Rotasız Gemiler

Posted: 29 Haziran 2014 Pazar by bülent usta in
0

Dünya, küçük küçük adalardan oluşan bir gezegen olsaydı… Bu akışkan ve bir süreklilik içinde başka bir şeye dönüştüren, laboratuvar farelerinin sürdürdüğüne benzer hayatta kalma hastalığından muzdarip bir hayat sürmek zorunda kalmayacaktık belki de…

Adada gözümü denizden ayıramadım bir türlü, yanımda getirdiğim kitaplara göz ucuyla bakabildim sadece, gazetelerde okuduğum haberler bile, denizi aşıp ulaştığı için her zamankinden farklıydı sanki.  Kâmuran Şipal çevirisiyle Cem Yayınevi’nden çıkan “Çağdaş Alman Öyküleri Antolojisi”nde Jeannie Ebner’in “Büyülenmiş Birinin Günlüğü” adlı öyküsü, “Eminim ki her gün dalgalı sular üzerinden gemilerin geçtiğini gören kimsenin ruhu bir başka doğrultuda gelişir ve normalden daha uzgörülü nitelik kazanır” diye başlıyordu. Adadan gördüğüm kadarıyla Ebner’in “uzgörü” dediği şeyden tamamen uzaktık, hiç yoktu. Çünkü kimse kendisi olmak istemiyordu. Max Frisch günlüğünde, bütün sanatların en zahmetlisi olarak tanımlıyordu “kendi olma”yı. Başkalarının dayattığı tanımları ve kimlikleri reddetmek hiç de kolay bir şey değil çünkü. Kendi olmayan biri ise uzgörünün çok uzağındadır, gözleri kamera değil ekrandır artık, ona gösterileni izleyen.

Adadan geçen gemileri izlerken Baumann’ın Versus’tan çıkan “Yaşam Sanatı” adlı kitabında, bir ağacın kökleşmesiyle bir geminin demir atması arasındaki farklardan yola çıkarak kimlik meselesini ele aldığı bölüm geldi aklıma. İçine doğulan topluluğun himayesinden bir kere kurtulunca, artık geri dönülemez, kökünden koparılan kurur. Kökler, içlerinden büyüyüp gelişen bitkinin biçimini önceden tasarlarken, demir alma ve demir atma sadece geminin rotasıyla ilgilidir sadece. Bizim sorunumuz, kökmüş gibi muamele gören çapalardır belki de, ya da kökleşmiş çapalar… Çünkü kaptanların seyir defterleri, katliamlara ait rakamlarla dolup taşıyor. Kimlik, Kaufmann’ın dediği gibi “büyük ölçüde Öteki’nin reddedilmesiyle” beslendiği içindir ki, ağır bir mesele hâline geliyor bu topraklarda, hangi yöne gitse gemi, ardında cesetler eksik olmuyor…

Jeannie Ebner öyküsünde, içindeki hapis hayatı yaşayan bir deliden bahsediyor, yaşadığımız pek çok hüznün o delinin varlığından kaynaklandığını. Hani Gezi’de içimizden fırlayıp çıkan, kahkaha ve gözyaşlarıyla, oyun ve şakalarıyla, aşkı ve öfkesiyle bizi şaşkına çeviren şu deliden. Ebner, içindeki deliyi şöyle tanımlıyor öyküsünde: “Yaşamımın güven ve düzenini tehlikeye attığını bahane ederek bu deliyi tıktım hücreye, oysa özgürlüğüme yönelik her türlü  kısıtlamaya isyan edip, gerçek ve onurlu bir yaşam uğrunda başkaldırmış biri.”

