Yarın Hava Nasıl Olacak?

Posted: 1 Mart 2014 Cumartesi by bülent usta in
0

Balıkçılar kahvesinde her şey, deniz gibi durgun bu aralar. En son sıkı bir yağmur yağıp havayı azıcık serinletse de ortalığı, balıkçıların yüzlerinde bir rahatlama belirtisi gözükmüyor. Kimsede yarın hava nasıl olacak endişesi dahi yok, bırakın Suriye’yi, Kürt sorununu ya da hükümetin icraatlerini… Sakallı buraları terk ettiğinden beri, kahvenin “bilen adam”ı olmaya soyunan Macit Amca’ya söyledim bu gözlemimi. Macit Amca, uzun zamandır balıkçılık yapmıyor ama balıkçılık sadece balık tutmakla ilgili bir iş olmadığı için, sanki balığa çıkacakmış gibi sabahın erken saatlerinden itibaren kahveye gelir, akşama kadar kahvenin en hâkim köşesine oturup tarihle ilgili kitaplar okur, balıkçılardan denizin durumu ve balıkla ilgili bilgiler alıp onlara nasihatler eder ve o gür sesiyle zaman zaman sağa sola küfürler savurur ya da açık saçık fıkralar anlatır. Macit Amca, yaptığım gözleme katıldı: “Eskiden her daim burada bir hareket olurdu, kavga gürültü eksik olmazdı. Televizyonda haberler başladığında, herkes sandalyesini televizyona doğru çeker, arada birbirlerine laf atarlar, sonra bir bakmışsın hep birlikte ülkeyi kurtarmaya başlamışız. Şimdi kimsede bir heyecan yok, denizde balık olmadığı gibi. Eskiden de balığın olmadığı günler olurdu, ama yarın bir balık sürüsüne rastlayacağına herkes inanırdı.”

Macit Amca’yla konuşurken kahvedeki televizyonda alt yazı olarak CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün PKK tarafından kaçırıldığına dair bir haber geçti. Macit Amca’ya ilk defa Kürt sorunuyla ilgili düşüncelerini sordum bu vesileyle. Bana aynen şöyle dedi Macit Amca: “Diyelim ki, Kürt hareketi sona erdi ve bütün Kürtler, Kürt kimliğini inkâr ederek mücadele alanlarından geri çekildi. Bu durumda, Türkiye’de insan hakları ve demokratikleşme mücadelesine ne olurdu sence? O mücadeleyi yürütecek bir toplumsal güç var mı ya da kaldı mı? Ben bu sorunun böyle acı ürete ürete sürmesinden, çok basit taleplerin siyaset tarafından bu denli karmaşık bir hale getirilmesinden rahatsızım. Ama halk odaklı değil de devlet odaklı siyaset yapmak, zaten sorunları olduğundan daha karmaşık gösterme becerisi sayesinde işini görmez mi? Biz, devlet odaklı siyaset yapmaktan bir türlü kurtulamadık. Şayet, bu topraklarda Kürt sorununu çözecek bir siyaset ve irade gelişirse, aha şuraya yazıyorum bize çözümü imkânsızmış gibi gelen pek çok sorunun da sonu gelecek.”

Macit Amca haklıydı. Kürt hareketi kendisini tasfiye etse, geriye modernleşme yanlılarıyla muhafazakârların saf tuttuğu bir siyasi ortam ve o ortama uygun olarak her şeyin daha bir kemikleştiği, dogmatikleştiği bir süreç kalırdı muhtemelen. Bu da çok uzun sürmez, gerici unsurların daha da güçlenmesiyle sonuçlanırdı. Macit Amca’yla konuşurken, aklıma Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan Janet Afary ve Kevin B. Anderson’ın yazdığı bir kitap geldi: “Foucault ve İran Devrimi”.


