Kendine Tuzak

Posted: 5 Şubat 2014 Çarşamba by bülent usta in
0


Balıkçılar Kahvesi’nde üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’la oturmuş, aradan yıllar geçse de, bir kış günü trenle Kayseri’den Ankara’ya giderken üzerinde yazlık bir elbiseyle yolculuk yapan o genç kadını neden unutamadığımı düşünüyordum. 90’lı yılların karanlığını düşünürken, öncelikle aklıma o geliyordu. Sanki o yıllarda, onun gibi kaybolmuştum ben de, pek çok kuşakdaşım gibi. Aradan yıllar geçip de, bu defa onu 2008 1 Mayısı’nda görünce, öyle büyük bir heyecana kapılmıştım ki, gazetedeki köşemde ondan ve onun geçen yıllara rağmen bitmek bilmeyen arayışından bahsetmiştim. Hatta onunla Taksim Meydanı’nda, atılan gaz bombaları arasında bulmak istediği kişiyi aramış ve “tek tek insanların yüzlerine bakarken, tıpkı onun gibi herkesin birisini arıyor olduğunu” görmüş ve şaşırmıştım.

İvam, onunla görüşmemi istemiyordu, çünkü benim de onun gibi kaybolacağım konusunda endişeliydi. Çünkü onu hep içimdeki boşlukla birlikte hatırlıyormuşum. Bir trene atlayıp gidebilirmişim buralardan ama bunu istemiyormuş, çünkü daha yapmam gerekenleri yapmamışım. Bir kedi tarafından korunup kollanıyor olmaktan kendi adıma hoşnut olsam da, trendeki kızın benimle neden görüşmek istediğini öğrenmekten kendimi alamamıştım yine de. Belki de aradığını bulmuş ve bana söylemeye gelmişti, kim bilir...

Tam Osman Abi’den çay istiyordum ki, trendeki kız kahvenin kapısında belirdi. Üzerinde onu ilk gördüğüm zamandakine benzer mavi bir elbise vardı ve uzun siyah saçlarını başının üstünde topuz yapmıştı. El sıkışmadık, sadece başımızla birbirimize selam vermekle yetindik, o kadar. Bana “Geldiğin için teşekkür ederim,” dedi. İvam’ı göremiyordu, çünkü İvam dışarı çıkınca kendini görünmezleştiriyordu, dikkat çekmemek için. “Seni gördüğüme sevindim. Ama beni neden görmek istediğini merak ettim doğrusu. Yoksa aradığını buldun mu sonunda?” Ben öyle deyince güldü trendeki kız. “Bu arada, senin adını sormayı hiç akıl edemedim bugüne kadar.” “Sormuştun” dedi bana “ama söylememiştim. Bana Frida diyebilirsin, illa bir isimle anmak istiyorsan.” “Frida mı? Hani şu ressam gibi mi?” “Aklıma onun adı geldi. Seni görmek istememin nedeni, sana biraz saçma gelebilir: Seni rüyamda gördüm. Hatta telefon ettiğim o gece görmüştüm seni rüyamda. Önce önemsemedim ama rüyamdan seni haberdar etmeden de duramadım.” Ona rüyasını merak ettiğimi söylememe gerek kalmadan anlatmaya devam etti: “Birlikte tren yolculuğu yapıyorduk. Nereye, niçin gittiğimizi bilmiyorum. Bir yandan konuşuyorduk seninle. Bana diyordun ki, kötü şeyler olacak, hem de çok kötü şeyler. Ben de sana nasıl kötü şeyler diye sordum. Dedin ki bana, herkes Melville’in Moby Dick romanındaki o tayfa gibi geminin güvertesinden okyanusa düşmüş durumda. Romanda gemi onu fark etmeyip devam ediyordu yola. Sonradan geri dönüp düşen denizciyi aldıklarındaysa, sonsuz gibi gözüken okyanusun boşluğu içinde bir süre kaldıktan sonra denizcinin aklını yitirmiş olduğunu görüyorlardı. İşte şimdi okyanusun üzerinde suyun üstünde kalmaya çalışan milyarlarca kafa var. Birbirleriyle konuşmaya çalışan ama sesini birbirine duyuramayan milyarlarca kafa.  Sonra dedin ki bana, dikkatli olmalısın. Herkes kendisine tuzak kurmakla meşgul. Sistem tuzak kurmuyor, kurduruyor. Bir insana en iyi tuzağı, yine o insanın kendisi kurar. İşte böyle şeyler söyledin. Sözlerin uyandıktan sonra aklımdan çıkmadı. Seni bu yüzden görmek istedim.”

