Zilo'nun Hayali

Posted: 25 Nisan 2014 Cuma by bülent usta in
0

1915’in 24 Nisan sabahı, evinden alınıp götürülen ve bir daha dönmeyen, 26 yaşındaki tiyatrocu Yenovk Şahen’in “Agos” gazetesinde yayımlanan fotoğrafı duruyor bir köşede. Onun yanında da Berkin’in fotoğrafı… İkisinin de yüzüne güneş vuruyor pencereden… Kanatları çuvallara sığmayan çocuklarla dolu bu topraklarda, 23 Nisan’ı kutlamanın hüzünlü bir yanı oluyor ister istemez. Yenovk Şahen gibi ne çok insan Ermeni olduğu için, Kürt olduğu için, sosyalist olduğu için, gazeteci ya da yazar olduğu için dönemedi evlerine ve Berkin gibi yüzlerce çocuk… Çocuklar ne anlar ideolojilerden, iktidarlardan; Ermeni, Kürt ya da Alevi olarak doğdukları için başlarına gelenler nasıl izah edilebilir onlara?

Suriye’ye giden bir arkadaş, kamptaki çocuklardan birine sormuş, “Ne istersin?” Böyle büyük şeyler ister sanmış, neyse artık o büyük şey, belki masalsı bir şey, masallardan bir şey… “Kalem” demiş çocuk, “Kalem isterim…” İstenilmesi kolay bir şey istemiş, hemen ulaşılabilecek, öyle barış gibi ulaşılması zor bir şey değil. Çünkü yetişkinlerden istenecek en son şeyin “barış” olduğunu öğrenmiş artık, kaleme razı… Şimdi devletin makamlarını göstermelik olarak çocuklara bırakacaklar ya, çocuklar da kendilerine öğretildiği gibi “barış” isteyecekler belki de, yanlarındaki devlet büyükleri gülümseyen pozlar verirken…

Deleuze, Norgunk Yayınları’ndan çıkan “Müzakereler” kitabında, Godard’ın çocukları siyasi tutuklular olarak gördüğünden bahseder. Hangi milliyetten, mezhepten, sosyal sınıftan olursa olsun, bütün çocuklar siyasi olarak tutukludur Godard’a göre.

Çocuk denilince, aklıma Yaşar Kemal’in “Cumhuriyet” gazetesi için, sokak çocuklarıyla yaptığı röportaj dizisi gelir, YKY tarafından kitaplaştırılmıştı “Çocuklar İnsandır” adıyla. Turhan Selçuk’un çizimleri ve Ara Güler’in fotoğraflarıyla acayip güzel bir kitap olmuştu. İşte o kitapta, hırsızlık yaparak, vagonların altına saklanıp uyuyarak yaşayan küçük bir kız çocuğu vardı, adı Zilo’ydu. Hani şu, Galata Kulesi’nin oralardaki plakçılarda çalan şarkıları dinlemeyi seven, para biriktirip kendisine şöyle küçücük bir ev yaptırıp oraya sığınma hayali kuran Zilo. Bütün röportaj boyunca, en büyük sorununun uyuyacak yer bulmak olduğunu söylemişti, çünkü kız çocuğuydu, kız çocuğu olmak zordu burada, hem de çok zordu. Erkek olsa vagonların altında değil, içinde yatardı, sıcak oluyordu çünkü vagonların içi, hem diğer erkekler rahatsız etmezlerdi o zaman. Daha yeni, 14 yaşında bir kız çocuğunun Diyarbakır’da intihar ettiğini iddia eden bir haber düşmüştü ajanslara. Küçücük, savunmasız bir siyasi tutuklu daha öldürülmüştü… Hiçbir çocuk intiharı, intihar değildir.

Zilo’nun hayalini düşünüyorum ne zamandır. O küçücük evi yaptırabilirse eğer, yani içinde bir yatak, üç sandalye (neden üç?) ve bir de tuvalet oldu mu yeter dediği evi olursa, tek başına yaşamak istediğini söylemişti Yaşar Kemal’e. Çocuk Şubesi’nden salıverilince de, ilk iş çizme çalacaktı kendisine, boyunlu bir kazak, çorap, etek, bir de ayakkabı, bir kolye, küçücük… 1975’te anlatmıştı bu hayalini Yaşar Kemal’e. Neredeyse 40 yıl geçmiş aradan, artık Galata Kulesi’nin oralarda öyle şarkılar çalmıyor Zilo... Suriye’deki iç savaştan kaçanların çocukları da gelince, daha da zorlaştı sokakta uyuyacak yer bulmak. Peki sana ne oldu Zilo? Hayalini kurduğun o eve kavuşabildin mi? Neden o evde tek başına yaşamak istedin Zilo?

