Tereddüt Çizgileri

Posted: 28 Mayıs 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Güneşli günler de başladı şimdi… Sokaklara çıkıyorsunuz, akordeon çalan çocukların kutusuna bozuk para atıyorsunuz, sevgilinize çiçek alıyorsunuz, yeni bir roman çıkmış, yeni bir film gelmiş, çayınızı yudumluyorsunuz, ama bir gölge gibi peşinizi bırakmıyor o huzursuzluk... Uğur Kurt’un kucağında çocuğuyla çektirdiği fotoğrafı geliyor gözünüzün önüne, kanlar içinde yerde yatan Ayhan Yılmaz, maden ocağında ölmüş işçiler ve geride kalan çocukları… Ülkenin boynuna geçmiş bir düğüme benzeyen bu kamplaşmayı ne çözer, bir ülke intihar etmekten nasıl vazgeçer diye düşünüp duruyorsunuz. Düşünmeseniz bile, emin olun, o huzursuzluk içtiğiniz çayın tadını bozuyor, okuduğunuz kitaplardaki cümleleri çalıyor, bindiğiniz vapurlardaki martıları azaltıyor… 

İntiharda tereddüt çizgileri vardır, bileklere işlenen. Siyasi tarihi tereddüt çizgileriyle dolu bir ülkede yaşamanın yüküyle, ne yaşasanız eksik kalıyor bu yüzden. En kötüsü de, iktidarların bir şeyleri değiştiremeyeceğinize dair bir inancı, peşinizden bir gölge gibi ayrılmayan huzursuzluk ve yabancılaşmayla kabul ettirmeye çalışmaları. Ama bir bakıyorsunuz, Soma’da işçiler kazan kaldırıp sendika başkanını istifa ettirmiş, temsilcisiz doğrudan devletle muhatap olarak melankoli çukuruna düşmeden yaslarını hesap sora sora tutuyorlar. Kurumların artık işlemiyor oluşu ve siyaset sahnesinde oynanan oyunların sahteliği, halkın erkleşmesini kolaylaştırıyor. İntiharı önleyecek şey, bu yeni siyaset ve arzunun melankoliye baskın gelmesi...

Peki ya acı, acılar, acılarımız?.. Faulkner’ın “Palmiyeler” romanında yazdığı gibi, acıyla yokluk arasında acıyı tercih etmekten başka bir şansımız olmadı hiç. Tereddüt çizgilerini görmezden gelerek yaşayamayız, içimize kadar işlemişken. Sivas Yangını’ndaki insan kokulu dumanlardan kapkara olmuş ülkenin yüzüne, kanla karışık kömür tozu sıvanırken, insan düşünmeden edemiyor, daha ne kadar derine inebilir ki bir tereddüt çizgisi…

Walter Benjamin’in nefret ettiği bir şeydi “sol melankoli”, yoksulluğa karşı mücadeleyi bir tüketim nesnesine dönüştürüp, kayıtsızlığa ve kaderciliğe boyun eğdirdiği için. Ama Rojava’dan Türkiye’ye geçerken askerler tarafından vurulan 13 yaşındaki Ali’nin artık görmeyen gözleriyle içime bakınca, Gılgamış’taki başlarını önlerine eğip ağlayan Tanrılardan başka bir şey göremiyorum. Turgut Uyar “bir romanda beşinci kişi gibi” olmak diye tarif etmişti bu durumu, hüznünü bir haydudun hüznüne benzeterek.

Belki de çıkış yolumuz bu “haydut hüznün”de gizlidir. Hani biraz da kendimizin yaptığı, yani teslim olmadan ıssızlığa, Akif Kurtuluş’un “Devlet Kaç Tazı Tut” adlı şiirinde yazdığı gibi “melankoliyle coşku arasındaki dengeyi bozma”dan tarihe tanıklık etmemiz için, hepimize bir “haydut hüznü” gerekli… Hani yeri geldiği zaman küfür de edebilen, kadehi kırıp hayata kaldığı, hatta kalmadığı yerlerinden devam ettirebilen bir hüzün… Somalı işçiler, meydana çıkmayıp evlerine kapansalardı, hüzünleri haydutlaşmayacak, ölenler öldükleriyle kalacak, tuttukları yas belki de zehirli bir melankoliye dönüşecek, bir daha asla kendileri olamayacaklardı.

