Kuyruklu yıldızın kalbi

Posted: 22 Kasım 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Kuyruklu yıldızın üzerine, kalbini dinleyen bir uzay aracı bile indirdiler; Suriye’de ya da Irak’ta bir yerlerde, bir yandan kafalar kesilir, teknolojinin son ürünü kayıt cihazlarıyla dünyaya seyrettirilirken. Sizi bilmem ama yıldızlara bakmak beni her zaman rahatlatmıştır; Attilâ İlhan’ın “yıldızlar eskidirler, onlar bizi bilirler” diye yazdığı gibi, her şeyi bildiklerine inanmışımdır hep. Dünyanın böyle dönmeye devam edemeyeceğini düşünüp, yaşadıkları gezegenden habersiz, gökyüzündeki yıldızlara bir tabloyu seyreder gibi boş gözlerle bakan ya da hiç bakmayan, yaşama saygı duymayan insanların şu kısacık hayatlarını çarçur edişlerine üzülüyorlardır kesin.

Yıldızlar bu aralar aklımı daha çok meşgul eder olmuştu, balıkçılar kahvesinin müdavimlerinden Ali Abi'nin de etkisiyle. Balıkçılar onu, hayalci olduğu için Hayali diye çağırıyorlar, halk ozanlarından Âşık Hayali ile bir ilgisi yok. Kendine şu akıllı telefonlardan almış bir tane ve kuyruklu yıldızdan kaydedilen sesi dinleyip duruyormuş birkaç gündür. Okumuş etmiş biri olduğum gerekçesiyle yanıma gelip bana da dinletti kuyruklu yıldızın kalp sesini. “Çözmeye çalışıyorum” dedi, “ama bu kayıt eksik. Belki sen bilirsin tamamına nasıl ulaşacağımı.” Şaşırdım tabii önce, uzay aracını gönderen Avrupa Uzay Ajansı’nın web sayfasını önerdim, belki orada vardır daha uzun bir kaydı.

Hayali’ye göre, kuyruklu yıldızdan gelen sesler, doğmadan evvel bildiğimiz bir dile ait, doğduktan sonra yaşadığımız şok yüzünden o dili unutuyormuşuz ve anne babamız bize zorla başka bir dil öğretiyormuş. İçimden, belki de o yüzden konuşarak anlaşamıyoruz, yabancı bir dil nihayetinde diye düşündüm, aklıma yattı bu fikir. Sevgililerin bile konuşarak anlaştıkları nadir olsa gerek, dokunarak daha kolay iletişim kuruyorlardır.

O kadar ikna edici konuşuyordu ki Hayali, kulaklığı takıp dakikalarca kuyruklu yıldızın sesini dinlerken buldum kendimi. Dinlerken, Hayali, iki de bir dürtüp ne duyduğumu soruyordu, aynı kaydı defalarca dinlemiş olmasına rağmen. Dedim ki, “Başka bir hayat mümkün gibi bir şey söylüyor sanki. Başka hayatlar da var, siz kendinizi kaybetmişsiniz.” Ben böyle söyleyince bastı kahkahayı Hayali, “Çay da söylüyor mu? Demli mi içermiş?” “Sence ne söylüyor?” dedim. “Bir ağıda benziyor kalbinin sesi” dedi Hayali ve derin bir suskunluğa gömüldü. Avrupalıların şarkı dediği şey, bizde ağıt oluyordu işte. Nasıl karartılmışsa içimiz, kuyruklu yıldızdan bile bir hüzün bulup çıkarıyorduk. Hayali’nin derdi, hayatın sırrına ulaşmaktı; o sırra, hayatın sınırları dışında gördüğü kuyruklu yıldızla ulaşabileceğini düşünüyordu. Benim içinse hayatın sırrı, politik bir meseleydi, çünkü hayatı savunarak o sırra ulaşılabilirdi; kuyruklu yıldızın kalbini dinlerken duyduğum şey, başka bir hayatın kalp sesiydi. Yoksa, bilim dediğimiz şey, hayatı savunmadığı sürece zarar verici bir güçtü ve başka hayatların kapısını da ancak bu sayede aralayabilirdi.


