Kuleler çökerken...

Posted: 21 Ağustos 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Yakan ama aydınlatmayan lanetli bir güneşe benziyor bu ülkede siyaset. Hava durumu bile benzerlikler gösteriyor artık; önce kavurucu sıcaklar, ardından fırtına ve birden bastıran yağmur. Hiçbir şeyin dengesi yok uzun zamandır. Hangi gazeteyi, televizyonu açsam, bana stratejik düşünmenin öneminden bahsediyor; ilkeler ve ahlaki olan ne varsa stratejik olana kurban etmekten çekinmeyen. Sürekli büyük resme bakmaktan kendisini unutmuş, alıklaşmış bir yığın kafa… Suriye’de yaşanan iç savaşı, IŞİD’in yaptığı katliamları, hatta yolsuzlukları değerlendirirken bile… Yeni kitabı çıkan bir yazardan âşıklara kadar herkes stratejik düşünür olmuş…

Şengal’de bir Ezidi çocuğun gözünden o büyük resmin nasıl göründüğü, sanki kimsenin umurunda değil. Ama asıl giz de, o bakışta gizli; oradan bakabilirsek, Walter Benjamin’in yerde yatanların üzerinden yüzyıllardır geçmeye devam eden zafer alayına benzettiği o büyük tarih anlatısını, yani o büyük resmi ters çevirerek, resmin arkasındaki hakikatle yüz yüze gelebiliriz. Daha yeni, o zafer alayı, Lice’de bir genci öldürerek üzerinden geçti, savaştığı heykeli parçalarına ayırarak…

Ezidilerin yaşadığı felaket, içimde diri tutmaya çalıştığım iyimserliği zehire dönüştürdü iyice. Onların bir daha yaşadıkları topraklara dönemeyecek oluşları, öldürülen çocuklar ve kadınların birer rakam olarak büyük resmin içine gömülecek olmaları… O büyük resmin arkasına bakınca, savaşlar, katliamlar ve yeni ezme biçimlerinden başka bir şey görünmüyor, tarih kendi kaderine bırakıldığı, bıraktırıldığı için… Dünyanın sonu bir meteorun çarpmasıyla ya da kürsel ısınmayla değil, iktidar mücadelelerinden ve stratejilerinden gelecek…

Ferguson’da polis, siyahi bir genci defalarca ateş ederek öldürdüğü için, günlerdir halk sokaklarda. Onların gaz bombalarının yaydığı sisin içindeki yürüyüşleri, bu topraklarda ve dünyanın başka yerlerindeki özgürlük ve adalet yürüyüşleriyle birleşene kadar, taşıdıkları bir pankartta yazdığı gibi “Hepimiz hashtag olmaya, bir mermi uzaklığında” olacağız. Böyle zamanlarda  Walter Benjamin’in kötümserliği gelir aklıma; “yürek tembelliği” olarak tanımladığı melankolinin ve “resmi solun” karşı konulmaz zaferinden emin iyimser kaderciliğinin karşısında duran.

Bir fikir çölü içinde yaşıyor oluşumuz, bu karşı duruş için güçsüz bırakıyor bizi. Balzac, Sel’den çıkan “Paris’ten Cava’ya Yolculuk” adlı kitabında, “Doğu’nun bu kadar az yazarının olmasının nedeni”ni düşünürken, insanların “başkalarına uzanamayacak denli kendi içine kapalı olarak” yaşamasından bahsederek şöyle yazmıştı: “Her şeyin duygu olduğu yerde düşünceye ne gerek var!” O yüzden melankoli çukurunda debeleniyor ya da çölde serap görmeye benzer iyimserliklerle avutuyoruz kendimizi. Kendi içimize kapalı olarak yaşadığımız için muhafazakârlaşıyoruz inancımız ya da siyasi görüşümüz ne olursa olsun; iyi yazarların ve sanatçıların sayısı da gittikçe azalıyor bu yüzden, sadece Doğu’da da değil…