Frida’nın rüyasına şaşırmıştım çok. Ama ona rüyasında söylediğim şeyler, tam da benim söyleyebileceğim şeylerdi. Hatta son zamanlarda içsel boşluk üzerine düşünürken aklıma gelen imgelerden birisiydi okyanus. Aklımdan geçirdiğim şeyleri, kendisine Frida diyebileceğimi söyleyen trendeki o kızdan duyuyor olmak inanılmaz geldi bana o an. “İyi ama” dedim ona “neden rüyanı anlatmak için beni görmek istedin.” “Çünkü,” dedi Frida, “o rüyada başka şeyler de oldu. Beni görünce sorduğun ilk soru aradığını buldun mu olmuştu hatırlarsan. O rüya etkili oldu bulmamda. Sana belki sıradan gelecek ama, yıllardır kendimi aradığımı fark ettim. Tamam birisi vardı aklımda, onu arıyordum. Ama niye o diye düşündüm sonra. Niye başkasını değil de onu?” Şaşırdığımı görünce gülmekten kendini alamadı Frida. “İşkencede kaybettiğim şey, benliğimmiş. Ama insanın benliğini kaybetmesi için illa işkence görmesi gerekmiyor. Evlenmek ya da âşık olmak gibi masum şeyler de, iktidar ya da güç tutkusu gibi kirli şeyler de insanın benliğini kaybetmesiyle sonuçlanabilir. Böyle düşündüm. Aslında uzun zamandır düşündüğüm şeylerin bir özeti gibiydi o rüya.”


O bana rüyasını anlatınca, “trendeki kız” imgesi bir anda yok olup gitmişti. İvam’ın neden onunla görüşmemi istemediğini daha iyi anlamıştım şimdi. İyi olmasına çok sevinsem de, onu eskisi gibi, bir roman kahramanı gibi düşünemeyecek oluşuma üzülmüştüm biraz. Belki de onun imgesi aracılığıyla ben de kendime tuzak kuruyordum, bir tür yazma tuzağı... O arayışını bitirmişti, benimse yeni başlıyordu anlaşılan.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Temmuz 2012)

Metafizik Acı

Posted: by bülent usta in
0

Sanki İvam’ın dönmesini beklermiş gibi, geldiğinin ikinci günü hastalanıp yataklara düştüm. Hasta olmamın nedenini iş yerindeki klimanın üzerine atmış olsam da, Sivas Katliamı’nın yıldönümü yaklaşırken hastalanmam tesadüf değildi sanki. Aradan 19 yıl geçmişti ve geçen her yıl Madımak Oteli’nden yükselen alevler tenime daha bir yaklaşıyor, canımı daha fazla yakıyordu. Başucumda iyileşmemi bekleyen sihirli bir kedi olduğu halde, evde ateşler içinde yatarken, yüksek ateşten olsa gerek halüsinasyonlar da gördüm bol bol. İvam’ın anlattıklarıyla, okuduğum kitaplardan sahnelerin birbirine girdiği bu tuhaf halüsinasyonlardan birisinde, güya evimin balkonundan kalabalık bir kitleye konuşuyor, onlara içimizdeki boşlukla nasıl mücadele edeceğimizden bahsediyordum. İvam’ın dürtüklemesiyle kendime geldiğimde sabaha karşı gerçekten de balkonun parmaklıklarına tutunmuş bir halde, sadece sokaktaki kedilerden ve köpeklerden ibaret küçük bir gruba konuştuğumu fark ettim.