Özgür ve onurlu bir yaşam istemenin bedeli, bu topraklarda her zaman ağır olduğu içindir ki, hüznü yakıştırmışız kendimize daha çok, şarkılarımız türkülerimiz hüzünle dolup taşmış. Hani bazen durduk yere hüzünlenirsiniz ya, kadehi vurup kırasınız gelir; işte durduk yere değildir o hüzün, şiirle şarkıyla yatışması da boşuna değildir, sizi deniz kenarına sürüklemesi de… İçinizdeki deli serbest kalacak diye korkarsınız ya aşktan, işte öyle öyle laboratuvar faresine dönüşür insan. Turgut Uyar, boşuna “Çılgın-Hüzünlü” şiirini yazmamış, “her sabah denize çıkar, bir elma yerdi / hüznünü ve çılgınlığını elmanın / gözünü yumsan ağzında duyarsın…”

Gözünüzü yumsanız da ağzınızda duyacağınız o “çılgın hüzünlü” mahkûmunuz, hücresinin kapısı sonuna kadar açılsa da dışarı çıkmayabilir. Ebner, kendi mahkûmuyla ilişkisini, iğrenç ve gülünç bir aldatmaca oyununa benzetiyor bu yüzden, insanın kendisine karşı takındığı ikiyüzlülüğe isyan ederek. Zaten o ikiyüzlülükten beslenmiyor mu kimlik sorunlarımız?


Dünya, küçük küçük adalardan oluşan bir gezegen olsaydı, içimizdeki deliler hapis hayatı yaşamaz, özgür ve onurlu bir yaşam uğruna ağır bedellerin ödenmesine gerek kalmazdı belki de… Herkes her şeyleşmez, gemiler rota için kaptanlara ihtiyaç duymaz, martıları takip ederlerdi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Haziran 2014)

Mavi Acı

Posted: by bülent usta in
0

Ada uykusu bu, çok uyutur. Uyumuşuz biz de, dalga seslerini dinleyerek. Alışkın olduğum yatağımda değil de deniz kenarında uyanmanın, gözümü açar açmaz denizle karşılaşmanın verdiği şaşkınlık, içimdeki acıyı mavileştirmişti, renksizdi ne zamandır. Yoldayken bir çocuğun daha öldürüldüğü haberi gelmişti. “Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun” dediği gibi Attilâ İlhan’ın, siyaset ve ölüm hep yan yanaydı bu topraklarda ve en çok çocuklar öldürülüyordu, çünkü en dayanılmaz ölüm çocukların ölümüydü. Şiirin devamında “Korkusu kalmış içimizde terkedilmiş çocukların” dediği gibi, yıkık dökük bir odada, tasını tarağını toplayıp gitmiş bir gökyüzünün altında, insanların içine korku ve karanlık salan bir devletle baş başa kalıyorduk hep. Dünyanın adaletsizliklerden ibaret bir yer olduğunu iyi biliyorduk, başka bir şey bilmemiz istenmiyordu zaten. Ya dünyanın bu hâlini kabul edip ona uyum sağlamalı ya da hınç ve intikam duygularıyla karmaşıklaşan adalet tutkusuyla yanıp kavrulmalı... Şarkılarda ve şiirlerde, kendine acımayla dolu keder bu yüzden daha çok sanki. Belki de en iyi arabesk anlatıyordur, bu toprakların derinine işlemiş o çaresizliği…

Robert C. Solomon’un Ayrıntı’dan çıkan “Adalet Tutkusu” kitabında yazdığı gibi, yine de kendine acımaktan, kendini çaresiz bir kurban gibi hissetmekten daha iyi, dünyayı değiştirme ihtiyacıyla ortaya çıkan o hınç. “Zirvedekilere, gücü elinde bulunduranlara yırtıcı bir gözle bakar” diyen Solomon’a göre hınç, insanın kendi bedbahtlık duygusunu korumasının tek yolu ve o duyguyu başkalarıyla paylaşmasındaki ısrarı da şefkatten alır gücünü. Hınç ve intikam hisleri, her ne kadar rahatsız edici ve kötü olsa da, Solomon’a göre insanın içindeki adalet tutkusu, bir şeyleri değiştirme gücüne başka türlü dönüşemiyor. Dünyanın her yerine şiddet ihraç eden ABD gibi devletlerin liderleri “Şiddetle hiçbir şey elde edilemez” derlerken, varlıklarını koruyan ve güçlendiren şiddeti değil de, adalet tutkusundan kaynaklanan şiddeti kastederler sanki. Çünkü elde ettikleri her şeye, gizli ya da açık şiddetle sahip olmuşlardır. IŞİD, intihar bombacılarıyla devlet kurmuyor mu bugünlerde? Sonra IŞİD’in lideri çıkıp “Şiddetle hiçbir şey elde edilemez” dese, kim inanır.

