"Ağaçlar Uyuyor Daha"

Posted: 30 Temmuz 2014 Çarşamba by bülent usta in
0

Sıcaklar ve savaş ortamı bunalttıkça bunaltıyor, hiçbir şeye şaşırmama hâli için ideal bir hava. Başka hayatlar yaşandığına, o başka hayatların kurgusunun farklı olduğuna ikna olmak kolaylaşıyor böyle zamanlarda. Kadınların kahkaha atmasını ayıplayan bir başbakan yardımcısına ne dense boş mesela. Ya da solcu geçinip, hem Berkin için gözyaşı döken, hem de Berkin’i seçim meydanlarında yuhalatanla çocuklar gibi şen top oynayanlara… Sonra aynı kişiler, size solculuk dersi de verebilirler, ahlak dersi de; hatta sanatın ideolojisinden bahsedip size sanat dersi bile verebilirler, çünkü güçlüdürler, paraları ve iktidarları vardır. Hem unutulur her şey kolayca; bir film çeker, bir kitap yazar, verir parasını manşet manşet…

Bir yandan Ortadoğu’da kan döküle döküle bir şeyler hızla değişiyordur ve içinde olduğumuz şu sokak bile, önceki günkü sokak değildir mesela; ama bir şey olmuyormuş gibi devam ediyordur bir yandan hayat… Turgut Uyar’ın “kalktım ki şaşırdım / önümde pencere geride deniz / gök felaket / ağaçlar uyuyor daha” dediği gibi…

Birinci Dünya Savaşı’na tanıklık eden Kafka, savaş başladıktan üç ay sonra “Ceza Sömürgesi”ni yazmıştı. Kırmızı Kedi’den İlknur Özdemir çevirisiyle çıkan kitabı yeniden okurken, bir yandan da Gazze’yle ilgili gazete haberlerini takip ediyordum, ister istemez Gazze’yi “Ceza Sömürgesi” içinde düşünerek. Kafka, Felice’ye yazdığı bir mektubunda dünya savaşını, “önceki bütün savaşlardan daha fazla, bir sinir savaşı” olarak tanımlamıştı. O “sinir savaşı”nın, Gazze’de yaşandığı haliyle geldiği noktayı Kafka görseydi, ne düşünürdü acaba diye merak etmedim değil. Yıkıntıların arasında kitaplarını arayan o Filistinli kız çocuğunun fotoğrafına baksaydı, “Ceza Sömürgesi”nin devamını yazar mıydı mesela? Michael Löwy, Versus’tan çıkan “Boyun Eğmeyen Bir Hayalperest” kitabında “Ceza Sömürgesi”yle ilgili olarak şöyle diyordu: “Kafka eski komutanı, subayı ve aygıtı bir araya getirerek, Birinci Dünya Savaşı’nın temel özelliğini etkileyici bir bilinç berraklığıyla kavramıştır: En arkaik, gerici, geçmişe özlem duyan, patriarkal, sözde-dinsel ve kaba otoritarizm ile en rafine, en modern, en doğru, en hesaplı, en rasyonel teknoloji arasındaki çözülmez bağ, sıkı kaynaşma.”

Löwy’nin Kafka’nın öyküsüne dair yaptığı bu analizi, sadece savaş için değil de devlet, hatta şimdiki iktidar için düşünsek, yaşadığımız durumu anlatan en açık tarif olurdu herhalde. Geçmişe özlem duymaktan Gezi’de tanık olduğumuz öldürücü kaba otoritarizme, sözde-dinsel tutumlardan teknolojiye yapılan vurguya, her şey yerli yerine oturuyor. Yani Batı uygarlığının geliştirdiği araçsal rasyonaliteyi disiplinle uygulayan bir iktidardan beklenecek şey de “sinir savaşı”ndan başka bir şey olmayacak. İktidar, Gezi’den sonraki seçimlerde aldığı oy oranını bile, varlık nedeni olan bu “sinir savaşı”na borçlu. Bir şey nasıl hem “gerici”, hem de “modern” olur diye düşünmek de faydasız, çünkü devlet denilen şey, tam da bu temeller üzerine oturuyor dünyanın her yerinde, toplumun örgütlülüğüne göre şiddetinin oranı değişiyor sadece.