Sana yemek bile vermeyen üvey anneni yanında isteyecek değildin ya. Peki ya babanı?.. Başka bir hayatı, başka çocukları olduğu için mi, onu da istemedin yanında? Yaşar Kemal’e hayallerini anlatacak kadar kendini yakın hissettiğin için mi, onun diğer çocuklarla konuşmasını engellemek istedin, “Bıçaklarlar seni” diyerek gözünü korkuttun? Ama o küçücük evinin, Dolapdere’de olmasını istediğini, orada güzel insanlar yaşadığını da söylemişsin, ne olursa olsun birbirlerinin yardımına koşan güzel insanlar… Sen de başkalarının yardımına koştuğuna göre, insanlara ve hayata küstüğün için değildi istediğin yalnızlık Zilo... Kimse seni rahatsız etmesin diyeydi belki, kendini güvende hissetmek için. Diyarbakır’da intihar ettiği iddia edilen o küçük kızın da sığınabileceği, kendine ait küçücük bir evi olaydı… Senin
Yaşar Kemal’e yaptığın şu “naniiiiiiiiik”ten yapardı belki o da, kim bilir...


Bugün 23 Nisan, yeryüzüne yayılmış en kalabalık siyasi tutsaklarımızın, çocukların bayramı… Çocukları rahat bırakın efendiler! Görmüyor musunuz, hiçbirinin kanatları sığmıyor ne çuvallara, ne de hayallere… Siz de bir zamanlar çocuktunuz, Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah”ında yazdığı gibi, hatırlayınız vücudunuzda…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Nisan 2014)  

Arkadaş, çay ve büyü

Posted: 17 Nisan 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Yaşar Kemal, “bazı günler vapurlar, motorlar, sandallar denizin üstündedirler, uçar gibi havada salınırlar” der ya, öyle bir gün işte. Kıyıda oturmuş denizi izleyerek çayımı içiyorum. Aşk gibi İstanbul, manzarası sürekli değişse de değişmiyor verdiği his… Günümüzde her şeyin böyle çabucak eskiyor olmasına inat, jetonlu telefon kulübelerini özler gibi özlüyorum pek çok şeyi. Geçmişe ve yakamızdan tutup bizi peşinden sürükleyen gündelik hayatın hızına bakınca, kaç yıl yaşarsak yaşayalım, ömrümüz kelebeklerinki kadar kısaymış gibi geliyor bazen.

Bir müzik klibi süresine sığacak hayatlar yaşadığımızı fark etmiyoruz çoğu zaman, kesik kesik görüntüler, her şeyin hızla akıp geçtiği, bir tren penceresinden bakarcasına… Çeşitli pozlar veriyoruz o kliplerde, hani şu selfie çılgınlığındaki gibi… Sanki sürekli gülümsemek gerekiyor o fotoğraflarda. Eski fotoğraflara bakıyorum da, insanlar yüzlerine gülümseme maskesi takma ihtiyacı duymazlarmış hiç. Erkekler dimdik, bakışları bir noktaya sabitlenmiş, kadınlarsa bir rüyadan fırlamışçasına buğulu, baygın, büyülü…

Geçenlerde, Hürriyet gazetesinin sayfalarına Deniz Seki’nin gözyaşları dökülmüştü parantezler içinde. Ayşe Arman, o gözyaşlarının kaynağını şöyle açıklamıştı: “Zaten ne geldiyse başına, bence bu yüzden geldi. Gerçek olduğu, sahici olduğu için. Kıvırtmasını bilmiyor o. Hep ortada, açıkta.” Ama telaşa gerek yoktu, Deniz Seki iyiydi, “Tam 22 kilo vermiş”ti… Sahte mutluluklar, gerçek mutsuzluklardan iyiydi. Bir selfie çekin, ne kadar mutlu olduğunuzu görsün herkes…