Güneşin doğuşunu denizin kenarında izlerken, ayaklarıma ulaşan dalgalarla mavileşen acım, Kafka’nın güncesine Kierkegaard’dan yaptığı alıntıyı hatırlattı... Siegfried Kracauer’in Metis’ten çıkan “Tarih –Sondan Bir Önceki Şeyler” kitabında da vardı o alıntı, sonsöz yerine. İlk cümleleri şöyleydi: “Ama özgünlük sahibi bir insan gelip de ‘dünyayı olduğu gibi kabul etmeli’ değil de, ‘dünyayı nasıl olursa olsun, ben dünyanın paşa keyfine göre değiştirmeye hiç niyetim olmayan bir basitliğe sadık kalıyorum’ der demez, bu söz işitildiği anda, âdeta varoluşun bütününde bir dönüşüm ortaya çıkar…”

Kendimi balıkçı olarak hissetmem, o basitliğe sâdık kalmamla ilgili oldu sanki hep. Belki de o yüzden Philippe Djian’ın “Betty Blue” adlı romanındaki o musluk tamircisi yazarın iç sesindeki maviliğe yakın buldum kendimi. Dünyanın ve aşkın ona sunduğu tüm karmaşıklığa ve adaletsizliklere rağmen duygu ve düşüncelerine sonuna kadar sadık kalmanın o mavi acısı… Kendine acımanın, çaresiz hissetmenin renksizleşen acısı, dayanılmaz geldi bana hep. Farkında olmadan umutsuzluğu örgütleyen o renksiz acıyla her karşılaşmamda, “Betty Blue”daki musluk tamircisi yazarın “Ve bundan sonra insana sadece umutsuzluğun kaldığına inanmak, bir kere daha yanılmaktır. Çünkü umutsuzluk da bir yanılsamadır” sözünü hatırlarım. Başıma ne gelirse gelsin, biliyorum ki beni ayağa kaldıracak olan da bu duygu olacak hep. Yani hayatı ve aşkı kutsayan, ölümü savunan iktidarlara karşı duran içimdeki mavi acı… Turgut Uyar’ın “Acının Coğrafyası” şiirinde yazdığı gibi “kim gelirse gelsin acıya hep yer vardır / tutanaklarda duvar diplerinde ve bazı yerlerde / örneğin çukurova ve mekong köylerinde / acıdır ağacın gölgesini yapan…” Aynı şiirin sonunda, “biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır” diyerek, acısını mavileştirir. Ağacın gölgesini yapan bu acı, adaletsizliklere ve sahteliklere direnmemizi sağlayan, bizi biz yapan…


Kıyıda durmuş, uçsuz bucaksız görünen maviliğe bakarken, izlediğim, içimin denize akışıydı. Acının coğrafyasında, denizlere akmakla dağlara çıkmanın buluştuğu yer aynı…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Haziran 2014)

Hayatın Dibi

Posted: by bülent usta in
0

Herkesin aynı şeye bakıp farklı bir şey görmek isteyip de göremediği ama bir türlü düşüncelerini de alamadığı gündemden sıyrılıp hayatın dibine dalmak için balıkçılar kahvesinde kâğıda kaleme sarıldığım bir gün. Hayatın dibi sessiz bir yerdir, sen ve evren baş başasınızdır. Sevdiğiniz biri varsa, kendisi olmasa da hayali yanı başınızdadır, ama o hayalin sevdiğiniz kişiyle de bir ilgisi yoktur. Yani yalnızsınızdır ama bu yalnızlık başka bir şeydir, hani o kalabalıkların içinde yaşanana benzemez.