Edip Cansever, “Ester’in söyledikleri”ni aktardığı şiirinde, “Yalnızlığına korku vurma” diye başlar. Bu güneşli günlerde, peşimizi bir gölge gibi bırakmayan o huzursuzluk, yalnızlığımızdaki korkudan alır cesaretini. Çünkü iktidarlar, yaydıkları huzursuzluk ve yabancılaşma kadar vardırlar.


Bırakın komplo teorilerini, dış ve iç mihrakları, sadece kendiniz olarak düşünün. Her gün işyerinde, sokakta, evde ya da başka bir yerde karşılaştığınız haksızlıkları, şiddeti, tahammülsüzlüğü düşünün. Gelip geçmez hiçbir şey, ölünce de geçmez. Gezi’nin yıldönümü yaklaşırken, Gezi Parkı'nı ve gençlerin sarıldığı o ağaçları düşünün. Daha da büyüyecek o ağaçlar, kim bilir gölgelerinde kimler oturacak, daha kimler sarılacak onlara, hepimiz gideceğiz, onlar kalacak. Furuğ’un yazdığı gibi “Kuş ölür / Sen uçuşu hatırla…” Kuşanın haydut hüzünlerinizi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Mayıs 2014)

Sır da yanar!

Posted: 21 Mayıs 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

İçten içe yanıyor maden ocağı, Türkiye gibi... Çıkar ve iktidar hesapları yüzünden sadece madenler değil, Türkiye de yangın yeri, görünmez alevler yükseliyor her yerden. Bizim sokağın en yaşlı kedisi Prenses’le apartmanın çatısına çıkınca böyle şeyler görüyorum. Yaşananları başka türlü görmemde kedilerin bir etkisi olduğu kesin, özellikle Prenses’in. Bilge Karasu da kedilerle yazdı hep, kedilerdi gerçekte yazan. Soma’ya gittiğimi hayal eder etmez kendimi orada buldum mesela, Prenses de ihtiyar bir kadın olarak karşıma çıktı, bakışlarından tanıdım. Beni görür görmez, “Herkesin bildiği sır olmaz sanma” dedi. Herkesin bildiği nasıl sır olabilir ki?

“Bak” dedi, “soruyorlar madencilere, herkes katliamın gelişini görmüş, hissetmiş, çıkan sıcak kömüre dokunmuşlar avuç avuç, hemen yanlarındaymış yangın, ama sır gibi saklamışlar kendilerinden bile.” Herkesin bildiği sırlarla doluymuş içimiz, bilip de söylemiyormuş kimse. Eğitimde, sağlıkta, ekonomide, sokaklarda ve her yerde içten içe yanıyormuşuz, içimizden yanıyormuşuz, içimiz yanıyormuş, ama söylemiyormuş kimse, söyleyenleri de duymazlıktan geliyormuşlar. Büyü diyor buna ihtiyar kadın, kara büyü yapılmış insanlara, askeri darbelerle boşuna kafalarına kafalarına vurulmamış, boşuna komünist avına çıkılmamış memlekette. Kara büyü, neoliberalizmin İslamcı siyasetle yerelleştirilmesiymiş, yeni iktidarın yeni sermayesiymiş muhafazakârlık elbisesi giydirilen, içi başka, dışı başkaymış. Kaçınılmazmış bu yangın, ne kadar artarsa siyasetsizlik o kadar artarmış dini ve milli hezeyanlar, kimlikleri varoluşları kundaklayarak büyüyormuş yangın…

Sendika başkanı ve genel sekreteri bile televizyonda harika maden ocağı demişler, yüksek güvenlikli ölüyormuş işçiler, hayali yaşam odaları varmış herkesin. Denetçiler, en fazla 300 metre giriyormuş madene, daha ileriye giderlerse vicdanlarıyla karşılaşmaktan korkuyorlarmış, kuzu çevirme yerken iştahlarının kaçmasından, yemezlerse kuzu kuzu çevrilmekten… Gökdelenlerdeki yüksek güvenlikli odalarında güvenliksiz madenleri görüşüyormuş takım elbiseliler. Şehit oldular deriz, Ortaçağ’daki madencilerin ölümüyle kıyaslarız, din adamları dolaşır kapı kapı, Toma’lar dolaşır sokak sokak, kader deriz, kaza deriz, ikna edemediğimize basarız tokadı tekmeyi, nasıl olsa her denileni yapan güvencesiz işçilerden gazetecilerimiz, televizyoncularımız var, her şeyi güzelce saptırırlar, istediğimiz pozu veririz diyorlarmış.