Ülkece selfie çektirsek, yani milyonlarca insan, hep birlikte diye düşündüm. Çektim öyle bir fotoğraf zihnimde, sonra uzun uzun baktım o fotoğrafa. Çoğu kişinin yüzünde kocaman bir gülümseme olsa da, o gülümsemenin dikişlerinden derin bir huzursuzluk sızıyordu. Kendimizi kandırmaktan yoruldukça, huzursuzluğumuz da iyiden iyiye artmıştı. İçinde bulunduğumuz hayatın ve gerçekliğin sürekli olumsuzlanmasından, “Bu kadarı da olmaz” dedikçe, daha fazlasının olmasından… Bu huzursuzluk, tam da istenen bir şey. İnsanlar ancak böyle yılar, yalnız ve çaresiz olduğuna inanır. Attilâ İlhan’ın şiirindeki gibi “saadetin ıstırap çekmek olduğunu” keşfeder, boş koridorlarda gölgesini asarak kendisinden kurtulmaya çalışır. Ya da daha kolayı, iktidarların kendisi için hazırladığı ikna haplarından birini yutar, bakar keyfine. Bilmez o hapların yan etkilerini, etin çürümüşü gibi kokmaz çünkü ruh…

Hemen yırtıp attım zihnimden o fotoğrafı, tekrar İstanbul manzarasına döndüm, yeni bir çay söyledim çocuğa. Yaşar Kemal’in “Çocuklar İnsandır” kitabından fırlamış gibi bir çocuk… Getirdi bir koşu çayımı. “Sağol arkadaş” dedim, güldü “arkadaş” dememe. Dedim “Sen Kadıköylü değil misin, arkadaşız işte.” “Yok” dedi, “ben Mardinliyim.” “Nerenin suyunu içiyor, ekmeğini yiyorsan oralısın derdi ananem” dedim. Güldü yine. “Bana bak” dedim “sana da herkes kafayı yemiş gibi gelmiyor mu?” “He valla, hem de ne biçim yemiş.” Sonra beni göstererek “Sen de öyle” dedi, ama artık karnını tutuyordu gülerken. “He valla” dedim, “büyü biraz, o zaman göreceğiz seni de arkadaş.” Sonra bu son dediğime pişman oldum, yemesindi kafayı, mutluluk yesindi, sevgi yesindi, yemesindi onu hiçbir şey… Kimleri yemişti bu şehir, boğazına takılmıştı köprüleriyle, AVM’leriyle, hayal kırıklıklarıyla...

“Sen” dedi arkadaş, “niye bu kadar çok çay içiyorsun ki?” Dedim ki, “Beynim çay içtikçe çalışıyor, benzini yani.” Hiç beklemediğim bir soru sordu arkadaşım, zamane çocuklarından korkulur: “Peki bu dünya neyle çalışıyor?” Güneş, enerji, sevgi filan demeyecektim ona. “Büyüyle” dedim. “Nasıl yani?” dedi şaşkınlıkla, beklemiyordu hiç böyle bir yanıt. “Masallardaki büyüye benziyor ama tam öyle de değil. Bilgi denilen şey de, bir tür büyü aslında. Şu an dünya, kara büyünün etkisi altında. Kapitalizm adını vermiş birileri o kara büyüye. O yüzden herkes kafayı yemiş gibi, zombiler ya da vampirler gibi dolaşıyor ortalıkta. Çünkü kendi kafalarındaki gerçekte olmayan bir dünyada yaşıyorlar, daha doğrusu yaşatılıyorlar. Haklı olmak, doğruyu söylemek yetmiyor bu yüzden. Bütün mesele, o kara büyüyü sona erdirecek bilgiye ulaşmakta. İşimiz zor arkadaş, çünkü bilgiye değer verilmiyor bu topraklarda.” Gülmedi bu defa arkadaşım. Bir tabure çekip yanıma oturdu. Vapurların, motorların, sandalların uçar gibi denizin üzerinden geçişini, o büyülü manzarayı seyre daldık…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Nisan 2014)  