İvam beni bir biçimde yatağıma yöneltti ve üzerime battaniyeyi çekip “Sen bu aralar insanların iç dünyalarına kafayı takmış durumdasın,” dedi. “Çünkü, ihmal ediliyor insanların iç dünyalarında büyüyen boşluk. Dini cemaatler, kapitalizm ve ırkçılık insanların içlerindeki o boşluktan öyle güzel faydalanıyorlar ki şaşarsın. Gittikçe karmaşıklaşan kimlik sorunlarının temelinde yatan etkenlerden birisi de bu boşluk duygusu. Büyük bir kesim yaşadığı hayattan memnun değil, çünkü bu sistemde az sayıda kişi kendisini güvende hissediyor ve doğal olarak insanların hayatta kalma çabası başat bir mesele. Kapitalizmin insanlarda yarattığı bu kaygı da, otoriter söylemlere sahip siyasi yapıların işine yarıyor ve insanlar kendilerini bir anda akıl dışı bir sürecin kurbanı haline getirebiliyorlar. Meseleyi sadece hayatta kalma mücadelesine indirgemek de yanlış olur. Siegfried Kracauer’in Metis Yayınları’ndan çıkan ‘Kitle Süsü’ adlı kitabında da dile getirdiği gibi günümüz insanı, gündelik hayatın telaşı içinde kendi varlığını unutur hale geldi. Anlam yoksunluğundan kaynaklı metafizik bir acı eşliğinde yaşıyor herkes. O metafizik acı yine sistem tarafından sömürülüyor olsa da, geçici çözümler, kullan at yaşam felsefeleri bir yere kadar işe yarıyor. Özellikle entelektüeller için durum çok daha içinden çıkılmaz bir halde. Yetileri gereği entelektüeller kuşkucu oldukları için, kendilerini öyle kolay kolay teslim edemiyorlar bir dış güce. Çünkü kapitalizm, ekonomik ilişkilerin aşırılığına sıkıştırdığı toplumları un ufak etmiş durumda. Entelektüellerin çoğu, artık bu dünyada bağımsız ve yalnız yaşıyorlar. Bir bağdan ve temelden yoksun oldukları için, her şeye aynı uzaklıkta ve yakınlıkta duruyor çoğu.”

İvam, hasta yatağımdaki sayıklamalarıma müdahale ederek “Peki sence ne yapmalı metafizik acı yaşayan insan?” diyerek zor bir soru koydu önüme. “İki yol var İvam. Birincisi, zihin dağıtıcı şeylerin yarattığı gerçekdışı, gölgeli bir varoluşa sığınmak. İkincisi de hakikatin peşine düşmek. Ama hakikat arayışı da kendi içinde başka yollara ayrılıyor ve o yollar bazen birbirine zıt da olabiliyor. O yolların neler olduğundan daha önemli olansa, sosyolojik olarak dikkate değer fikirler üretebilme meselesi. Şu an sanatta da, siyasette de gerçeklik üzerinde etkide bulunabilecek fikirler üretildiğini söylemek zor. Hayatın kanını kaynatacak fikirlere, hiç bugünkü kadar ihtiyaç duyulmamıştı. O fikirleri ortaya çıkaracak olanlar da, yanılmak dahil her şeyi göze alabilecek entelektüeller sayesinde olacak. Ama biz şu an gölgeli bir varoluşa sığınanlarla, yanılmayı göze alamayıp eski sınanmış fikirlere bel bağlayanlar arasında sıkışmış durumdayız. Üstelik o fikirleri üretmek yetmez, onları taşıyacak insanlara, gruplara da ihtiyaç var. Çünkü fikir ve grup arasındaki ilişki birbirini tamamlayan bir niteliğe sahip. Sen istediğin kadar fikir üret, o fikri taşıyacak ve o fikrin niteliğine uygun bir grup yoksa, gerçekliğe bir etkide bulunaman zor.”

Hasta yatağımda sayıklarcasına konuşurken yorulmuş, sessizliğin içine çekilip uyumayı düşünüyordum ki, telefon çalmaya başladı. Bu saatte kim arıyor merakıyla tam telefonu açacakken İvam yerinden fırlayıp “Açma telefonu,” diye miyavladı. Muhtemelen üçüncü kulağıyla telefonu açmadan arayan kişinin kim olduğunu anlamıştı. “Kim arıyor ki, açmamam gerektiğini düşünüyorsun?” “O kız arıyor” dedi İvam, “hani şu trendeki kız.”  Hatırladım İvam öyle söyleyince. Bir tren yolculuğu sırasında tanışmıştım onunla. Kış olmasına rağmen üzerinde yazlık bir giysi olduğunu ve trenlerde yolculuk ederek kaybettiği birisini aradığını hatırlıyordum. Akıl sağlığı yerinde değildi o zamanlar, denilenlere göre ağır işkenceler görmüştü. Yıllar sonra, 2008 1 Mayısı’nda karşılaşmıştık tekrar ve orada da gaz bombalarının yaydığı sisin içinde kaybettiği kişiyi aramaya devam etmişti. O bitmeyen arayıştan bahsetmiştim yazılarımın birinde. Ama İvam’ın neden onunla konuşmama engel olduğunu anlamamıştım. Telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu ve daha fazla dayanamayıp telefonu açtım.