Sendikaların zaten sesi soluğu çıkmıyormuş, sapsarı oturuyorlarmış koltuklarında, bürokratlaşmışlar, mafyalaşmışlar, sınıf mücadelesinden uzaklaştıkça. Zaten sınıf mı kalmış bu zamanda, bireyselleştiriliyormuş herkes, bireysel emeklilik gibi... Bırak siyasetin sağını solunu, siyaset bırakmamışlar memlekette. Paralel bahanesiyle mahkemeleri ve polisi istedikleri gibi hizaya sokmuşlar, darbe tehdidiyle ordunun da sesini soluğunu kesmişlerdi, oh mis gibi diyorlarmış. Muhalifleri ya biber gazı manyağı yaptık ya da dava… Ne yapsak olağanlaşıyor memlekette, yaptıkça yapasımız geliyor, yaptıkça yapasımız… Gömleğini iki gün çıkarmadın mı, medyada can başla çalıştığın nasılsa görülür, nasıl da şefkatliyiz, hem döver, hem severiz… Hiçbir şeye boyun eğmediğimizi, istifa diye bağıran kalabalığa koruma ordusuyla dalışımızdan anlarlar artık. O kalabalık istifa diye bağırsa da, içlerinde devlet korkusu var ya, tokat yeseler bile yemedik, kazaran çarptı o el derler diyorlarmış. Müşavir, öyle bir tekme atmalıymış ki mesela, manşetlerle mesaj yerine ulaşmalı, yedi düvel anlamalıymış, bu iktidar istedikleri zaman değiştirebilecekleri bir oyuncak değil, olsa olsa oyuncak görünümlü bir Toma. Zaten Toma’nın bile oyuncağı çıkmış. Soma’nın adını Toma’yla karıştırıyorlarmış artık, Toma’lar koruyormuş iktidarı alevlerden. Arıza yapmamalı, suyu, gazı eksik edilmemeliymiş bu yüzden, Gezi diye bir şey olursa, düşün kaç yüz işçi öldü, bir daha olursa Gezi diye bir şey, ya olursa… Rüyalarına dahi giriyormuş, “Geziciler gelecek, Geziciler gelecek” diye sayıklıyorlarmış, telsizlerden anons ediyorlarmış “Geziciler gelecek, sokmayın Soma’ya”, görünmez alevler her yeri sararken… Soruyormuş telsizden bir ses, “Neye benziyor bu Geziciler?”, yokmuş bir tarifi, gaz maskesi, baret, deniz gözlüğü varsa yanlarında, bukelamunlar gibiymiş bu Geziciler, avukat, doktor, öğrenci, tiyatrocu, hatta mahalleli teyze bile olabilirlermiş, Vendetta maskesi çantasında. Gözlerine bakın diyorlarmış, gözlerinde bir pırıltı varsa, bir hayat belirtisi, basın gazı, geleceği gören gözlerin ışığı varmış onlarda… Işığı varmış onlarda…


Görünmeyen alevler arasında, ihtiyar kadın dedi ki bana, “Herkesin bildiği sır olmaz sanma…” Kaçtı gitti Prenses…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Mayıs 2014)

Metrodaki Hayalet

Posted: by bülent usta in
0

Bu hafta çok yağmur yağdı. Yağmur yağdıkça ben de içime çekildim. Pencereden ince ince yağan yağmuru izlerken, Hasan Hüseyin’in “Tarla kuşlarına inanır / Allah’a inanmazdı” diye başlayan şiirini mırıldandım. Hayat eğer gidilen bir yolsa, bazı şiirler, şarkılar, kitaplar da o yolun tabelalarıydı ve yağmuru izlerken o tabelaların silik soluk yazılarını okumaya çalışırken bulurum kendimi. İlk defa öpüştüğünüz o ânı hatırlıyor musunuz mesela?