İnsanları toplu halde depresyona sokan şey de, içeride ve dışarıda aralıksız devam eden bu “sinir savaşı”... Depresyonun en belirgin özelliğidir aynı “varoluşsal nakarat”ları tekrarlamak, bıkıp usanmadan. Bıkıp usanmadan aynı şeyleri yapmanın, aynı sorulara yanıt aramanın, aynı şeyleri söylemenin ağırlığı, “Nil admirari” denilen, o hiçbir şeye şaşırmayan bakış açısını yaygınlaştırıyor, insana, hayata ve yarına dair derin bir karamsarlıkla… Kazancakis’in, her sabah uyanınca pencereden gördüğü ağaçlara şaşıran Zorba’sı geliyor aklıma böyle zamanlarda. Gezi’deki o tuhaf neşede de görmüştüm Zorba’yı… Bu “sinir savaşı”nı yok edip hayatı depresyondan çıkaracak olan şey, varoluşsal nakaratlarımızın katılaşmasını önleyen şiirsel enerjiden başka bir şey olmayacak ve o şiirsel enerjiden oluşan odağı değişmiş yeni hayat tarzının tohumları, Gezi’den bu yana içimizde, filiz vermeye çabalıyor… Turgut Uyar yazmıştı, “kuru fasulyeler soğanlar sarmısaklar / filiz veriyor / patatesler bile / herkesin göğsü vurur”…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Temmuz 2014)

Bir Büyük Y

Posted: by bülent usta in
0

Uluslararası dayanışma gönüllülerinin gözü önünde İsrail askerleri tarafından bir genç vuruldu geçenlerde. Al Jazeera’nin web sitesinde yayınlandı o vurulma ânı. Yaralı genç, yardım görevlilerinin birkaç metre uzağındaydı ve kimse yanına yaklaşamıyordu vurulma korkusuyla. Sonra öldü o genç, cesedini bile alamadılar oradan… Şecaiyye’de yaşanan bu sahne, dünyanın Gazze karşısındaki tavrını da özetliyordu bir bakıma. Haberde yazılana göre, öldürülen o genç, ailesini arıyordu bombalanan mahallede, yardım istemişti gönüllülerden, yardım edemediler, cesedini bile alıp götüremediler… Yıkıntıların arasında yaralı halde yatarken, birkaç metre uzağındaki insanların yanına yaklaşamamasına şaşırmamıştı hiç, öleceği için bir panik ya da korku hâli de yoktu yüzünde. Sanki biliyordu başına gelecek olanı, biliyor ve kimseyi suçlamıyordu, zaten ailesini kaybetmişti, yıkıntıların arasında onların cesetlerine ulaşmaya çalışıyordu, belki bir parça umut…

Yardım gönüllüleriyle yıkıntıların arasında dolaşırken elinden cep telefonunu hiç düşürmemişti, ölmeden kısa bir süre evvel de cep telefonu elindeydi, hattın diğer ucunda belki sevgilisi, belki bir dostu ya da uzaktaki bir akrabası vardı; ne konuşmuşlardı acaba, son sözü ne olmuştu?

Gencin yüzüne bakarken, o topraklarda çarmıha gerilen İsa'nın yüzündeki ifadeyle benzerliğini düşündüm. Ölümü arzuluyor değildiler, ama ölüme şaşırıyor ya da ölümden korkuyor da değildiler, öyle resmedilmişti hep İsa, ölen o çocuğun yüzündeki ifadeye benzer. Paul Ricouer, “Ölüm karşısında yaşam bir büyük Y’ye dönüşür, işte ölene kadar canlı olmanın cesareti de budur” diyordu “Eleştiri ve İnanç” adlı kitabındaki bir söyleşisinde; yani ölüm karşısında bütün sınırlar silinir, perdeler kalkar… Çok uzaklardan gelen, sevmeye dair bir çağrının kendisini duyurduğunu da söylüyordu aynı söyleşide. Ama neden çok uzaklardan geliyordu o çağrı, o uzaklık mıydı yoksa yaşanan acıların nedeni?

 “Umut, ister siyasal olsun, ister dinsel, bütün anlamları kapsama yoluna girerse, o zaman şiddetin doruk noktası umudun doruk noktasıyla örtüşür” diyen Ricoeur’ün şiddet ve umut arasında kurduğu ilişkide aramalı belki de o uzaklığı. İnsanlık tarihinin asıl meselesi, bütün anlamları kapsama iddiasına sahip dini ve ya da siyasal görüşler değil mi zaten? İskenderiye Kütüphanesi’ni yakma emrini veren Halife efsanesinde, Halife bütün anlamları açıklayan bir hakikate sahip olduğuna inanıyordu; diğer bütün kitaplar o hakikati desteklemek ya da yok etmek için vardı, yani gereksizdiler. Endülüs, Müslümanlardan alındığı zaman Katolikler bütün bilim ve sanatla ilgili kitapları yakmışlardı, Amerika’yı işgal ettikleri zaman Mayalara dair her şeyi yaktıkları gibi. Onlar da o Halife gibi düşünüyorlardı, sahip oldukları hakikat her şeyi açıklıyordu. O yüzden engisizyon mahkemeleri kurdular, binlerce insanı işkence yaparak öldürmekten çekinmediler. Ama hakikate ulaşmak için yakılan o kitapların küllerinde bile işaret aramaya devam etti insanlar, vazgeçmediler. Nazilerin “dejenere” kabul ettikleri sanat eserlerini yakmasıyla, Taliban’ın Afganistan’da Buda heykellerini dinamitle havaya uçurması arasında da bir fark yoktu ve dünyanın sonunu getirecek olan da bu “kapsayıcı” yok edicilikten başka bir şey olmayacak aslında.