Haftaya o gizemli misafirimle balıkçılar kahvesinde buluşacağız…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Temmuz 2012)

İçsel Göç

Posted: by bülent usta in
0

Hava bu aralar fena halde sıcak ve bunaltıcı. Geceleri uyumakta zorlandığım için, evimin balkonuna oturup sokağın sessizliğini dinleyerek güneş doğana kadar okuyup duruyorum, uykunun oturduğum balkona tatlı bir esintiyle geleceğini düşünerek. Işte öyle bir gece, balkonun tam altında bir kedi miyavlaması işittim. Öyle tuhaf miyavlıyordu ki kedi, aklıma çok uzun zamandır görmediğim üç kulaklı bir kedi olan İvam geldi önce. Eski okurlarım İvam’la olan sohbetlerimi bilirler. Her şeyi duyabilen mucizevi üçüncü kulağını ve başka dünyalardan getirdiği o bilgece sözleri… Oturduğum yerden fırlamış, gecenin sessizliğine aldırmadan “İvam!” diye bağıracaktım ki, İvam balkona fırlayıp sesimi kesti hemen: “Olup bitenin farkında değilsin galiba. Bu sessizlikte bağırmak hiç akıllıca değil.”

Bir kediyle beraber yaşıyorsanız, kedilerle nasıl hasret giderildiğini de bilirsiniz. Biz de öyle sarmaş dolaş olduk hemen. İvam, doğaüstü bir kedi olsa da, kediydi nihayetinde. Beni çok uzun zamandır yalnız bırakmıştı ve şimdi hiç ummadığım bir anda çıkıp gelmişti. Görüşmeyeli evim bile değişmişti, şimdi bir başka balkonda sabahlıyordum. Tabii ki ona yeni balkonumu nasıl bulduğunu sormadım hiç, ne de olsa sihirli bir kediydi. Dedim ki: “Neden şimdi geldin sevgili İvam? O zor zamanlarda dostluğunu çok aramıştım.” Bir kedi nasıl gülerse, öyle güldü İvam: “Sen fark etmedin ama yanındaydım zaten. Ama geçen sabah seni vapurda görünce, artık yanına gelmem gerektiğini anladım. İçine çekilmiştin sanki, vapurun güvertesinden denizi ya da martıları görmüyormuş gibi bakıyordun.” “Haklısın,” dedim İvam’a “sadece ben değil, bu aralar herkeste bir içsel göç durumu var. Bir yandan kürtaj yasağı tartışmaları, bir yandan Roboski Katliamı ya da Urfa Cezaevi’ndeki yangın gibi ardı arkası gelmeyen acı olaylar ve bir yandan her şeye rağmen devam eden koyu bir sessizlik…”

İvam, söyleyeceği şeyler konusunda kararsızmış gibi kuyruğunu sallayınca, pek de moral verici şeyler söylemeyeceğini anlamıştım: “Böyle olacağı belliydi. Daha da kötüye gidecek her şey. Sana moral vermek için gelmedim buraya. Tüm bu olacakları sen ve senin gibi yazarlar yazıp durmuştu zaten. Ama bir şeyler kötüye, daha kötüye gidiyor diye insanların umutsuzluğa kapılıp kendi iç dünyalarına çekilmemeleri, ne olup bittiğini anlamaya devam etmeleri gerekiyor. Bir şeylerin iyiye doğru gideceğine inanarak gazete yazısı, şiir ya da roman yazılmaz ki.”