Aşk, önceki yüzyıllara ait, arada bir üzerindeki örtünün aralanıp bakıldığı nostaljik bir şeymiş gibi geliyor bana bir süredir… Yağmuru izlerken, gizlice o örtüyü aralayıp o kadın ya da kadınların, o adam ya da adamların yerlerinde durup durmadığını merak etmiş olabilirsiniz benim gibi. Her tür bağlanmanın, bağlılığın günümüzde hastalık muamelesi görüyor olması değil mi zaten, aşkın üzerini örten? Mutlu olmak istiyorsan örtmelisin içini, yoldaki o paslanmış tabelaları söküp atmalısın. Süslü gazete ve dergilerden, süslü televizyonlardan kulağımıza sürekli “boğulmak istemiyorsanız yüzeyde kalın”, “hiçbir şeye bağlanmayın”, “özellikle duygusal bağlar kurmaktan kaçının” diye boşuna fısıldamıyorlar. Belki de bu yüzden hüzne ve acıya karşı gittikçe dayanıksızlaşıyor insanlar. Yüzeyde kala kala, derinlere dalmanın cazibesi unutturulmak isteniyor çünkü, ama zaten sorunlar da derinliği unutmakla başlamıyor mu? Televizyonda ya da sosyal medyada kötü bir haberle karşılaşınca gözlerini kapatıp unutmak isteyenler çoğalıyor doğallıkla. Çünkü tanık olmanın, âşık olmanın, bağlanmanın bir sorumluluğu var. Otomobilleri gibi konforlu olsun istiyorlar her şeyi, televizyon kanalı değiştirir gibi olsun hayat… Sahil bölgelerinde yaz sonu, kedi ve köpeklerini bırakıp giden insanların yaşadığı ruh hâli de böyle bir şey olsa gerek. “Kullan at” mantığıyla yaşandıkça, dünyanın da kullanma süresi kısalıyor, mesafeler gibi... Uzun yolculuklar yapmak yerine, kısa yolculuklarla hareket hâlinde olmak istendiği için, o çok sayfalı kalın kitapların okunması da erteleniyor sürekli, hayatlar da... Kısacık yaşanıyor, uzasa da insan ömrü…

Pencereden ince ince yağan yağmuru izlerken, geçen akşam metroda gördüğüm hayaleti gördüm bir an sokakta, yağmurda ıslanmadan başka kim yürüyebilirdi ki?.. Sizleri bilmem ama ben fallara da, nazara da, hayaletlere de, tarla kuşlarına da inanırım çocukluğumdan beri. Aslında çocukluğumda neysem, öyle kaldı içimde pek çok şey. Şiirlerden zırhlar örmeseydim ruhuma, çoktan delik deşik olurdu…

Hüzünlü bir hayalet oluşu ilgimi çekmişti ilk, çünkü simsiyah giyiniyordu ve siyah saçlarıyla yüzünü gizliyordu. Akşam metroyla eve dönerken, uykusuz ve yorgun olduğumu fark etmiş olmalıydı ki, elimden tutup beni yanındaki boş yere oturtmuştu. O saatlerde boş yer bulmak mümkün olmaz genellikle, belki hayalet olduğu için bilmediğim güçleri vardır. Teşekkür etmiştim, saçları yüzünü görmemi engellese de, elimi tutan elin bir kadına ait olduğu belliydi. Kendisi beni yanına oturtsa da merak etmişti neden korkmadığımı. Ben de ona “Elimi yolculardan biri tutsaydı, korkardım” demiştim, “çünkü kimse tanımadığı birinin elinden tutmaz öyle kolay kolay…” Hayaletlerden değil de insanlardan korkardım. “Ayakta uyuduğumu gören biri cüzdanımı yürütebilir mesela, ama hayaletlerin parayla işi olmaz. Yoksa olur mu?” Gülsün diye söylemiştim bunu ama hayalet oralı olmamıştı hiç. “Çok sıkılıyorum” demişti nedense bir süre sonra, “memnuniyetsiz ve sıkıcılar çok.” “Çünkü memnun olunacak bir hayat yaşamıyoruz” demiştim ben de. “Madem hayatından memnun olmayan çok insan var, ne diye dünyayı memnun olacakları bir yere dönüştürmüyorlar?” diye sormamış, “Korkuyorlar” demişti sadece. Bir hayaletin, insanlar için “korkuyorlar” demesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Ama neyden korkuyorlardı? Hayaletlerden mi, birbirlerinden mi, kendilerinden mi? “Hakikatten” demişti hayalet…