Sahici Midyeler

Posted: 12 Nisan 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Kimse inanmasa da devletimizin çok güzel planları varmış bizler için. Hükümet üyeleri de, onları televizyonlardaki programlarına çıkarıp uzun uzun söyleşen, övgülerle dolu manşet atanlar bile inanmıyormuş ya o planlara, siz onları da, yapılan planları da boşverin. Yaptıkları seçimlere bile inanmayanlardan ne beklersiniz, rüyalarında bile oyları sayıp duranlardan. Öğrenciyken bazen o kadar çok okey oynardık ki, rüyalarımızda da okey taşlarını sayardık, fena sıkıcı bir işti. Okey oynamaya benziyor aslında biraz seçimler, elindeki taşları doğru bir biçimde dizmen yetmez, karşı tarafın da dizdiği taşları tahmin etmen gerekir ki, doğru taşı beklediğinden emin olasın. Ama görüldü ki, taş çalar gibi oy çalınıyormuş, sonra gel de inan yaptıkları işe, söyledikleri söze…

Belki de bu yüzden fena halde sıkıldığım oluyor bu ülkeden, kimse bir şeye inanmıyormuş gibi geliyor bazen. Devrimcisinden müslümanına, iktidarından muhalefetine, edebiyatçısından sinemacasına, sanki bir şey başarmak için illa ikiyüzlü olmak gerekiyormuş gibi bir sahtelik… Osmanlı’nın son zamanlarından bugüne kadar vatan aşkıyla bir sürü güzel planlar yapıldığını okuyorum kitaplarda. O güzelim planlara inanmadıklarını söyleyenlerin hain ilan edildiğini, sürüm sürüm süründürüldüğünü, yetmeyip öldürüldüğünü… Ama sorun şu ki, o planları yapan hiçkimse zaten inanmamış yaptığı ettiği hiçbir şeye. Çocuk oyunu gibi düşünün devlet yönetimini. Bir çocuk, hırsız polis oynarken, gerçek olmadığını bile bile inanır ya hırsız ya da polis olduğuna, öyle canla başla koşturur, ona benziyor bizim plan yapanlarımız da. Gerçek değil kendileri gibi…

Üniversite öğrencisiyken senarist olmaya karar vermiş, bir gazete ilanından yola çıkarak bir film atölyesinin seçmelerine katılmış, nasıl olduysa artık geçmiştim o seçmeleri. Sonrasında atölyeye devam etmeyip, sayfa başına para aldığım bir roman yazma işine girsem de –ki hayatımın yönünü değiştiren bir hikâyedir, belki başka bir zaman anlatırım- yönetmen Yavuz Özkan’la atölyede bir masada otururken sürekli olarak bana ve başkalarına “Sahici insan olmak gerek” dediğini duymuştum. O kadar çok söylemişti ki bu “sahici insan olmak” sözünü, o yıllardaki varoluşçu hallerim iyiden iyiye depreşmişti. Neydi bu “sahici insan”? Ne yer ne içer, nasıl sever, başkalarıyla nasıl ilişki kurar? Sonra anladım ki inanmakla ilgili bir şey sahici olmak, kendine, başkalarına, yaptığın işe, şiire, aşka, hayata inandığın ölçüde sahicisindir. İnandığın şey sahte olabilir, mesela birinin aşkına inanmışsındır ama o seninle sadece vakit öldürmüş ve tekmeyi basıp gitmiş olsun… Hiç önemli değil, sen o aşka inanmaya devam ettikçe, o aşk da, sen de sahicisinizdir.

Sahici insan olmaya kafayı taktığım günlerde, sonradan ana akım medyada yazılar da yazacak olan bir kadınla tanışmıştım. “Bana yoksullardan bahsetme. Açsalar gidip midye çıkarsınlar” demişti bir gün ve bunu söylediği zaman tam da bir yol ağzındaydık ve yağmur yağıyordu. Hiçbir şey söylemeden soldaki yola sapmış ve arkama bakmadan yürüyüp gitmiştim. Eğer o sözü etmeseydi, muhtemelen sevgili olacaktık, belki evlenecektik, kim bilir… Böyle durumlarda aklıma Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı gelir, hani hoşlandığı iki kadın farklı yönlere sapınca, acilen hangisinin peşinden gideceğine karar vermesi gerekir ya. Bayan B’nin değil de Güler’in peşinden gider ve sonra düşünür acaba aradığı aşk Bayan B’de miydi diye? Güler’in peşinden gitmesinin nedeni, Tophane civarını sevmemesiyle ilgilidir yalnızca, Bayan B. o tarafa doğru yürümüştür çünkü. Cemal Süreya’nın dediği gibi “Hep sen kazanırsın çözümsüzlük!” Bana yoksullardan bahsetme diyen o genç kadın, sonradan sürekli yoksullardan bahseden yazılar yazıp durdu, o yazıları yazarken midye yediğini hayal ettim hep.