Balıkçılar kahvesinden çıkmış, kulağımda kuyruklu yıldızın sesi, yağmur yüklü bulutların gizlediği gökyüzünde yıldızları ararken, aradığım şeyin umut olduğunu biliyordum. Yerin altında ve üstünde işçiler öldürülür, fakültelere polis girip tekme tokat öğrencileri gözaltına alır, köylülere gaz bombaları atılıp binlerce ağaç kesilirken, yıldızlar, hayata düşman olanlarla hayatı savunanların ezeli mücadelesinin bir simgesiydi ve o kuyruklu yıldızın kalbi nasıl hızlı atıyorsa, yaşadığımız gezegenin de kalbi aynı hızda atıyordu, yaşamak için…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Kasım 2014)

Sahici Gülüş

Posted: by bülent usta in
0

Kesilen 6 bin zeytin ağacının arasında yürüyorum. Sokakta ya da evde, nerede yürüsem etrafım kesilmiş zeytin ağacı… İleride de binlerce sayfa yazıp ahlayıp vahlayacağımız şeyleri düşünürken, “iyi şeyler de olmuyor mu” diye kendime soracağım sırada, zeytin ağaçları uğuldamaya başlıyor. İyi şeyler olsa bile, 6 bin zeytin ağacı kesilirkenki hukukun uygulanışı; sermayenin bu ülkenin taşına toprağına, insanına aç kurtlar gibi saldırışı ve devletin takındığı tutuma kadar, her şey bu kadar ortadayken, gerçekten olur mu iyi bir şey, olsa ne yazar…

“Oluyor” diyor arkamdan bir ses. Her sabah sokakta rastladığım, erkenden kalkıp kedilere mama dağıtan Narin Teyze. Onu mutlaka siz de görmüşsünüzdür, yoksul olmasına rağmen her zaman bakımlı, şık, elinde sepeti… Birlikte yürümeye başlıyoruz zeytin ağaçlarının arasında. “Eskiden olsa, ruhumuz duymazdı bir köyde kesilen ağaçları. Şimdi herkes her şeyi görüyor; gördüğüne inansa da, inanmasa da...” Sonra, insanların sabırsızlığından, hiçbir bedel ödemeden her şeye sahip olma sevdasından, sakince sevememelerinden, gösteriş ve hız içinde tükenişlerinden yakınıyor. En çok, “Bu dünyanın yaşvaşlaması gerek artık” demesi yer ediyor zihnimde… “Herkes her şeyin farkında” diyorum ona, “ama farkında olamadıkları şey, tam da bu farkındalıkları…” Gülüyor ben böyle söyleyince. Sabahları bakıyorum da” diyor, “çoğu işe giderken ayakta uyuyor, nasıl farkında olsunlar.” “Bir tür salgın gibi bu uyurgezerlik hâli” diyorum Narin Teyze’ye, “böyle tahammül edebiliyorlar hayata…” “Ne saçma şey şu tahammül” diyerek birden parlıyor Narin Teyze, yıllarca kocasına tahammül edip yaşayamadığı hayatına yanarak… Ama bunu söylerken ki yüzünde oluşan ifade, ister istemez güldürüyor beni, o da bana bakıp gülüyor, tahammülümüz artıyor hayata karşı…

Bir zeytin ağacının dibine oturuyoruz, aslında oturduğumuz yer bir pastanenin önündeki masa. Sonbaharın döktüğü yaprakları, uyurgezer insanların sokaktan geçişini iziyoruz. Üniversitede ders vermek için İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna metrobüsle giderken, eğer oturacak bir yer bulmuşsam, ben de bazen uyumayı tercih ediyorum, gözünü kapatıp açman yeterli, varmışsın varacağın yere. Hayat da böyle, gözünü bir kapattın mı, geçip gidiyor her şey… Gözümü açınca, metrobüsün camından gördüğüm şey, gökdelenlerin gövdesini saran kesilmiş ağaçlar ve cesetler oluyor. Kesilmiş zeytin ağaçlarına ya da ölen madencilere bakıp “Yazık” demekten çok, kendimize dönüp “Yazık bana” dersek… Ama çoğunlukla başkaları için üzülmeyi tercih ediyoruz ve o yüzden dışımızda olup bitiyor her şey. Farkındalığımız da dışarıda kalıyor, başkalarına her konuda akıl verebiliyorken, kendimize söz geçiremiyoruz; çünkü uzağız kendimizden, uzak yıldızlar kadar uzak… Ranciére’in “Cahil Hoca” kitabında, “Kendi yörüngesinde olmayan kimsenin hakikatle ilişkisi yoktur” sözünü hatırlıyorum. İnsanları birleştiren, bir araya getiren şeyin gerçekte uyumsuzluk olduğunu söylüyordu. O müthiş uyumun peşinde olanların tek millet, tek din, tek akıl söylemiyle dünyaya verdikleri zararları düşününce, hak vermemek imkânsız. O uyuma bir kere yakalanmışsanız, uyurgezersinizdir artık, göz açıp kapayıncaya kadar çabucak geçer hayat, çünkü yaşamamışsınızdır.