Barthes’ın “Dilin Çalışma Sesi” adlı kitabında, demokrasi için söyledikleri gelmişti o an aklıma. İçi tiksinmeyle, kimi zaman da şiddete yol açacak kadar düş kırıklıklarıyla dolu, tuzaklarındaki tüm aldatmacalar herkesin gözünün önüne serildiği halde, sürü halinde yaşamanın kutsal aracından başka bir şey olmadığını yazmıştı demokrasi için. Burjuva demokrasisinde diyordu Barthes, ya pislik olursunuz ya da aziz… Ve Brecht’in “Kahramana ihtiyacı olan ülke, çok mutsuz bir ülkedir” sözünü hatırlatarak “Kim olursa olsun herkesin Lanetli ya da Kahraman olmasını” engellemenin bir yolu olmalı diyordu. O yolun, içimizdeki tabelalarla bulunacağını bilen iktidarlar, boşuna başvurmuyorlar yasaklar ve sansürlere… Hakikatten uzaklaştıran duble yollar döşüyorlar içimize, gazete ve televizyonlarıyla yeni tabelalar hazırlıyorlar durmaksızın. Unutuyorsunuz ilk defa öpüştüğünüz o ânı… Sonra şehirleri hayaletler basıyor…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Mayıs 2014) 

İmdat Freni

Posted: 7 Mayıs 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Kendimi bu hayatta, bir trenin yük vagonuna kaçak binmiş bir yolcu gibi hissederim genellikle. Hesapta olmayan biletsiz bir yolcu… Trendesindir ama değilsindir aynı zamanda. Balkonlarda ve çatılarda gezinmeyi sevmem de böyle bir şey, ne içeridesindir, ne dışarıda, herkes hareket halindeyken sen onları izliyorsundur. Önceki hayat diye bir şey varsa, muhtemelen o hayatta uzun tüylü, kara bir kediydim. Bir sahaf kedisi, kitap kokuları arasında… Sadece kitapları koklayarak bile, onları okuyanlardan daha çok şey öğrenir kediler…

Balkonlar ve çatılardan hayatı izlerken, havasızlıktan insanların bunaldığını görüyorum ne zamandır, sinirler gerilmiş. Gezi’deki gibi ülkenin havalandırılması gerek acilen, biber gazıyla karışık da olsa insanların derin bir nefes alması, hayata çıplak gözlerle bakabilmesi, birbirlerini görebilmesi lazım. Yoksa Céline’in bahsettiği, can çekişirken otlamaya devam eden koyunlardan bir farkımız kalmayacak.

Vedat Türkali, son romanı için kendisiyle yapılan söyleşide “Gezi diye bir şey oldu ya, geleceğe dair içim rahat” demişti. Gezi’deki coşkuya ve yaratıcılığa ümit bağlıyordu, kara büyü bozulmuştu ya o gün, cadılar ortaya çıkmıştı yeniden, orman perileri büyüler yapmıştı, hatırlarsanız. Ama yaşadığımız şeyin ne kadar farkındayız, şüpheliyim çok. Çünkü gelecek tahayyülümüz yok, geçmişe dair algımız ise sürekli değişiyor ya da değiştiriliyor, “şimdi”nin içinde kaybolmuş gibiyiz.

Sığındığım yük vagonunda, fal bakar gibi tarih kitaplarının sayfaları arasında geziniyorum. Geçmişe bakmak, bugüne de gelecekten bakmak anlamına geliyor çünkü. Paul Veyne’in Metis’ten çıkan “Tarih Nasıl Yazılır?” kitabında “tarih, gerçek bir romandır” diye yazıyordu. Kurmaca olmayan bir kurmaca olarak yaşananlara bakmak, yani gerçekliği bir romanmış gibi okumak, tam da gazete yazarlığımı tarif ediyor, yapmak istediğim şeyi... Tarihle edebiyat arasındaki o ince çizginin üzerinde, geçmişe ve geleceğe bakarak “şimdi”ye dair konuşmak…

Gezi’dir, 1 Mayıs’lardır, barış müzakereleridir, Ukrayna’dır, Suriye’dir ve şimdiki hükümetin icraatları, o icraatları eleştiren ve savunan binlerce yazı, olay, insan iç içe geçiyor zihnimde. Gelecekte kimse Marmaray’ı hatırlamayacak mesela, 70’lere bakınca Boğaziçi Köprüsü’nün değil de Kanlı 1 Mayıs’ın, Deniz Gezmiş’lerin hatırlanması gibi. Televizyon kanallarında binlerce saat konuşmuş Başbakan’ın değil de, insanların sadece bakışlarından ve uçurtmasından bildiği Berkin’in hatırlanacak olması gibi.