Sahici insan olmanın her zaman ağır bedelleri olmuştur ama o bedelleri ödedikçe insanın güzelleştiğine de tanık oldum. Ün ve para için kendisini helak edenlerin çaresizliği daha büyük gelmiştir bana. Etrafınızdaki güzel insanlara dikkatlice bakarsanız, inandıkları şeyler uğruna mutlaka bedeller ödemiş olduklarını görürsünüz. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ının bizleri o kadar çok etkilemesi de, aslında gerçek aşkı arayan sahici bir insan oluşu değil miydi, eksikliğini duyduğumuz en önemli şey… Aç kalsak da midye çıkarır doyururuz karnımızı, yeter ki sahte olmasın yaşadığımız hayat… “Bir bardak su” yeter saçlarımızı ıslatmaya…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Nisan 2014) 

Güzel Çaresizliğimiz

Posted: by bülent usta in
0

Sonra gördük ki oylar da çalınırmış, hep çalınırmış da yeterince umursanmazmış eskiden. Çocuklar ölünce de umursanmazmış, ağaçlar kesilip AVM’ler yapılırken… Sonra değişmiş bir şeyler, öyle birdenbire değişir gibi olsa da, seçimlerin gösterdiği gibi, can suyunun kuruyan dallara, yapraklara ulaşması biraz vakit alıyormuş…

Olsun, geç de olsa oluyor ve olacak ya bir şeyler. Yalnız, bu politikacılarla yürümezmiş artık işler. Kariyerist, çıkar hesabı yapan bu sinsi tipler, bilmezlermiş çünkü siyaset yapmayı, ama bilirlermiş caka satmayı, kayırmayı, demogoji yapmayı. Ağaçlara, özgürlüğe, oylarına ve daha pek çok şeye sahip çıkan gençler, partilere, sendikalara, sivil toplum örgütlerine de sahip çıkarlarsa eğer, gelecekten korkulmazmış artık…

Gezi’yle birlikte uyanış başlamış, başka bir nesil geliyormuş da onları anlamıyormuş kendileri dışında kimse. Bırakın, anlamasınlar. Gezi’nin duvarlarını şiirleriyle süslediğiniz Edip Cansever demiş ya “Ne çıkar siz bizi anlamasanız da / Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar / Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da. / Hiçbir şey!” Aynı şiirde tekrarlayıp durur ya şu dizeyi Edip Cansever, sanki bir çaresizliği dile getirir gibi  “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka / Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”… 

Ama bildiğimiz bir çaresizlik değilmiş bu, aksine çaresiymiş her şeyin, insan olmakla başlarmış her şey. Biliyorum, çünkü konuştum dün gece Edip Cansever’le şiirleri arasında. Dedi ki bana, bu güzel çaresizlik olmazsa, olmaz aşk, olmaz şiir, olmaz yaşamaya değer bir şey… İnandım ben ona, şiire ve hayata inandığım için… Çünkü insan olmak, hayata inanmakla ilgili bir şey, ne olursa olsun kuyruğu dik tutmakla…

Barikatların birinde görmüştüm, bir genç kadın başından yaralanmıştı, kanıyordu... Dedi ki bana “Başka zaman olsa bayılırdım. Kan görmeye dayanamam.” Kalmış aklımda o sahne, küçücük bir kadındı ama sanırsın bir yumrukta devirecek Toma’yı, duracak dünya... Kendisini çaresiz hissetmiyor muydu, hem de nasıl. Gizli gizli Berkin için ağladığına eminim ama acımıyordu kendine, kan görünce artık bayılmadığı gibi. Zaten bir süre sonra espriler yapıp gülmeye başlamıştı olup bitene.