Narin Teyze de, ben de kendi yörüngelerimizdeyiz, kesilmiş zeytin ağaçlarının gölgesi bu yüzden canımızı yakıyor, ama canımız yanarken de gülebiliyoruz. Hani şu, “sahici gülüş”lerden… Sahici gülmeyen birinin gözyaşında da ne su olur, ne de tuz…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 12 Kasım 2014)

Islığını düşürme

Posted: by bülent usta in
0

Müzakereleri, savaşı, açlığı, yoksulluğu, bahçelere giren Toma’ları mı düşünüyorsun? Bir şeylerin devam ettiğini bilmeye ihtiyaç duyduğun için mi gazeteleri okuyorsun; demek ki etmiyor… Çayın soğuyor, artık havalar soğudu ya, çay bekletmeye gelmez. Aslında hiçbir şey bekletmeye gelmiyor. Barış da bekletmeye gelmiyor, aşk da… Karanlıktan korkan bir çocuk gibisin, hayaletleri kendinden uzak tutmak için bir ıslık tutturmuş; bazen şarkı söylediğin de oluyor, kısık sesle... Hava bulutlu, yağmur başlar birazdan. Bazen bu balıkçılar kahvesinde ne işim var diye soruyorsun kendine, çantanda Guattari’nin öldükten sonra çocukları tarafından bulunmuş son kitabını taşıyorsun, “Kaçış Çizgileri”… O kitapta vardı karanlıktan korkan çocuğun ıslığı… Kafka da o ıslığı çalmıştı… “Kozmosun ve hayal gücünün çoğalttığı olayların denetimini” almak için… André Breton, o ıslığa “gece bekçisi ezgisi” demişti, başka varlıklarla kendisini esrarengiz bir iletişime sokan... Geçmişin ninnileri ve çocuk nakaratlarının yerini artık televizyon aldı diyor Guattari; bizi herkes gibi hissettiren, dünyayı olduğu gibi kabullenmeye yönelten nakaratlar yüzünden, sevmeyi bilmediği için sevgi açlığı içinde kıvranan insanın trajedisi…

Kapkara bir gecenin ortasındaymış gibi yaşanan tüm bu belirsizlikler içinde beklemekten yorulanları gördükçe, bir devlet geleneği olduğunu düşünüyorsun, insanları yılgınlığa düşürerek aza razı eden... Çünkü insanlar dayanamazlar karanlığa, belirsizliğe… Hep aynı şarkıyı sanki farklı notalara sahip şarkılarmış gibi dinlemek isterler, yalandan da olsa umutlanmayı… Guattari’nin o ruh halini tarif eden sözlerini yazıyorsun defterine: “Seni seviyorum, beni terk etme, sen benim toprağımsın, annemsin, babamsın, ırkımsın, organlarımın dayanağısın, uyuşturucumsun, sen olmadan hiçbir şey yapamam. Önemli olan, bu toplum içinde işlev görmeme izin vermen…” Ezberletilmiş nakaratları tekrarladıkça, kendilerine ihanet ettiklerinin farkına bile varmazlar, ama nakarat bir kere durdu mu gölgesiz yaşamanın acısı başlar…