Biz balıkçılar, bir kediye ya da martıya bakarken, bir an bile baktıkları şey olamayan kara insanları için üzülürüz genellikle. Üzerlerine boca edilmiş korkular yüzünden o kadar kaygılıdırlar ki, bir an olsun bile kendilerinden dışarıya adım atamazlar, korkarlar. İçlerine kilitlenmişler de, kilidin anahtarı dipsiz bir kuyuya atılmış gibidir sanki. Sonra herkesin onları anlamalarını beklerler, kendileri bile o kuyuya giremezken. Dışarısı güvenilmez ve tehlikelerle dolu bir yerdir, sürekli risk hesabı yapmak zorunda oldukları, gazetelerin üçüncü sayfa haberleri türlü acıklı sonlarla doludur çünkü. İsyan hareketleri bile, insanların bu risk hesaplarına göre şekilleniyor artık, varoşlarla şehirlerin merkezlerindeki nümayişlerde bile bu farklılık görülebilir. Bir insanın ne kadar modernleştiği, ne kadar iyi risk hesabı yaptığıyla alakalı çünkü. Üzerini kirletmekten ve yabancılardan korkan şehirli bir çocukla köylü bir çocuk arasındaki fark gibi. Batılı bir insanın, bırak bombadan korkmayı, kendisini bombaya dönüştüren Ortadoğulu birini anlaması da beklenemez bu yüzden. Bu risk hesapları yüzünden değil mi, günümüz insanı çoğunlukla aşkı filmlerde ve romanlarda yaşamaya mahkûm oldu. Kimsenin derinleşmeye vakti yok ama sorsan herkes yalnızlıktan şikayetçi, dışarısı öcülerle dolu…

Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden çıkan “Açık Bilim” adlı kitapta bir yazarla bir genetik antropologun söyleştiği bir bölüm var. Orada Spencer Wells, bizi bütünüyle çağdaş insan haline getiren davranış değişikliklerinin tomurcuklandığı yüz bin ya da yetmiş bin yıl öncesine kıyasla pek çok yönden daha az insan olduğumuzu söylüyor. Doğal dünyayla yeniden bağ kuramayan insanın zavallılığına dair hüzünlü bir tespit bu… İnsanların bu zavallılığı yüzünden değil mi hiyerarşiye gereksinim duymaları, kendi zavallılıklarını yarattıkları kutsallıklarla gizlemeye çalışmaları. Wells, insanın kendini uyumlu olmak zorunda hissettiği kültürü korkutucu bir virüse benzetiyor, çünkü kültür denilen şey, tıpkı devlette olduğu gibi insanın kendisi tarafından yaratılmış olsa da kontrolünü kaybedip kölesi olduğu bağımsız bir organizmaya dönüştü zamanla. Kendi hapishanesini inşa edip, sonra da o hapishanenin parmaklıkları arasında dışarıya hüzünlü gözlerle bakan insanın çaresizliği, siyasetin ve sanatın derinlerdeki en önemli meselesi olageldi hep.

Balıkçılar kahvesi, gündelik hayatın bir bataklık gibi bizi içine doğru çeken o yapış yapış yapmacıklıklarından, yüzeyselliklerinden ve tüketim nesnelerinden uzak bir yer benim için. Denize açılınca daha bir uzaklaşıp kendine yaklaşır insan. Kâğıda kaleme sarılıp hayatın dibine doğru yaptığım her dalıştan, kendime ve hayata dair bir şeyler bulup çıkarmak, balık tutmak gibi bir yaşama biçimi... Ama her dalışta olduğu gibi, bunun da riskleri yok değil. Bazen canını da yakabilirsin, nefesin yetmez, denizin dibinde her balığa dokunamayacağın gibi bazı anılara da dokunamazsın, çarpılırsın, vurgun yemiş bir dalgıç gibi kalakalırsın dipte.