İvam’a “Haklısın,” demekten başka bir şey söylemek elimden gelmezdi. “Pek çok insan, bu aralar fena halde umutsuz İvam. Hannah Arendt’in bahsettiği bir tür ‘içsel göç’ durumu yaşıyorlar. 12 Eylül’le başlayan bir süreç aslında bu ‘içsel göç’. Metis Yayınları’ndan çıkan ‘Dünyayı Bugünde Sevmek’ adlı kitabında Hannah Arendt’in politika anlayışını irdeleyen Fatmagül Berktay da ‘içsel göç’ün altını özellikle çizmiş. Şöyle yazmış kitabında Berktay: ‘Kişinin kendi benliğine kaçışı politikayı yok eder ve sonuçta kişi, artık dünyadaki bir politik düzenin yurttaşı değilmiş gibi hareket etmeye başlar.’ Bütün mesele, bu içsel göçü durduracak yeni politikaların üretilip üretilemeyeceği. Berktay’a göre bu mümkün. Bana göre de mümkün ama, Türkiye’deki siyasi ortam ne teoride, ne pratikte insanların birer ‘özne’ olarak yer alabileceği olanaklara sahip değil. Kendilerini ait hissetmedikleri gruplara yamanıp, üretimine iştirak etmedikleri bir siyasi söylemi sahiplenmeye çalışmak yerine, içsel göçlerini akılcılaştırarak sistemin kuytu bölgelerine çekildiklerini görüyorum.” İvam, “Ama sistemin kuytu bölgesi diye bir şey yok,” diye söze girdi hemen: “Egemen gücün kendisi için tehlikeli olarak gördüklerine öncelik tanıyor olması, sıranın diğerlerine gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Saklanacak bir yer yok aslında. Yasakların, sansürlerin, katliamların, tutuklamaların, savaş çığırtkanlıklarının, hak gasplarının artarak devam edeceğini görmek için ne medyum olmaya, ne de benimki gibi üçüncü bir kulağa ihtiyaç var. Önemli olan, tüm bunlar olup biterken, olup biteni anlamaya çalışmaktan vaz geçmemek. Çünkü sistem, hakikati kendi tekeline alarak köle suskunluğu talep ediyor. Sadece bir kişiyi bile hakikat arayışı içine sevk etmek, en gösterişli eylemlerden daha önemli bir hale geldi bugün. Eğer sen, o hakikat arayışındaki kişiye, köşendeki bu yazılarla az da olsa yardımcı olabiliyorsan, üzerine düşeni yapıyorsun bence.”

İvam, bir biçimde bana yine moral vermeyi başarmıştı. İvam’la konuşurken, Foucault’nun şu sözlerini anımsamıştım: “Bir entelektüelin görevi başkalarının siyasi iradesine şekil vermek değildir; entelektüelin görevi, insanların zihinsel alışkanlıklarını, olayları ele alma ve düşünme biçimlerini tepeden tırnağa sarsmak, alışılmış ve genel geçer şeyleri yıkmak ve kurumları yeniden incelemek ve bu sorunsallaştırma temelinde siyasi bir iradenin oluşum sürecine katılmaktır.”


İvam kucağıma kıvrılmış, birlikte balkonun serinliğinde gecenin sessizliğini dinlerken, Philippe Djian’ın “Betty Blue” adlı romanında yazdığı “Ve bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanmak, bir kere daha yanılmaktır. Çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır,” sözünü anımsayarak gülümsedim…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Haziran 2012)

Sönmeyen Yangınlar

Posted: by bülent usta in
0

Devlet kendisi için vardır sadece, bireyleri önemsemez. Devlet, bireylerin vatandaş olarak kullanım değerine bakar. Mahkûmların kullanım değeri düşüktür onun için. 19 Aralık 2000 tarihinde yaşanan “Hayata Dönüş Operasyonu”nu hatırlamak bile yeterli. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, koğuşlardan kalaşnikofla ateş açıldı demiş, Adli Tıp raporuna göreyse koğuşlardan ateş edilmediği ama müdahale sırasında koğuşlara öldürücü dozun üzerinde gaz sıkıldığı, atılan gaz bombaları yüzünden boğularak ya da yanarak onlarca gencecik insanı hayatını kaybetmişti. 12 yıl sonra, Urfa Cezaevi’nde çıkan isyanda 13 mahpus öldü ve Adalet Bakanlığı’nın her şey kontrol altında açıklamalarına rağmen, Urfa Cezaevi’ndeki yangının alevleri başka cezaevlerini de tutuşturmuş durumda. Orman yangını söndürür gibi cezaevlerindeki yangınları söndüreceğini sanan, cezaevlerinin bulundukları illerin ekonomisi için önemli olduğunu söyleyip yeni cezaevlerinin yapılacağını müjdeleyen ve ekonomik kalkınmaya cezaevi yaparak hız vermeyi planlayan demokrasi şampiyonu hükümetimizle ne kadar gurur duysak az…

Devlet, “sahip olduğu bireyler”den çalışmasını, üremesini, tüketmesini, ihtiyaç olduğunda ölmesini ister. Bizdeki devlet anlayışı yüzyıllardır böyle. Başbakan çıkıp kadınlara “çocuk doğurun” diye telkinde bulunuyor mesela açık açık. Çünkü devleti çalışarak, tüketerek, ölerek güçlendirecek insanlara ihtiyaç duyuyor. İşin ilginç tarafı, bu klasik “devlet aklı” içimize öyle bir yerleşmiş ki, çoğu kişi devletin bireyler karşısında takındığı bu tavrı sorgulamaya bile gerek duymuyor. Hani kendilerine liberal, neoliberal gibi sıfatlar yakıştıranlar bile, karşı olduklarını söyledikleri “devlet aklı”yla düşünmeye devam ediyorlar ki, bu noktada ulusalcılardan, devletçilerden pek farkları olmadığını görebiliyoruz.