Gözünü denizden ayırmıyorsun, fırtına kopacak anlaşılan… Dalgaların kahvehanenin duvarlarına çarpışını izlemeyi özlemişsin. Ancak o zaman aklına yeni fikirler geliyor, zihninde ne kadar önemsiz şey varsa hepsinin dalgalara kapılıp gidişini izlerken... Bu sana heyecan veriyor, âşık olmak gibi bir şey. Böyle şeylerden mutlu olabildiğin için belki de, gölgen ağır gelmiyor bazen, günlerce kendini kapatıp bir mesele üzerine çalışabiliyorsun. Ama sokağa çıkıp, gazeteleri açıp aynı nakaratları duyunca, insanları dünyanın hareket etmediğine inandıran semiyotik iktidarlara verip veriştiriyor, politik iktidarlarla mücadele etmenin yeterli olmadığını görüyorsun. Edebiyatı ve sanatı, canavarlar geçemesin diye kazılmış çukurlara benzetiyorsun, insanların gölgelerini ruh emici canavarlardan koruyan. Kariyerizm her ne kadar çoğununu ruhunu ele geçirmiş olsa da… Bu topraklarda yaşayanların gerçek şansızlığının, Max Frisch’in dediği gibi, içi cerahat dolu yaraların sarılması olduğuna inanıyorsun; anlaşılmamış, kavranmamış, çözülememiş ve bu nedenle bitmemiş şeyleri unutmaya zorlanmak, uzaklaştırıyor geleceği. Bugüne bakıp bugünü anlamaya çalışmanın tutarsızlığı içinde dönüp duruyor pek çok şey. IŞİD ile 12 Eylül’ü yapanlar arasında bir fark göremiyorsun. 12 Eylül’le bile hesaplaşılamamış bir ülkede, siyasetin ve hayatın normale dönmesini beklemek, mümkün değil.


Kitaba ve düşüncelere daldığın için çayını soğuttun yine, birazdan balıkçı arkadaşların birer birer dökülürler kahvehaneye. Hepsi hikâyesiyle gelir, çaylar tazelenir, sen onlara Guattari’nin kitabını anlatırsın balıkçı dilinde, Melih Cevdet’in “balıklar için deniz lazım” diye başlayan “ıslık”lı şiirini bile okursun belki… Bir şeylerin devam ettiğine inandığın sürece, her şeyin bir anlamı vardır. Fırtına kopup özlediğin dalgalar ortaya çıkınca, yaşamanın ve idrak etmenin aynı olacağı o büyülü an, belki de sana bu yazıyı yazdırır… Dilinde, çok eski zamanlardan kalmış bir ıslık, düşürmekten korktuğun…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Ekim 2014)

Değil!

Posted: by bülent usta in
0

Sokağın görünmeyen siyah-beyaz kısımları daha soğuk bugünlerde. Sokağın görünmeyen kısmındayken, Blanchot’nun “Hiçbir şey olmuş değildir” sözüne rastlıyorum bir duvarda. Oturuyorum o duvarın dibine, biraz da olsa içim ısınmıyor değil, bir sürü şey olurken gerçekte hiçbir şeyin olmaması, bir tür hissizleşme, sıkışma yaratsa da umut barındırıyor çünkü. Çantamdaki kitapları çıkarıyorum, hava soğuk ama oturduğum duvar dibine az da olsa güneş vuruyor.

Blanchot, “Sonradan Sonsuz Yineleme” kitabında, tesadüfen kendisini ilkokulda bir derste öğretmen olarak bulan kahramanı aracılığıyla şöyle söyler: “Size bütün sözcükleri silmeyi ve onların yerine, ‘değil’ sözcüğünü koymayı öneriyorum.”