Hayatı eğlenceden ibaret gören kara insanlarından biri, “Herkes kendin ol diyor, ama ya kendim sıkıcı ve işe yaramaz biriysem” demişti bir defasında. Başka biri gibi davranmazsa, insanların dikkatini çekememekten, yalnız kalmaktan korkuyordu. Arzulanabilir biri olmaktı bütün mesele, bedeli ne olursa olsun. Tüm o kıyafetler, kişisel gelişim olayları, estetik cerrahiler bunun için vardı, başkası olduğu için de derinliği olmayan güvenlikli bir hayat yaşamak zorundaydı. Aslında böyle yaparak gerçekte o korktuğu sıkıcı ve işe yaramaz birisine dönüştüğünün de farkında değildi. Biz balıkçılar, kara insanları için kendi kendilerini hapsettikleri bir hayat yaşadıkları için üzülürüz, ama onları yargılamayız, bizimle oturup çay içebilirler. Tarlabaşı’nda sokak çocuklarının yazdığı bir duvar yazısındaki gibi, “Sevin bizi, sevelim sizi.” Ama kendisinden nefret edenlerden korkarız… Hayata düşman olmaktır faşizm, nefretle beslenen…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Haziran 2014)

"Bu bize aşktır"

Posted: 4 Haziran 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Günlerdir yağan siyasi bir yağmur, şehri altüst etti, dolmuşlar yüzer oldu deniz taksileri gibi. İktidar siyasete düşman olunca, yağmur bile siyasi yağıyor, yok başka bir yolu. Balıkçılar kahvesinde oturmuş, zaman zaman dolu şiddetine dönen yağmuru izliyordum. Dalgakırana çarpan dalgaların ve yağmurun sesini dinlerken, aklımın bir köşesinde Ali İsmail vardı, onu ölüme sürükleyen mekanizmanın işleyişi... Valisinden doktoruna, polisinden savcısına neredeyse bir reflekse dönüşen bu mekanizmanın krokisi, Hrant Dink davasında ortaya serilmişti. Eğer Hrant Dink cinayeti aydınlatabilse ve sorumluları cezalandırılabilseydi, Ali İsmail gibi onlarca kişi, bugün hayatta olacaktı. Tarih durmadan yazıyordu, mürekkep yerine kanla doldurarak kalemini.

Dalgakırana çarpan dalgalar, zaman zaman duvarı da aşıyordu, neredeyse kahvehaneyi alıp götürecek. Dalıp gitmişken, Cavit Abi içeri girdi sırıl sıklam, filozof balıkçımız... “Bakıyorum da yine hüzünlü şarkılar gibi hüzünlüsün” diyerek bir kahkaha attı. Dayanamaz sevdiği insanları üzgün görmeye. Ne ara Cemal Süreya okudu da, gündelik konuşmasının içine kattı o dizeleri, hiç bilmiyorum. Çünkü yıllardır bir kere olsun elinde kitap görmüşlüğüm yok. Bir defasında da, dönüp dolaşıp balıkçılar kahvesinde soluğu aldığım için, “Sen ne iş yaparsan yap, ister üniversitede hoca ol, ister ünlü bir romancı, balıkçı olarak kalmaya mahkûmsun evlat. Avlanmışsın bir kere” demişti, sanki Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni okumuş gibi. Bazen, bizim bilmediğimiz bir hayatı varmış, orada Badiou gibi bir filozofmuş da, bizimle kafa bulmak için balıkçı taklidi yapıyormuş gibi geliyor bana.