Bu başka nesil, her şeyi kutsallığından sıyırmayı iyi biliyormuş, hayata çıplak gözlerle bakmakla ilgilendikleri için. İlerleme denilince şirketlerin ve devletlerin anladığından başka bir şey anlıyorlarmış, özgürlük ve adalet denilince başka bir şey. Onlara öğretilen sözcükleri başka türlü kullandıkları için, başka türlü düşünüyor, başka türlü seviyor, başka hayaller kuruyorlarmış. Ama işte anlamıyormuş onları, en anladık diyen teorisyenler bile, çünkü bu insanların kalıpların dışına çıkmak gibi bir huyları varmış, şaşırtmayı seviyorlarmış. Ankara’da oylarına sahip çıkarken, milliyetçi olduğunu söyleyen belediye başkanı için, Kürtler, Müslümanlar, Kemalistler, devrimciler, sosyal demokratlar hep birlikte “Mansur Yavaş Kurtuluşa Kadar Savaş” diye slogan atarak yürümüşler mesela... Normalde olacak şey değil… Melih Gökçek, attığı tweet’ler, şehircilik ve estetik anlayışıyla yaşadıkları travmaların sembolüne dönüşmüş artık zamanla. Ya da Ceylanpınar’da BDP’nin yakılan oylarıyla yanıyormuş yürekleri… O birden havai fişekler gibi patlayan espriler, travmalardan silkinmek için olmazsa olmazlarıymış, can yakan acı ve hüzünden, içlerindeki boşluktan onları koruyan bir pelerin…

Gezi’den sonraki ilk seçimde, çoğu ilk defa oy veriyor olsa bile, sandıklara nasıl sahip çıkılır, nasıl tutanak tutulur her bir şeyin uzmanı olmuşlar, oy çuvallarına sarılıp uyumuşlar, sabahlara kadar kayıp tutanakların izini sürmüşler sosyal medyada, çok sevdiği kedisini kaybeden birinin telaşıyla... Yani artık bu başka bir şey, başka bir zamanmış... Devlet ve de hükümet, siyasi düzen, bu zamanın gerisinde kalmış…  


İşte bu yüzden, Edip Cansever’in Ahmet Abi’sine “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde seslendiği gibi “umudu dürt”üp, “umutsuzluğu yatıştır”mak düşüyor bize. Çünkü bu “dağılmış pazar yerlerine” benzeyen memlekette, hayalsiz yaşadığımız için kanamış hep mendillerimiz. Suyuna toğrağına benzediğimiz bu ülkenin kaderi, çekilen acılarla değil, kurulan hayallerle yazılsın diye…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Nisan 2014) 

Mavi Kelebek

Posted: by bülent usta in
0

En uzun haftalardan birinin ortasındayız. Siyasi tarihimizin belki de en gerilimli seçimlerinden birisi gerçekleşecek… 68 Mayısı’nın, De Gaulle’ün seçimleri kazanmasıyla sona erdiği söylenir durur. De Gaulle, Başbakan gibi halkı kamplaştırmadığı için kolay olmuştu belki de bu son, ulus bilinci baskın çıkmıştı devrimci olana… Ama 68 Mayısı, tıpkı Gezi’de yaşadığımız gibi her şeyi derinden etkilemişti gündelik hayattan felsefenin yapısına kadar.

Bizdeyse durum farklı, Gezi Ruhu, iktidarı yararak başladığı işi bitirmeye kararlı, bir de içimizdeki Toma’lar olmasa… Liberalinden solcusuna çoğu kişi, içindeki Toma’yı ödünç devlet aklıyla doldurup halkın üzerine sıkarak kariyer yapma derdinde oldu genellikle. İçimizdeki Toma’lara su taşıyan eski siyasi söylemler sona erdikçe, Gezi Ruhu da büyüyüp serpilecek bir ağaç gibi, bu toprakları kökleriyle sıkı sıkıya kavrayarak. Bir ağaçtan daha güzel ne anlatabilir çokluğu, dalları ve yapraklarıyla farklılıkların uyumunu…