Immanuel Wallerstein, Randall Collins, Michael Mann, Georgi Derluguian ve Craig Calhoun’un ortak çalışmasını yayımladı Metis: “Kapitalizmin Geleceği Var mı?” Hemen söyleyeyim: Yok! Nasıl olsun, kapitalizm yüzünden bir geleceğimizin olduğu bile şüpheliyken. İklim değişikliği, salgınlar ve nükleer savaş tehlikesi… Yazarların dediğine bakılırsa, dünya, on yıllarca sürecek fırtınalı bir döneme giriyor ve bu fırtınaya karşı ciddi bir hazırlığımız yok. Diyorlar ki, bu felaketlerin hiçbiri doğal felaketler değil; açlık, hastalık, nükleer terörizm gibi insanlığın karşısındaki bu siyasi güçlüklerden, ancak etkili karşı önlemlerden oluşan siyasi tercihlerle kurtulabiliriz. Ama diyorlar, siyasetçiler, toplumsal hareketler ve medya yorumcuları eski geleneksel bilgelikle devam ederlerse kaybedecekler, kaybedeceğiz… Blanchot’nun önerdiği gibi bütün sözcükleri silip “değil” sözcüğünü yazmamız gerekiyor her yere ki, başka bir şey söyleyebilelim, bugüne kadar söylenmiş olanların işe yaramadığı ortada... Diyorlar ki, protestocular her zamanki kadar öfke hissedebilir, ama kimi protesto edeceklerinden, ne talep edeceklerinden, nasıl örgütleneceklerinden ve kiminle ittifak kuracaklarından emin değiller. Kobane’ye havadan silah yardımı yapıyor ABD, kendisinin yarattığı IŞİD belası engellensin diye. Siyasetin her köşesinde at izi, it izine karışır olmuş… Diyorlar ki, geçmişteki tarihsel geçişlere dair teorik bilgimiz ancak kusurlu bir danışman rolü oynayabilecek, teorilerimiz ciddi düzeltmeler ve ilaveler gerektirecek…

Turgut Uyar, şiirlerinden birinde “yarı aydınlanmış bir duvar”dan bahseder, şimdi dibinde oturduğum duvara benzeyen… Der ki o şiirde, “başarılamamış bir geçmişten arta kalan şaşkınlık / şimdi çıplak…” O şaşkınlık değil mi, her şeye yeniden başlamanın önüne dikilen?.. Edebiyattan siyasete, her yere bir tür hissizlik yayılıyor bu yüzden, fazla ajite olmuş… Yaklaşan fırtınanın kokusu, sokağın görünmeyen kısmında daha iyi duyuluyor. Fırtınadan, evinize kapanıp, kapınızı pencerelerinizi sıkı sıkıya kapatıp kurtulacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Dünyadaki ve Türkiye’deki manzara, çeşitli toplumsal hareket ve isyanların varlığına rağmen, korumacı ve yabancı düşmanlığına eğilimi işaret ediyor.


Sokağın görünmeyen kısmını keşfetmem, ilk defa âşık olduğum zamana rastlar, o zaman da şimdi olduğu gibi çantamda kitaplar ve hırpalanmış bir defter vardı. Demek ki değişmemiş çok şey. Eğer yaşadığın aşk, dünyayı değiştirebileceğine dair bir inançla buluşmuyorsa eksiktir; giydiğin ayakkabı bile düşüncene ağırlık yapmıyorsa… Kierkegaard, yaşadığımız bu “tutkusuz çağ”da akla yatkın fikirler olsa da, o fikirlerin içinde hayat olmamasından şikâyetçiydi. Belki de bu yüzden sokağın görünmeyen kısmı siyah-beyaz ve soğuk…  Turgut Uyar, “Hiçbir şey umurumda değil” diye yazmıştı “Geyikli Gece”de, “aşktan ve umuttan başka…” Kalkıp, çantamdan çıkardığım boya ve fırçayla, önünde oturduğum o yüksek duvarın üzerine kocaman bir “Değil!” yazıyorum, fabrika düdükleri martıların sesine karışırken. Sokakların görünmeyen kısmında başlar önce sabah…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Ekim 2014)

Kobanê Koridoru

Posted: by bülent usta in
0

Her şey bölük pörçük zihnimde… Kadıköy İskelesi’nin önünde gazete satan Suphi Nejat’ın fotoğrafı duruyor bir yerde, başka bir yerde Arîn Mirkan’ın gülümsemesi… Onlarca insanın Kobanê’ye destek olmak için sokağa çıkıp neden ve nasıl öldürüldüğü… Hükümet yetkililerin yaptığı açıklamalar… Eylemciler kendi kendilerini kışkırtmış, hükümetin bir yanlışı yokmuş; şiddete misliyle karşılık verilecek, hatta polisler artık kalkanlarını kullanmayacaklarmış… Dublajlı, konusu olmayan kötü bir filmin içine hapsedilmişiz gibi… İtaatkâr olduğu sürece şiddet görmeyen, sorgulamadığı sürece rahatsız edilmeyen bizler için bir koridor açılmalı acilen… Kobanê’ye değil, Kobanê’den buraya bir koridor açılmalı önce...