“Gezi’nin yıldönümünü ya Cavit Abi, etrafımızı saran şiddeti düşünüyordum” dedim. Durdu şöyle bir, ağır bir mesele açılmışsa, konuşmadan evvel mutlaka oturur, yağmurluğunu çıkarıp oturdu yanıma. “O şiddet hep vardı be evlat, hatta bu iktidar döneminde çok daha fazla vardı, gözaltında kayıplar olmadığı için azalmış sanılıyordu, ama şiddet illa fiziksel olmaz ki, dışlayarak, yok sayarak, itibarsızlaştırarak, kuşatarak, sansürleyerek, açlık ve işsizlikle terbiye ederek, mahkeme mahkeme süründürerek de olur. Gezi’de bu şiddete yoğun olarak fiziksel olan da eklendi, korkuldukça arttı dozu” dedi.

Aynı şeyi yapmıştı yine, Metis’ten çıkan ve çeşitli yazarlara ait makalelerden oluşan “İktidarın Şiddeti”ni okumuş da, “sessiz şiddet”i tarif etmişti sanki. Kitapta siyasetin nasıl ikiliklere hapsedildiğinden bahsediliyordu. Başbakan, 12 Eylül’ün inşa ettiği siyaset sahnesinde oynamayı öyle iyi biliyordu ki, ihtiyaç duyduğu tek şeyin ikilikler olduğunun farkındaydı, ona uygun, yani siyaset karşıtı bir siyaset izledi. Laikler ile anti-laikler, sivil siyaset ile askeri siyaset taraftarları yetiyordu bu siyaset sahnesine, daha fazlasına gerek yoktu. Feministleri, Alevileri, radikal solu, hatta tüm kitleselliğine rağmen Kürt hareketini marjinalize etmek ve oyunun dışına çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Gücü iyice zayıflatılmış bir CHP, en az kendi partisi kadar lazımdı ona, istediği zaman tarihin tozlu sayfaları arasından belge çıkartıp tokatlayabildiği… Başarısız olmuş bir modernleşme projesini kendisine miras edinmiş bir siyasi partiden daha iyi rakip olamazdı. Ama o lanetledikleri sistemi, şekilsel olarak değiştirmekle yetiniyor, 12 Eylül’ün kurumlarını ve Ali İsmail’i öldüren o mekanizmayı, aynen muhafaza ediyorlardı. Olan şey sadece kalpağı çıkarıp fesi giymekten ibaretti. Ama gerçekte amaçlanan şey, neoliberalizm zehirini bu toprakların damarına enjekte etmekti. Muhafazakârlık, işlevli bir şırıngaydı zehir için, uyuşturuyordu önce. Siyasette sınıfsal olana zaten hiç yer yoktu, Cumhuriyet kurulduğundan beri; sınıfsal mücadele tüm dengeleri bozacağı için öldüresiye korkuluyordu. Siyaset sahnesinden kovmak istedikleri herkes, iktidarın hiç ummadığı bir anda, kesilmek istenen ağaçlarla özdeşlik kurarak Gezi Parkı’nda toplanmış, kendi siyaset sahnelerini yaratmışlardı.

Cavit Abi, sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi girdi araya: “İç savaşın en yumuşatılmış hâlini yaşıyoruz evlat. Gezi’de şiddetten uzak durulması gerçekten bir şans, aksi halde çok daha fazla kan dökülürdü. Ama bu barışçıl yaklaşımın önemini kavrayamadılar, hatta bu tavrı bir zayıflık olarak görüp, üstüne üstüne gittiler. Böyle devam edemeyeceklerini onlar da biliyorlar. Gezi Parkı’nın durumu gibi, açılsa bir dert, açılmasa bir dert… Ne parktan çıkabiliyorlar, ne de ağaçları kesebiliyorlar. Tek çıkış yolu var, o da siyaset…”


Yağmur dinecek; martılar, kediler, balıkçılar yerlerini alacak; Osman Abi çayları tazeleyecek; hayat kaldığı yerden devam edecekti. Tuhaf geliyordu bana bazen akışın bu umursamazlığı… Turgut Uyar’ın dizesi geçti o an kahvenin önünden, “eririz tükeniriz, toplanır yaratırız. bu bize aşktır”… Aşk…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Haziran 2014)