Kitap, daha baştan Foucault’nun tezlerindeki çelişkileri göstermekle başlıyor işe. Güya, Foucault, “modernliğin eski büyük anlatılarının yerine sık sık kendi üst anlatısını yerleştirmiş.” Kitap, Foucault’nun deliliği ya da cezaevlerini ele alırken tarihi, ortaya attığı tezlerine uygun olarak saptırdığına dair eleştirel bir okumadan geçirip, özellikle feministler tarafından çokça eleştirilen İran Devrimi’ni destekleyen tutumunu masaya yatırıyor. Benim ilgimi çeken bu eleştirel okumalardan çok, Foucault’nun İran’a bakışını, dolayısıyla Arap Baharı’nı yeniden düşünmeme yardımcı olan yazıları oldu. Foucault’nun bu kadar coşkulu bir biçimde İran’daki ulemaları destekleyişi, devrimin sonuçlarına bakınca, üzücü gerçekten de. Ama Foucault’nun İran’ı değerlendirirken yaptığı tespitler, Türkiye’deki modernleşme sürecini anlamak için önemli ipuçları da veriyor. Türkiye’nin muhafazkârlaşması da, Kürt sorunu da, uygulanan modernleşme projesinin sonuçları ya da başarısızlığıyla ilişkili değil mi? Türkiye’de Batılılaşmacı modernleşme sürecinin İran’a göre daha dirençli olmasının belki de tek nedeni, Türkiye’de ordunun İran’daki Şah’ın ordusuna göre daha ideolojik oluşu. Foucault, İran’da ordunun ideolojisi olmadığından, egemenlerini koruyup yabancı birliklerle omuz omuza verip yabancıların imtiyazlarına bekçilik yaptığından bahsediyordu yazılarından birisinde. Türkiye de, bu yeni süreçle birlikte ordunun ideolojiden arındırılarak, İran’da olduğu gibi ordunun merkezi hükümetin denetimine girme sürecini yaşıyor. Yani modernleşme süreci, bu hükümetle birlikte askıya alınmış oluyor. Türkiye’de halkın çoğunluğu modernleşmeden memnun olmadı. Bu memnuniyetsizlik, komünizmle mücadele, topluma aşılanmaya çalışılan milliyetçilik ve Foucault’nun Adalet Partisi örneğini verdiği gibi Batılılaşmacı modernleşmeyle savaşma amacıyla köylü yığınların dini inançlarına yaslanan siyasi partilerle dizginlendi bugüne kadar. AKP, bu anlamda Adalet Partisi’nin çizgisinde, Foucault’nun sözleriyle “CHP’nin zayıflamış Kemalizmiyle ve askeriyede, teknokratlarda, başka alanlarda yayılmış Batılılaşmacı modernleşmeyle savaşma maksadıyla” iktidara gelmiş bir parti değil mi? AKP’yi anlamak için, öncelikle kendi modernleşme sürecimizin eleştirisini yapmamız mı gerekmez mi? Macit Amca, belki bir Foucault değil ama, ilginç görüşleri var bu konuda. Kahvedeki sükûnet biraz uykusunu getirdi. Haftaya devam edeceğiz…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Ağustos 2012)

Hayatın Önsözü

Posted: by bülent usta in
0

Her insanı bir kitap gibi düşünürüm genellikle. Kendimi de bir kitap olarak düşünürüm ve yaşadığım bu kitabın müdahale edebileceğim tek yeri maalesef önsözünden başka bir yer olmaz. Geçen gün hayatıma yazdığım önsöz birdenbire değişti. Daha önce büyük uğraşlarla değiştirdiğim olmuştu bu önsözü ama bu defa nasıl değiştiğini anlayamadım. Her zamanki gibi sıcaktan uyuyamamış, sabahleyin Kadıköy’ün vapur kaçırma şampiyonu olmaktan kurtulmak için son bir umut depar atıp vapura yetişmiş, güverteye çıkıp rüzgâra karıştığım anda mı olmuştu bu değişiklik? Yoksa, üç kulaklı bir kedi olan dostumun bir gece ismini kulağıma fısıldadığı Kedi Azizesi’yle tanıştığım zaman mı? Her şey o kadar hızlı ve derinden bir güçle gerçekleşmişti ki, artık hiçbir treni ya da vapuru kaçırmayacağım, hiçbir acı ve kötü olayın beni umutsuzluğa düşürmeyeceği tuhaf bir duyguyla yaşayacağımı hissettim bir an.