Blanchot, bir kuleden bahseder, “Son Sözcük” anlatısında, bir kadının kuledekileri yaşanan felaket karşısında uyarmasından. “Kalkın! Bir yangın koruları kasıp kavuruyor ve toprak titriyor!” diye bağırır kadın. Kule Sahibi, “Kadınlara özgü yanılsama” deyip, kadını susturmalarını ister yanındakilerden. Ama “İmdat!” diye bağırmaya devam eder kadın. Kule çöküp hep birlikte aşağıya düşene kadar, Kule Sahibi felaketi önlemek ya da kuleden kaçmak yerine, kadını susturmayı tercih eder. Blanchot’nun kulesinde ne yaşanıyorsa, bugün dünyada da o yaşanıyor. Ezidi milletvekili Viyan Daxil’in gözyaşları içindeki haykırışları ya da Aylin Nazlıaka’nın kürsüden neredeyse ayakkabısını fırlatmaya varacak kadar kabaran öfkesi gibi, çöken kulenin içinde yankılanan binlerce imdat çığlığı, kapalı kapıların ardına geçemediği sürece, o büyük resim kanamaya devam edecek, Ortadoğu’dan yayılarak... Bizi başkalarından ayıran kapılar yerinde durduğu sürece de, kimsenin kulenin çöktüğünden haberi olmayacak… Kapılar olmasa, daha fazla nasıl dayanır, kanla sıvalı bu eski yapı?..

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 20 Ağustos 2014)

Tutma soluğunu

Posted: 14 Ağustos 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Ama artık bir şeyler öğrenebilsek yenilgilerimizden, böyle hemen pes etmesek, suçu gölgelerimize atmasak. Siyaseti bize gösterildiği haliyle kabul etmesek; büyü bozuculara inat, büyü olsak Didem Madak’ın “ben artık büyüyüm” dediği gibi, “bağırmak denen bir adam” umuda ve aşka düşman bir saltanat kurmuş olsa da…

O kadar kolay çekip gitmesek, üzerimize gaz bombaları yağarken bulup sarılsak kendimize, bırakıp kaçmasın diye… Olmazdı ki zaten böyle desek, siyasetsizlik üreten siyasi bütün kurum ve örgütler yıkılsa birer birer, o yıkıntıların arasında kalsa bizi çaresiz hissettiren tüm entrikalar, küçük hesaplar, iktidar oyunları…

Sessiz yığınların sesi olmaktan bahseden tüm o siyasetsiz tipler, çekip gitseler uzak diyarlara; sessizliğin sesini doya doya dinlesek… Sesimize sessizlik demişlerdi, sessiz olun demişlerdi hep, çınlayıp durmuştu sesimiz sokaklarda o yaz…

Balıkçılar kahvesinde güzel susulur, susmanın da biçimleri vardır çünkü, mekânları da… Aşktan, öfkeden, dostluktan, korkudan, özlemekten susar insanlar, sessizlik ne çok şey anlatır bazen… En kötüsü, söylenecek her sözün daha söylenmeden anlamını yitirmesi, Gazze’yi ya da Berkin’i düşünürken olduğu gibi…  