Yakınlarda İstanbul’a gelip “Felaketin Yanında Koşmak” adıyla bir atölye de düzenlemiş olan Bifo’nun Metis’ten çıkan “Ruh İşbaşında” kitabından sonra, Otonom Yayınları tarafından yayımlanan “Gelecekten Sonra” kitabı, tam da bu “gelecek” meselesini ele alıyor etraflıca. İlginçtir, geleceğin hayatımızda kaybolduğu, ütopyanın yerini distopyaya bıraktığı tarih olarak Bifo, Punk hareketinin yükseldiği yıl olan 1977’yi işaret ediyor kitapta. Punk’ın o yıllarda öne çıkan sloganı da kehanet gibi: “Gelecek yok!” RAF, Kızıl Tugay gibi örgütlerin ortaya çıktığı, üyelerinin infaz edildiği, öfke dolu isyanların göründüğü, toplumsal dayanışmanın şiddetle dağıtılmaya çalışıldığı bir yıldı 1977. Ne tesadüftür ki, Taksim’deki Kanlı 1 Mayıs’ın yaşandığı yıl da 1977...


Bifo, geleceğin belirgin bir kavram olmadığını, kültürel bir kurgu ve öngörü olduğunu yazmış. Siyasetin önünü tıkayan kamplaşma ve “şimdi”nin içinde kaybolmamıza neden olan kitle kültürü ve ideolojisi yüzünden, ortak akıl gibi gelecek öngörümüz de bizimle birlikte kayıp… Geçmişte olduğu gibi “mutlu yarınlar miti” üzerinden siyaset yapmak ne kadar anlamsızsa artık, “şimdi”nin içinde kaybolmuşken başımıza gelenin ne olduğunu anlamamız da imkânsız. Yük vagonundan görünen manzarayla, yolcu vagonlarından görünen aynı değil çünkü, iç savaşın içlerine doğru ilerliyor tren. Neo-liberalizmin açtığı karanlık tünellerden gidilecek başka bir yer olmadığını söylüyor tarih ve kitapları. Trendeki her şey gibi bozuk olan imdat freninin üzerindeki toza üfleyince, “tahayyül” yazısı görünüyor silik soluk… Cortazar’dan bir şiiri mırıldanırken yakalıyorum kendimi o an, bahar rüzgârı yüzüme vururken: “Öğrenciler zamana baskın veriyor koşarak / Deri giymiş hayvanların sopaları altında / Ve hiçbir şey karşı duramaz buğday tarlalarının dizemine / Ve karşı duramaz hiçbir şey senin gülümsemene, ah sevdiceğim / Ve yaşamına oynayarak silip götürür gözyaşı bombaları!” Bir trende, önce imdat freni tamir edilmeli!

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Mayıs 2014)  

Bulutlar Gibi

Posted: by bülent usta in
0

O gün “pantolonlu ya da etekli bir bulut” olacak herkes, Mayakovski’nin şiirindeki gibi… Aşk gibi bir şey çünkü bu, hikâyesi çok eski bir aşk… O gün, İstanbul işgal edilmiş olsa da polis gücüyle, kapatılsa da şehir, “Senede Bir Gün” şarkısındaki gibi aynı gün aynı yerde buluşmak için yürüyecek binlerce insan, dünyayı kuşatan karanlık ve sessizliği bozguna uğratmak için…

Süssüz temiz bir kıyafet giyeceğim ben de o gün, sevinç kadar hüzün olacak çünkü içimde, saklanmaz bir hüzün… Yürürken iki de bir gökyüzüne bakacağım, gökyüzü de bana bakacak, pantolonlu bir bulut olacağım çünkü. Bulut olmadan hareket etmemiz mümkün değil, dünya, üzerinde yaşayan insan sayısı kadar parçalarına ayrılmışken. Bulutlar gibi birbirimize karışıp ayrılacağız ve sonra çakan şimşeklerle… Hiç eskimeyecek bir aşk çünkü bu, hikâyesi eski olsa da…