Üstelik, dış dünyada yolunda giden pek az şey vardı. Malatya’da Alevi bir ailenin, sırf Alevi olduğu için linç edilmeye kalkışılması, tescilli bir işkencecinin kamuoyunda yaşanan infiale rağmen “işkenceye sıfır tolerans” sözü vermiş bir hükümet tarafından terfi ettirilmesi, Bahçelievler Katliamı’nı yapanların serbest bırakılması gibi insanı dehşete düşüren pek çok olumsuzluğa rağmen, nasıl oluyordu da, böylesine derin ve güçlü bir değişim yaşayabiliyordum iç dünyamda?

Bu yaşadığım duyguyu İvam’a açtım. İvam, çok güldü halime. Neredeyse bütün zamanımı ayırdığım kitap okuma uğraşısının kendimi bir kitap gibi düşünmeme neden olmasına şaşırmadı elbette. Ama bir kitap olarak önsözümün yeniden yazıldığını bilmek onu gülümsetti. “Ne sanıyordun” dedi “hep aynı kitap olarak okunacağını mı? Her şey değişir, önceden yazılmış kitaplar bile. Kendisinden sonra yapıtlarını insanların okuyup nasıl yorumladığını bilseydi Kafka, çok şaşırırdı mesela. Sadece Deleuze ve Guattari’nin kendisiyle ilgili yazdıklarını okuması bile yeterli olurdu, kafayı yemesi için.” İvam’ın ne demek istediğini anlamıştım. Kedi Azizesi’yle tanışınca olmuştu bu değişiklik. Aşk, böyle bir şeydi. İnsan, âşık olduğu kişiye yeni bir önsöz yazmaktan kendini alamaz. Daha önce kimsenin göremediği ayrıntıları görür gözleri, başka bir yoğunlukta ve derinlikte ele alır tüm anları, cümleleri. Bir bakmışsın onun hayatının önsözünü değiştirirken, kendi önsözün de değişmiş.

Bunca olumsuz ve kötü şey yaşanırken, benim aşktan bahseden bir yazı yazıyor olmamı garipseyenler olur mu acaba? İvam, üçüncü kulağıyla zihnimden geçenleri duymuş gibi, kucağıma fırladı ve “Şöyle düşün: Bu tür duyguları, daha doğrusu kendi iç dünyamızı ihmal ettiğimiz için de yaşanıyor tüm bu kötü şeyler. Kaç haftadır insanların içine hapsolduğu o boşluk duygusundan kapitalizmin nasıl faydalandığından bahsedip duruyorsun. İnsanın o içsel boşluktan kurtulma yollarından birisi de sevgi değil mi?” dedi. İvam’ın bu sözleri, Cemal Süreya’nın  Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek” dizesini getirdi aklıma. Herkes önce kendi önsözünü değiştirmekle başlamalıydı işe. Hayatın önsözü ancak böyle değişebilirdi. Boşuna mı demiş Ece Ayhan “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler” diye. Oriana Fallaci, “Bir İnsan” adlı romanında aşkı “suç ortaklığı” diye tanımlarken, okumuş muydu acaba Ece Ayhan’ın bu dizesini? Hani gazetelerin tatil günü eklerinde bahsedilen aşkla aynı şey değil elbette Ece Ayhan’ın ya da Fallaci’nin bahsettiği aşk. Pazarlanan, sömürülen, hayatın anlamı olarak değil de sadece bir süsüymüş gibi dile getirilen aşkların yüzeyselliğiyle kuşatıldıkça, insanların ıssızlaştığı bir çöle dönüşmüyor muydu hayat?


Âşık insan, Kafka’nın roman kahramanlarına benzer biraz. Kracauer şöyle yazmıştı Kafka’nın roman kahramanlarını: “Dünyaya geri fırlatılmış biri gibi bakar dünyaya; imparatorun yaşadığı ve bilinmeyen yasaların yurt edindiği yerlere uzanan yoldan geri dönmek zorunda kalan biri gibi.” Rüyadaymış gibi yaşadığı içindir ki, her şey ona mucizevi ve anlaşılmaz gelir, şaşkınlıkla takip eder karşısına çıkan işaretleri. O işaretlerin hepsi, içsel bir yolculuğa aittir ve aradığı şey rüyasını gerçeğe, gerçeği rüyaya dönüştürecek sihirdir aslında. Levinas aşkla ilgili olarak “olanaklıdan daha uzak bir gelecekten gelmektir” derken, kastettiği şey, bir yandan o uzak geleceğin arayışı değil midir? Ait olduğumuz ve bize kaybettirilen o uzak geleceğin…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Ağustos 2012)