Televizyonlar ve gazeteler devlete akıl verenlerle dolu, ama konuştukları dil bile, bana çoğu zaman anlaşılmaz geliyor. Ancak Foucault gibi düşünürler sayesinde, onların konuştuğu dili, “devlet aklı”nın neye benzediğini ve ne işe yaradığını anlayabiliyorum. Yüzyıllardır süren ve insanlığa korkunç acılar yaşatmış bir oyunun aktörü olmaya bu kadar hevesli oluşlarına şaşırmıyorum elbette, güç ve iktidar arzusu öylesine kök salmış ki içlerinde…  Mesela cezaevlerindeki isyanla ilgili olarak, hükümeti yeterince önlem almamakla suçlayıp cezaevlerinin özelleştirilmesini bile savunabilirler. Bianet’teki Mine Şirin’in yazısına göre 1997 yılından beri konuşulan bir konu zaten cezaevlerinin özelleştirilmesi. Hatta Mine Şirin yazısında İTO Meclis üyesi Mithat Ünlü’nün yaptığı bir konuşmaya da yer vermiş:"Ya hapishaneler fabrikaların bahçesine, ya da fabrikaların makinelerini hapishanelerin bahçesine taşımalıyız. Hapishaneye katil giren vatandaş katil çıkmamalı... Bugün ABD'de örnekleri var. Bilançoları açıklanmayan ama en yüksek kâr eden bu tür hapishane fabrikalarıdır.” Foucault demiyor muydu, tımarhane, hapishane, fabrika, kışla gibi yapılar benzer aygıtlardır ve aynı iktidar sistemine hizmet ederler. İnsanın bedenini, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürerek kullanmak içindir bu aygıtlar. Kreşten ve okuldan alıp kışladan geçirdiği insanları, “ya fabrikaya gidersin, ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin” tehdidiyle hizaya sokup, sonunda da mezara ya da düşkünler evine bırakan bu iktidar sisteminin daha iyi işlemesi için devlete akıl verenlerin konuştuğu dil, bu yüzden anlaşılmaz geliyor bana. Aydınlar ve sanatçılar, devlet aklıyla düşünmeyi bırakıp, Roboski’de bombalanarak ya da Urfa’da yanarak ölenler için ezilenlerle birlikte düşünerek ve başka bir akıl inşa ederek dünyayı sevdiklerini gösterebilirler ancak.

Foucault, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve seçme yazılardan oluşan “Büyük Kapatılma” adlı kitabında şöyle sesleniyor, içi dünya sevgisiyle dolu olanlara: “Cezaevi sistemi, yani insanları, özel gözetleme koşullarında, kapalı binalarda, ıslah edilinceye kadar –en azından bu varsayılmaktadır- kapalı tutmaktan oluşan sistem tamamen yenilgiye uğramıştır. Bu sistem, daha geniş ve daha karmaşık bir sistemin parçasıdır ve buna cezalandırma sistemi diyebiliriz: Çocuklar cezalandırılır, öğrenciler cezalandırılır, işçiler cezalandırlır, askerler cezalandırılır. Hasılı, herkes bütün yaşamı boyunca 19. yy’dakinden farklı şeyler için cezalandırılır. Cezalandırıcı bir sistemde yaşıyoruz. Tartışılması gereken budur.” Tartışılması gereken, cezaevlerini fabrikalara dönüştürmek ya da daha yüksek güvenlikli cezaevleri inşa etmek değil. Tartışılması gereken, yaşamımıza derinlemesine işleyen bu iktidar sistemi ve bu iktidar sisteminden kurtulmamız için ezilenlerin nasıl örgütleneceği… İtfaiyenin yangınları söndürdük açıklamasına bakmayın, ne Haydarpaşa Garı’ndaki, ne Cunda’daki, ne Heybeliada’daki ne de cezaevlerindeki yangın aslında hiç sönmedi, yanmaya devam ediyor…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 20 Haziran 2012)