İktidar partisi seçimlerden güçlenerek çıksa dahi, kimsenin oy oranını dikkate alacağını sanmam, yolsuzluklar bu kadar ayyuka çıkmış, özgürlükler ve haklar bu kadar pervasızca gasp edilmişken. Başbakan’ın sürekli aldığı oy oranına vurgu yaparak iktidarını ve uyguladığı politikaları meşru gösterme çabası, yerel seçimleri ister istemez yolsuzlukların ve özgürlüklerin oylandığı bir referanduma dönüştürdü. Yani Gezi Parkı’ndan nasıl çıkamadıysa iktidar, bu seçimlerden de çıkışı yok, çünkü var olan iktidar anlayışı ve siyaset yapma biçimi, sürdürülemeyecek bir noktaya geldi. 12 Eylül siyaset sahnesi bu kadar hıncı ve baskıyı taşıyamaz artık, direkler çatırdıyor; yasalara ve kurumlara güven, ayakkabı kutularındaki paralar gibi sıfırlandı.

Yine de, bu en uzun haftanın ortasında içimin daralmasına engel olamıyorum. Balkona çıkıp, o çok eski yıldızların altında, büyülü nesnelerimden biri olan kelebek şeklindeki mavi tokayı elime alıp gözlerimi kapatıyorum. Önce ıhlamur kokusu geliyor burnuma, sonra kendimi onun yanında, bir sokakta yürürken buluyorum. Hani ağaçların ya da kedilerin insanı neşelendirdiği, merdivenleri, kır kahvesi ve daha bir sürü güzel ve sevimli şeyin olduğu bir sokakta… Artık hayatta olmadığı için, bunun bir hayaletle konuşma mı, yoksa anılarım aracılığıyla zihnimde yarattığım bir sahne mi olduğunu bilmiyorum.

Yürürken dönüp bana “Bizim yanlışımız, insanları fazla sevmekti belki de” diyor. Pişmanlık gibi algıladığım bu sözlere şaşırdığımı görünce, devam ediyor: “Ama birbirimizi de o zaman böyle sevemezdik…” Hüzünlü bir gülümseme yakalıyor ikimizi de… Hakikati söylemek için duyulan arzu, bu topraklarda cezasız kalmamıştı hiçbir zaman, ama o arzuyu duyanlar da eksik olmamıştı hiç.

Elimden tutup, deniz kenarındaki kır kahvelerinden birisine oturtuyor, baharın geldiğini o zaman anlıyorum. Romantik şeylerden konuşuyoruz önce, ona şiirler okuyorum. Sonra gözlerime bakıp endişemin kaynağını görüyor: “Biliyorum, sermayenin ve medyanın kontrolündeki temsili demokrasinin tuzağı olan seçimlere inancın olmadı hiçbir zaman. Kimin parası daha çoksa, kimin daha çok gazetesi, televizyonu varsa onun konuştuğu, diğerlerinin de sadece alkışlayıp oy vererek iradesini teslim ettiği bu sistemden kurtulmadan adaletsizlikler sona ermeyecek. Temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçmeden, insanların kendi hayatları hakkında söz sahibi olmasının önündeki engeller kaldırılmadan, hiçbir şeyin düzeleceğine inanmıyorsun.

Ama şu da var, askeri darbelerle karanlığın nakış gibi işlendiği bir ülkenin kabuk değiştirmesi de kolay iş değil. Yasalar ve kurumlarıyla, parti ve sendikalarıyla bu yırtık pırtık, pis ve kanlı elbiseyi çıkarıp çıplak kalmaktan o kadar korkuluyor ki, hâlâ birileri yama yaparak elbisenin giyilebileceğine inandırmaya çalışıyor insanları. O yırtık pırtık giysinin altındaki, artık kurtlanmış yaraları temizleyip pansuman yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Belki de seçimler, o kanlı giysiyi üzerimizden sıyırmak için bir vesile olur, şimdiki iktidar partisinin egemen kıldığı totaliter anlayışa son vererek...


Daha ne olması gerekiyor ki hem, Gezi diye olağanüstü bir şey yaşandı bu ülkede. Ölenler ve sakatlananların anıları bu kadar tazeyken, aylardır biber gazına boğulan bir ülkede yaşayıp da, sadece Berkin için bile, iktidar partisine oy verilmeyeceğini anlamayan kaldıysa…” Susuyor sonra… Biliyorum o susuşların anlamını, alt dudağı titriyor istemsizce… Mavi kelebek, uçuyor elimden…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Mart 2014)