Edebiyatın Sansür Gücü

Posted: by bülent usta in
0

Başbakan, Ece Ayhan’ın “Yalınayak Şiirdir”inden bir dizeyi araklayıp “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük” diyor kendisiyle röportaj yapan “The Istanbul Review" dergisine. Başbakan, Ece Ayhan’ın o şiirini okudu mu, okuduysa ne anladı bilmiyorum ama, Ece Ayhan’ın, adını ve şiirinden bir dizeyi anarak kemiklerini sızlattığına eminim. Çünkü Başbakan’ın tüzüklerle çarpışmaktan anladığı şey, Ece Ayhan’ın anlatmak istediği şeyin tam tersi. Birisi kaymakamlık yaparken istifa etmiş, yoksul bir şair olarak aramızdan ayrılmış, diğeri o çarpışarak büyüdüğü tüzüklerin efendisi olmuş, hatta şimdi o tüzükleri bir iktidar aracı olarak kullanıp başkalarını tüzüklerle çarpıştıra çarpıştıra büyütüyor.

Pekiyi, Başbakan, Ece Ayhan’ın bu dizesini hangi meseleyle ilgili soruya yanıt verirken kullandı dersiniz: Edebiyatta sansür... Şöyle diyor Başbakan: “Sansür, sadece edebiyatta değil, sanatta, medyada, siyasette ve diğer alanlarda da kabul edilmez bir engelleme yöntemidir. İfade özgürlüğü, bizim de üzerinde hassasiyetle durduğumuz ve standartlarını her geçen gün yükselttiğimiz bir alandır.”

 Hapiste yatan yazar ve gazeteciler yüzünden Türkiye'ye gelmeyi reddeden Paul Auster’e haddini bildiren aynı Başbakan değil miydi? Daha basılmamış bir kitabın toplatılmaya çalışıldığı zamanlarda, kendisi şiir okuduğu için cezaevinde bir mahkûm muydu, yoksa başbakan mıydı? Yakınlarda, Başbakan’ın partisi, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na basına sansürü arttıran bir teklif götürmemiş miydi? Yine aynı Başbakan, Erbil Tuşalp’e Birgün’de yayımlanan yazısı yüzünden dava açıp tazminat ödettirdiği için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yi 5 bin euro tazminat ödemeye mahkum ettirmemiş miydi? William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine”sini, Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu”nu, bilirkişi raporları “sansürlenmesin” kararı vermesine rağmen, kitapların yayıncıları ve çevirmenlerini, bir daha böyle şeyler yaparsanız yeniden yargılarım diye tehdit eden bir kararı, yine başbakanı olduğu ülkenin mahkemesi vermemiş miydi? Basına yönelik sansürün sadece yasalar aracılığıyla gerçekleşmediğini, iktidar partisinin elindeki her tür aracı kullanarak medyayı nasıl sessizleştirdiğine herkesin tanık olduğu bir zamanda, Başbakan nasıl olur da, ifade özgürlüğünün standartlarının her geçen gün yükseltildiğinden bahsedebiliyor?

İçimin daraldığını gören, üç kulaklı kedi dostum İvam yanıma geldi hemen. Sansürcülerle ilgili komik şeyler anlatmaya çalıştı. Onların genellikle iyi kitapları yasakladığından, yıllar sonra sansürlenen kitapların nasıl üniversitelerin okunması zorunlu kitap listelerine girdiğinden…. İvam’a göre sansürcüler, gerçeklerle yüzleşme konusunda beceriksiz ve korkak oldukları için, sansüre ihtiyaç duyuyorlardı.