Televizyon ve internet sayesinde herkes her yerde, nasıl arılar oldukları yerde durabilmek için hızlı hareket etmek zorundalarsa… Olduğu yerde duran dünyanın vızıltısı içinde Tolstoy’un umutsuzluğunu yaşamamak imkânsız. İnsanların savaşların korkunç kötülüğünden kurtulması için kongrelere ya da araştırma makalelerine ihtiyaç yok demişti Tolstoy, hükümet denen şiddet ortadan kalkmadıkça insanlığın büyük acıları sona ermeyecek…

Zadie Smith, yazılarından birisinde Henry James ile David Foster Wallace’ın romancılığını karşılaştırır. Henry James, okurlarından “sorumlu olmak için her şeyin farkında olmalarını” ister; 19. yy’ın başlarıdır ve insanlar gerçekten de farkında oldukları her şey için sorumluluk duyarlar, devrimlerin ardı arkası kesilmez… Ama Wallace’ın zamanına, 90’lara gelindiğinde artık her şey değişmiştir; aşırı farkında olma, insanları her zamankinden daha sorumsuz yapar, bir tür “çocuk-kurban”a dönüştürür kitle kültürü insanı, her yaştan ergenlerle dolar ortalık, bir tür sınırsızlık duygusu içinde… İnsanın kendini kandırmasının bütün yolları keşfedilmiş, süslenmiş ve kolay tüketilir hale getirilmiştir artık. İçine hapsedildiğimiz bu dublajlı, konusu olmayan film, gerçekte hiçbir amaca sahip değildir, sadece işler, kendi işleyişini denetleyerek… Televizyona çıkan bir hükümet yetkilisi, “her şey yolunda” dediği zaman, çoğunluk “her şeyin yolunda” olduğuna inanır, ülke yangına yerine dönse de… İnsanlara duymak istedikleri şeyleri söyletirler, dublaj yaparak…

David Graeber, “The Guardian”a yazdığı yazıda, dünyanın Kobane’ye ilgisizliğini bir skandal olarak nitelendiriyordu, korktuğu şey de Kobane’nin İspanya’daki devrimin kaderini paylaşacak olmasıydı, büyük devletlerin “müdahalesizliği”yle, dünyanın seyirci kalmasıyla… Mesele, sadece Suriye’de tüm dünyaya örnek olabilecek demokratik bir deneyimin yok edilme meselesi de değil. Franco “Bifo” Berardi, “Ruh İşbaşında” adlı kitabında kapitalizmin tüm dünyayı etkisi altına alan mutsuzluk salgınına neden olduğundan ve bu salgının dünyanın her yanında yarattığı saldırgan intihar dalgalarından bahsediyordu. Işid gibi bir küresel intihar dalgasından Kobanê’nin açtığı koridorla çıkmaktan başka çaremiz yok, başka Kobanê’ler yaratarak…

"Bugün hâlâ, her şeyin akrep yürüyüşüyle geri geri gitmesini hayal eden partiler var” diyordu Nietzsche, “Putların Batışı” kitabında. “Ama” diyordu, “akrep olmak, hiç kimsenin elinde değil. Çaresi yok: İleriye, yani adım adım dekadansa doğru gitmek gerekiyor. Bu gelişmenin önüne set çekilebilir ve set çekilerek yozlaşmanın birikmesi, toplanması, daha şiddetli ve daha apansız olması sağlanabilir: Daha fazlası yapılamaz…”


Daha fazlasının yapılamayacağı zamanlarda yaşıyoruz, ama Marguerite Duras’nın “Hayatta olayların ne zaman yanıbaşınızda durduğunu bilemiyorsunuz, kaçırıyorsunuz” dediği gibi, her şey biz vızıldarken yanımızdan geçip gidiyor… Kobanê geçip giderse, küresel intihar dalgalarıyla ıslanacağız… Konusu olmayan filmlerin bile bir sonu var…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Ekim 2014)