir çelişkiymiş gibi dursa da, gerçekte bir çelişki olmadığını devletler tarihinden görebiliriz. İşlerine gelince Dersim Katliamı’nı siyasi malzeme yapar hesap sorarlar, işlerine gelmeyince Roboski Katliamı’nda ölenleri kanun dışılıkla suçlar, bir yandan da ne kadar yüce gönüllü olduklarını ispatlamak için, bu “katledilmiş kanun dışıların” ailelerine, eşlerini ya da bakanlarını taziye ziyareti için  gönderirler. Ne şeffaf bir soruşturma yapılarak katliamdan sorumlu olanlar hakettikleri şekilde cezalandılır, ne de doğru düzgün özür dilenir öldürülen o yoksul insanların ailelerinden.

Ernst Bloch’un “İzler” adlı kitabında bahsettiği bir askerlik öyküsüne benziyor aslında durumumuz. Sırf karnını doyurmak için savaşa giden askerlerin arasına katılmak isteyen yoksul bir genci, askeri bölüğün komutanı olan Yüzbaşı, bir cesaret sınavından geçirmek ister. Hem askerlerini eğlendirmek, hem de erkekliğini ispatlamak isteyen Yüzbaşı, cebinden çıkardığı kısa urganı tavandaki kirişe asar ve o yoksul gence babacan bir ses tonuyla “Gel bakalım buraya oğlum,” der ve fıçının üzerine çıkıp ilmiği boynuna geçirmesini ister. Yoksul genç, bu babacan Yüzbaşı ne derse onu yapar, hatta diğer askerlerin şakalarına karşılık vererek eğlenir ilmiği boynuna geçirirken. Yüzbaşı ucunu tuttuğu urganı yavaş yavaş çeker ve yoksul gencin boynunu sıkmaya başlar ilmik. O yoksul genç, canı yansa, nefes almakta zorlansa dahi, fıçının üzerinde şakalar yapmaya, yapılan espirilere gülmeye çalışır, ama Yüzbaşı daha da ileri gidip fıçıyı tekmeler. İpin ucunda inleyen genç, hâlâ Yüzbaşı’ya bakarak gülmeye çalışır. Öyle ya, bu bir cesaret merasimiydi ve eğleniyorlardı hep birlikte. Yüzbaşı, askerlerini alıp o yoksul genci ipin ucunda bırakarak çekip gider ve giderken de kahkaha atarak “Şimdi bu yoldan ilahi ordu birliklerine gidiyorsun,” der. Askerler toparlanıp giderken, yoksul genç hâlâ Yüzbaşı’nın yaptığı o son espiriye gülmeye çalışıyordur.

Durumumuz ipin ucundaki o yoksul gence benziyor. O babacan Yüzbaşı’ya benzeyen siyasetçilerin gönlünü hoş etmeye çalışırken, boynumuzda bir yağlı urgan olduğunu ve bir fıçının üzerinde yaşadığımızı unutuyoruz.


Niye böyleyiz peki? Neden boynumuzdaki ilmiği göremiyor ve o ilmik boynumuzu sıkıp nefessiz bıraksa da, bir fıçı üzerinde yaşamaya bizi mahkûm eden bu tekelleşen küresel düzenin rehineleri olmaya razı olabiliyoruz? Çünkü hepimiz, Baudrillard’ın tanımladığı yeni bir “egemenlik evreni”nde yaşıyoruz. Bu egemenlik evreninde, “egemen olanlar” ve “egemen olunanlar” diye bir ayrım yok. Baudrillard’ın Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan “Karnaval ve Yamyam” kitabında bahsettiği gibi, bu egemenlik, “politik iktidardan çok, her türlü meşruiyet ya da temsil alanının yanı sıra, boyun eğme ve iktidarla bağlantısı kopartılmış bir tür hipergüç”, kusursuz bir iktidar biçimi… Bu öyle bir iktidar biçimi ki, bizi hem kurban yapıyor, hem de kendisine suç ortağı… Tıpkı hikâyedeki o yoksul gencin, fıçının üzerine güle oynaya çıkıp boynuna ilmiği geçirmesi gibi… Tamam, kusursuz bir iktidar biçimi kurdular, ama kusursuz olan sadece bu yeni iktidar biçimi. Çünkü sadece Türkiye’de değil, dünyada da işler yolunda gitmiyor. Boyunlarında ilmik olan milyonlarca insan, artık nefes alamayacak hale geldi ve birileri tırnaklarını ipe geçirmiş durumda. Oluşacak yeni egemenlik-karşıtı gücün önündeki tek engel ise, yaşadığımız gerçekliği üreten, daha doğrusu gerçekliği öldüren sermaye. Sermayenin gözden geçirilmiş yeni bir analizini yapmadan ve sermayenin öldürdüğü gerçekliği diriltecek bir sanatsal kalkışma olmadan, boynumuzdaki o görünmeyen ilmik, daha çok canımızı yakacak…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mayıs 2012)