İvam gibi üzülemiyorum sansürcülerin varoluşsal sorunlarına. Sansür, birtakım insanların varoluş sorunları yüzünden kaynaklanan bir mesele olmaktan daha öte bir şey. Bugünlerde YKY tarafından yayımlanan “Cogito” dergisi, Michel Foucault’yu özel bir sayıyla ağırladı sayfalarında. Foucault, iktidarların kimliği sabitleme, bir hiyerarşiye dahil edip denetleme stratejileriyle uğraşmıştı. Sansür, o stratejilerin araçlarından birisi. Gazete ve dergilerde teşhirci pek çok metne izin varken, edebi metinlere sansür uygulanmasının bir anlamı olmalı mutlaka. Televizyonlarda ya da gazetelerde kullanılan dil, iktidar söylemine ait kontrol edilebilir bir dildir ve cinselliğin sömürüsü ve denetlenmesi amacına hizmet eder çoğunlukla. Ama edebi metinler, edebi oldukları sürece başka bir söyleme dahildirler ve ürettikleri hakikatin kontrol edilmesi öyle kolay gerçekleşmez. Çünkü, edebiyat ve sanat, iktidarların en çok korktukları bir alana yönelerek kültür ve etik içinde çalışarak yeni anlamlar, yaşam tarzları üretirler. Yoksa hiçbir iktidar baskıcı ve sansürcü olmak istemez. Baskı ve sansürün olumsuz çağrışımlarından uzak bir biçimde, bedeni ve cinselliği kuşatmanın yollarını arar ve sevilmek ister her iktidar.


Türkiye’de baskı ve sansür açısından yaşadığımız bu ağır sürecin en önemli nedeni, ülkenin güçlü bir muhafazakâr iktidar tarafından yönetiliyor oluşu. Muhafazakârlar için en tehlikeli şeylerden birisi, toplumun yaşam tarzındaki değişim olduğu içindir ki, sanata özel bir ilgi göstererek heykelleri yıkmak, tiyatroları yönetmek ya da edebiyatı hizaya sokmakla ilgili özel bir gayret içinde. Üstelik günümüzde insanların çoğu, içine düştükleri içsel boşluk yüzünden, Hannah Arendt’in bahsettiği totaliter tahakkümün koşullarına fazlasıyla hazır gözüküyorlar. Ama yine de işleri zor. Bir şiirin ya da romanın neler yapabileceğinden habersizler. Habersiz olanlar keşke sadece onlar olsaydı…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Temmuz 2012)

Hoyrat ve Uzak

Posted: by bülent usta in
0


Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ın geri dönüşüyle hayatım değişti yine. Başıma gelen güzel şeyleri anlatamam. Anlatmamam gerek, çünkü İvam’ın dediğine göre büyü bozulurmuş. Ama İvam’ın yaptığı büyü sadece benim kişisel yaşamıma yetiyor ne yazık ki? Halbuki dışarıda koyu mu koyu bir sessizlik ve baskı devam ediyor kaldığı yerden. Gaz bombalarının yaydığı sisin içinde geleceğini arayan bir halkın yönünü şaşırtmak artık o kadar kolay olmasa gerek.

BDP’nin Diyarbakır’da düzenlediği “Özgürlük İçin Demokratik Direniş” mitinginde yaşananlar, bana Turgut Uyar’ın “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” şiirini anımsattı. Şöyle diyordu Malatyalı Abdo: “Ne kadar hoyratsınız ve uzaksınız.” Hoyrat ve uzak olmaya devam edildikçe başka tür hikâyeler birikiyor insanların yüreğinde. Hikâye deyip geçmeyin, hayatımıza o biriken hikâyeler yön veriyor, farkında olsak da, olmasak da… Malatyalı Abdo, şöyle diyor yüreğinde biriken o hikâyeyi dile getirirken: “Ben de bu dünyaya geldim geleli / Ucu mor püsküllü marpucum mu var / Ya bir savaş çıkar bozar dengemi / Ya bir ahu gözlü kıyar canıma / Ah! Şimdi bakmayın kocaman bıyıklarıma / Kucağımda kuş gözlü bir küçük kız / Kentlerde o anasız ben kadınsız / Tumturak bir nasır boğazımda / Her şey akıp gider bir katı hüzün kalır / Her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır / Ben de bu dünyaya geldim geleli / Ölmezsem, öldürmezsem / Kim benim farkıma varır?”