Ama isterdim ki, nümayiş kültürümüz, Walter Benjamin’in bahsettiği şu içimizdeki hastalıklı sol melankoliden kurtulsun. İsterdim ki, sendikalar, örgütler nümayişleri ciddiye alsın, kendi küçük iktidarlarını değil... Nasıl devlet, nümayişleri engellemek için binbir türlü plan yapıyor, stratejiler geliştiriyorsa, şöyle bir dünyadaki nümayişlere bakıp stratejiler geliştirilsin, öyle slogancı, dümdüz olmasın bir şey… 1 Mayıs’a yakışanın derdinde olsun herkes. O kimsenin dinlemediği kürsüler, o sanki insanlar kurtarıcı bekliyormuş gibi sözler olmasın artık. Eskilerin yanına yeni şarkılar yapılsın, yeni şiirler yazılsın… Cemal Süreya’nın dediği gibi aşklar da bakım ister çünkü. Sadece bakım da değil, insanların içindeki “sol arzu”yu yenilemek, o arzuyu tüketen melankolinin kayıtsızlığından ve kaderciliğinden kurtarmak gerek.

Jodi Dean, YKY’den çıkan “Komünist Ufuk” adlı kitabının bir yerinde, Walter Benjamin’in “Sol Melankoli” makalesini tartışıyor, muhafazakârlığın özsaygı yitimiyle ilişkisini, geçmişin değerlerini yücelterek kendi değersizliğinden kurtulma çabasının sonuçsuzluğunu… Aslında her şey tam da insanın kendisinde, varoluşunu bir sanat yapıtına dönüştürmesiyle ilgiliymiş gibi geliyor bana, yani bütün mesele pantolonlu ya da etekli, bir bulut olmakta gizli. Yaratıcılığın çekim gücünün serbest kalmasının her şeyi nasıl tersyüz ettiğini, sokakların kölesiz efendilerle nasıl dolup taştığını görmüş, yaşamıştık Gezi’de.

Renata Salecl’in Metis’ten çıkan “Seçme İkilemi” adlı kitabının yayımlanması anlamlı bu yüzden. Tüketim toplumu içine sıkışmış bireyin varoluş mücadelesini anlamanın ve çözümler üretmenin aciliyeti, bugünlerde Galataperfom’da sahnelenen Şenay Tanrıvermiş’in yazdığı ve Yeşim Özsoy Gülan’ın yönettiği “Dil” adlı oyunda da ele alınıyor ki, izlemelisiniz. Tüm o tüketim çılgınlığının nasıl bir doyumsuzluğa neden olduğunu ve insanı azar azar gerçeklikten koparıp nasıl yok ettiğini, oyuncuların o inanılmaz performansıyla sahnede izlerken, Salecl’in kitaplarında bahsettiği günümüz insanının kaygı hâlininin nedenlerini düşünüp durdum. Yaşamlarımızı kusursuzlaştırma iddiasıyla önümüze konan reçetelerin sahteliği ve varoluşumuzu kemirerek beslenen uzmanların, kişisel gelişimcilerin ve medyanın insanları sürüklediği sefalet, ancak yaratıcı enerjinin “sol arzu”yla buluşmasıyla önlenebilirmiş gibi geliyor bana.


Çok küçüktük daha, ilk aşkımla 1 Mayıs’ta Taksim’e yürüyorduk, yine yasaktı ve her yerden karşımıza polisler çıkıyordu. Birbirimize dua eder gibi devrimci şiirler okuyorduk, içimizde korku ya da umutsuzluk yoktu. Öylesine haklı ve hak edilmiş bir gündü ki 1 Mayıs, dünyanın bütün ordularını dahi önümüze yığsalar, sanki bir yolunu bulup Taksim’e çıkacaktık. Bir ara Beyoğlu’nun ara sokaklarında birbirimizi kaybetmiştik. Ters yönlere doğru koşarken, başka bir ara sokakta karşılaştığımızdaysa, Taksim’e çıkmış gibi sevinmiş, Mayakovski’nin şiirindeki gibi birer dudağa dönüşmüştük, kavuşan dudaklar... Kazanmaktan daha önemliydi vazgeçmemek. Ataol Behramoğlu’nun şiirini okuyarak yürümeye devam etmiştik sonra Taksim’e doğru. Bütün yollar Taksim’e çıkar… “Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! / Bunu söyleyeceğiz bin defa!  / Sonra bin defa daha, sonra bin defa daha, çoğaltacağız marşlarla / Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda…” Bulutlar gibi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Nisan 2014)