Macit Amca’yla karşılıklı susuyoruz; kahvehanede televizyon açık, biz kapalıyız… “Bu hafta ne yazacaksın gazeteye?” diye soruyor birden, “seçimleri mi?” “Yok” diyorum Macit Amca’ya, “parayı bastıranın, gücü elinde tutanın bir oyunu seçim; kim daha iyi hayalini pazarlarsa… ‘Miş gibi’ yapıla yapıla bugünlere gelindi, sonuçlarda şaşırtıcı bir şey yok. 12 Eylül Anayasası’na verilen oy oranı daha yüksekti.” Böyle söyleyince gülüyor Macit Amca, biliyor çünkü o da, 12 Eylül’dü oylanan. Hayatımızın bitmeyen bir günle sınırlı olması, nasıl da büyük bir lanet, büyük bir ceza. Düşünceyi aykırılığa, bitimsiz acılara ya da saray soytarılığına itmeyen bir toplumda yaşamak için, toplumumuzun aykırıları olmak zorundayız diyen Max Frisch’in sözleri geliyor aklıma, bu lanetten nasıl kurtulacağımızı düşünürken. Aykırı olmanın içeriği, günümüzde umursamazlıkla dolduruldu çünkü, gelecekteki topluma karşı kendisini sorumlu hissedenler azaldıkça…  Calvino, o aykırıları, “ateşin içinden yanmadan geçecek sınırlı sayıda aydın” olarak tanımlıyordu, kendiliğindenliğini kaybeden kitlelere bilinci ve tasarımı taşımakla yükümlü hisseden… Mutsuzluklarının farkında olamayanların mutlulukları, içinden geçtiğimiz ateşi körüklediği için değil mi bütün bu başımıza gelenler… Brecht ne güzel demiş, “Gülenler, / Kötü haberi almadıkları için sadece / gülebiliyorlar henüz…”


Macit Amca’nın düşüncelerimi okuyormuş gibi konuşmasına alışkınım, çayından höpürteterek aldığı yudumla sessizliğini bozarak, “Siyaset, oy vermekten ibaretmiş gibi algılandığı sürece bu ülkede bir şeyler değişmez, insanları ikna eden fikirler değil, hep başka şeyler. Ama bunun böyle olması, fikirleri önemsizleştirmez, hatta daha da önemli yapar, demek ki işe yarayan bir fikir yok ortada, ya da var ama insanlar o fikirlere güvenmiyor” dedi. Macit Amca’nın akıl yürütüşünden çok şey öğrenmişimdir bugüne kadar. Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bakarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaklaştığına dair yorumlar yapılıyor ne zamandır. Yaşanan iki büyük dünya savaşından bile insanlık ders çıkaramıyor, sahip olunan onca bilgi ve deneyim bir işe yaramıyorsa… Karşımızda Srebrenitsa örneği dururken, Ezidilere yapılanlara sessiz kalınıyorsa… Calvino’nun yazılarında sık sık dile getirdiği “genel ahlaki devrim”e yol açacak fikirler üretmekten başka bir çare yok. Turgut Uyar, “kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir” diye yazmıştı; kararan dünyanın bizim dünyamız olduğunu anladığımız zaman, “ilk aydınlık” da bizim olacak. Belki o zaman Ezidilerin acısı bizim de acımız olur, sadece kendine yeten değil, her şeyle ilişkilenebilecek yeni bilgiler ve deneyimler bulup çıkarırız kararan dünyayı aydınlatan… Çünkü Turgut Uyar’ın yazdığı gibi “senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi / tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir…”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Ağustos 2014)

Bulut olunmalı...

Posted: 7 Ağustos 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Sonra İsrail, Gazze’den geri çekildi, arkasında yüzlerce ceset, bombalanmış okul ve hastane bırakarak. Fırsatçılık yapmıştı, daha fazlası için başka bir fırsat kollayacaktı artık. Biz ise çoktan geri çekilmiştik dünyadaki çoğunluk gibi. Guy Debord’un, insan seyre daldıkça daha az var olur dediği gibi, neredeyse yoktuk... Giysilerimiz üzerimizdeydi, yiyeceklerimiz içeceklerimiz masada, kederlerimiz ve sevinçlerimiz bulutlar gibi üzerimizden geçiyordu... Gezi’nin mucizesi, insanların seyretmekten vazgeçip sokağa, yani hayata karışmasıydı ya, şimdi mutsuzluk ve umutsuzluk bu kadar kolay yayılıyorsa, yeniden seyre daldığımız içindir.