İvam, benim şiir okuduğumu görünce, atladı hemen kucağıma. Devletin göstericilere  müdahale edişindeki hıncın, aslında çaresizliğin dışa vurumu olarak görülebileceğini söyledi. Devletlerin çaresiz kalınca neler yaptıklarından bahsetti bana gecenin sessizliği içinde. 30 Ocak 1972’de Kuzey İrlanda’nın Londonderry kentinde, İngiliz Ordusu’na bağlı 1. Paraşüt Alayı’nın silahsız ve sivil göstericilere rastgele açtığı ateş sonucu 14 kişi hayatını kaybetmişti. Çaresiz kalmış bir devletin yapacağını yapmıştı İngiltere Devleti ve 38 yıl sonra İngiltere Başbakanı özür de dilemişti askerlerinin yaptığı o katliamdan. Belki yıllar sonra Türkiye’de de böyle özürlere tanık olacağız. Sivas Katliamı gibi onca katliamdan sonra uzun mu uzun bir özür listesi oluştu, hangi yüzle ve nasıl özür dilenebileceğini bilemiyorum hiç.

Paul Ricoeur, Metis Yayınları’ndan çıkan “Hafıza, Tarih Unutuş” adlı kitabında şöyle diyor sözcüklerin üstüne basa basa: “Kamu düzeninden yarar sağlayan kişi, bir anlamda parçası olduğu devletin yaptığı kötülüklere tepki göstermek durumundadır.” Devletin bir parçası olduğumuz gerçeği, unuttuğumuz ya da unutmak istediğimiz bir şey. Belki de bu yüzden bu kadar seyirci kalınıyor yaşananlara. Yine Ricoeur’ün dediği gibi “körleşmenin sorumluluğu herkese ait.” Bütün mesele, bilmeye cesaret edip kendi anlatımızı kurabilmekte. Malatyalı Abdo diyor ya, “Ölmezsem, öldürmezsem / Kim benim farkıma varır?” Malatyalı Abdo’nun bu sözünü, yıllar evvel Turgut Uyar’ın dizelerinden dinleyip anlayabilseydik eğer, binlerce insanı kaybedecek bu çatışma süreci yaşanmazdı muhtemelen. Malatyalı Abdo’nun anlatmak istediği şey, kendisine başka bir seçenek bırakılmadığı, kendi anlatısını kurma yetkisinin kendisine verilmediğiydi. Bugün yaşanan şey de, Kürtlerin kendi anlatılarını yine kendileri tarafından kurma mücadelesinden başka bir şey değil aslında. Ezilenler öncelikle kendi anlatılarını kurmakla başlıyorlar mücadeleye. Yoksa geriye sadece “bir katı hüzün kalır” ve fark edilmek için ölmekten ve öldürmekten başka bir çaresi kalmayan insanların o koyu sessizliği… Aslında devletleri çaresizliğe sürükleyen de, silahlı direnişlerden çok, Ricoeur’ün bahsettiği o anlatı kurma becerisiden başka bir şey değil. Yoksa İngiliz askerleri ne diye tamamen silahsız ve korunmasız sivillere ateş açsın? Kürtler, artık kendi anlatılarını kendileri kuruyor ve onların bu potansiyelinin, savaş uçaklarıyla ya da tomalarla engellenebilecek bir şey olmadığını, tüm parçası olan “hoyrat ve uzak” insanların anlaması gerek.

Malatyalı Abdo şöyle diyordu Turgut Uyar’ın şiirinde: “Ah! Her şey akıp gider, bir tarlalar ve sevda kalır”. Her şey akıp gidiyor, gidiyor da, yaşadığımız bu utançlar nereye saklanır, onu bilmiyorum işte Malatyalı Abdo.


Bu aralar kendimi biraz mutlu hissediyorum ya, İvam’ın büyüsüyle. Yine de Turgut Uyar’ın “anlık mutluluklar (mutsuzluklar birikir) birikmiyor” sözünü aklımdan hiç çıkarmıyorum, “mutluluk evsenseldir ve kolayca bölüşülür” dizesini de…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Temmuz 2012)