Ama var bir rahatsızlık, uzun sürmez bu derin sıkıntının ortaya çıkmak için çatlağını bulması… Sadece ne yapacağını bilemiyor insanlar, bilemiyoruz. Allen Ginsberg, “Toplu Halüsinasyonlar” kitabında “Gençler gezegenin bu Amerikan versiyonu karşısında kendi başlarına ne yapabilirler ki?” diye sorarak, gençler için bir tür eğitim merkezleri kurulmasını önermişti. Ginsberg’e göre bütün mesele, insanın içindeki boş alanların araştırılmasıyla çözülecekti, toplumsal kurtuluş bireysel özgürleşmeyle mümkün olacaktı. Ranciére içinse, insanların kendi kapasitelerinden habersiz olmasıydı en önemli mesele. “Cahilin kapasitesini kullanırken karşılaştığı engel cehaleti değil, cehaletini onaylamış olmasıdır” diyordu bir yazısında. Televizyonlarda karşımıza çıkarılan uzmanlar ordusu, tam da bu onay içindir aslında; politikacıların her şeyi biliyormuş gibi davranması, had bildirmesi...

Ranciére, “Özgürleşen Seyirci” kitabında kendi siyasi deneyimlerinden bahsederek, devrim için iki karşıt talebin uygulandığını ve ikisinin de başarısız olduğunu söyler. Birine göre, toplumsal sistemi anlayanların, bu sistem yüzünden acı çekenlere anladıklarını öğretmeleri lazımdı ki, onlar da mücadele için donanımlı hale gelebilsinler. Diğerine göreyse, bilgili olduğu farz edilenler aslında, sömürü ile başkaldırının ne demek olduğundan anlamayanlardı ve cahil gördükleri işçilerin yanında asıl kendilerini eğitmeleri gerekiyordu. Bu iki karşıt talebin çıkışsızlığını, bu topraklarda yaşanan deneyimlerde de görmek mümkün. Doksanlarda bir grup üniversiteli gencin, okullarını bırakıp fabrikalarda çalıştığına tanık olmuştum, yaşadıkları hüsran ağırdı, yeniden okudukları okullara dönmenin çaresini aramışlardı. Gezi’de de solun tavrı bu birbirine zıtmış gibi görünen iki yaklaşımla sınırlıydı. Meselenin, direnişe katılanlara bir şey öğretmek ya da onlardan bir şey öğrenmek olmadığı anlaşılamadı bir türlü. Çünkü iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemiyor toplumsal ilişki biçimleri. Ya tabi olacaksın, ya da buyuran, öğreten… Ama Gezi’de olan şey, herkesin kendi öznelliği içinde yapıp ettiğiydi, gitarı olan şarkısını söyledi, resim yapan duvarları boyadı, yemek yapan yiyecek getirdi; bütün görüşler, zekâlar, varoluşlar, kimlikler eşitti. Forumlarda söz alan herkes, ne hissediyor ya da düşünüyorsa konuştu, konuşurken düşündü, öğrenirken öğretti…


Özgürleşen seyirciler olarak, kendi hikâyelerimizin oyuncuları olmamızın önündeki engelin ironik veya melankolik rıza biçimleri olduğunu söyleyen Ranciére’e katılmamak imkânsız. Ranciére, canavarın karnına sıkışıp kalmak olarak tanımlıyor, “ahmaklara realite-şovlar, kurnazlara ise sayısız kendini değerlendirme olanağı” sunan, yapılan her şeyin, hatta o canavarı öldürme çabasının bile canavarı güçlendirdiğini savunan ironik veya melankolik bakışı… İsrail’in Gazze’de insanlar seyretsin diye yaşattığı dehşet, tam da bu melankoliyi güçlendirmek üzerine kuruluydu, toplumsal ilişkilere öfke pompalayarak insanların kabuğunu kalınlaştırıp duyarsızlaştırmak için… Bu yüzden öldürülen Filistinli çocukların, yaşarlarken nasıl güldüklerini de hayal etmeliyiz. Keder ve sevinçlerimiz, üzerimizden bulutlar gibi geçmez o zaman, bulutlara karışır, bulut oluruz biz de… Nâzım Hikmet’in “Deniz olunmalı, oğlum, / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla” dediği gibi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Ağustos 2014)