Belki de dünyanın sonu çoktan gelmişti, ölen o gencin gözlerinde gördüğüm şey, onun ve ölen yüzlerce çocuğun gözlerinde görebileceğimiz, hissettiğimiz o çaresizlik, dünyanın ve bu hayatın tekrarlanan sonu değilse ne? Bataille, insanlığı tanımlayan şeyin imkânsız olduğunu söylüyordu, yani sonsuza kadar öngörülemez ve kavranamaz olarak kalacağını... Eğer bir umut varsa, insanın bu imkânsızlığında aranmalı… Turgut Uyar’ın, “öyle sanıyorum her şey biter / bir doğurgan hücre ve / bir yanlışlık daima kalır” dediği şeyde…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Temmuz 2014)

Karınca Koyu

Posted: by bülent usta in
0

Atılan her bomba, alınan her canla, yeniden şekilendiriliyor Ortadoğu, o büyük ekranda… Tüm dünya da seyirci olup bitene, sosyal medyada ölen çocukların kanlı ayakkabılarına ait fotoğraflar dolaşıyor. Uzaktaymış gibi olup bitiyor her şey, hâlbuki Soma’dan daha uzak değil, Zeytinburnu’ndaki o patlama kadar yakın… Helene Cixous’nun rüyasını hatırladım, gökyüzüne bakıp dolunayı izlerken… Rüyasını anlattığı metnin sonunda, “Yanılsama her şeyi kapladı. Birbirimizi duymaz olduk. Uçağın ağır uğultusu alıp götürdü bizi. Olmuştu işte. O şey.”*

Olmuştu o şey, birbirimizi duymadığımız için olmuştu, yanılsama her şeyi kaplamıştı. Artık kendi sesimizi bile duyamaz olmuştuk, savaş uçaklarının gökyüzünde çıkardığı uğultu yüzünden. Televizyonların sesi açıldıkça iç sesi kısılan insanlar, ekranlara baktıkça görmez oluyorlardı ya olup bitenleri, yanılsama böyle böyle kaplıyordu her şeyi. İç sesini duyamayan ve dışarıyı göremeyen insanlar, Baudrillard’ın “tehlikeli kitle” dediği şeyi oluşturuyordu; hani şu her şeyi alıp götürmek, yağmalamak, yemek, yutmak ve güdümlemek isteyenleri… Bu “tehlikeli kitle”nin yarattığı kültürden ortaya çıkan şey, paniğe kapılmış bir dünyaydı, herkesin hareket etmek zorunda kaldığı… Hareket etmeyenler kurşuna diziliyordu sanki. Durunca üzerlerine baş edemeyecekleri bir yalnızlığın ve hüznün çökeceğini bildikleri için belki de…

Gezi’de “Duran İnsan” eylemi, bu açıdan da anlamlıydı, durmadan ve durdurmadan hiçbir şey değişmeyecekti; Baudrillard’ın bahsettiği şu “için için kaynama” durumu, en iyi dururken ortaya çıkıyordu çünkü, hüzün gibi… Devlet ve iktidar da için için kaynıyordu Baudrillard’a göre, çelişkiler aracılığıyla ortadan kalkmaları bir hayaldi artık… Alışveriş merkezinde iftar yaparken Gazze için dua etmenin çelişkisini umursayan yoktu ama tam da bu yüzden inanır göründükleri her şeyin altını oyup değersizleştiriyorlardı kendileriyle birlikte. Ne kadar güç elde ederlerse, o kadar sonlarını hazırlıyordu iktidarlar. Sorun, kendileriyle birlikte başkalarını da yok etmeleriydi, sosyal medyada kanlı ayakkabılarına ait fotoğrafların dolaştığı o çocuklar gibi…

Birkaç hafta önce, her şeyi durdurup uzak bir adaya kaçmıştık sevgilimle. Durmak, kaybolmaktı; adadaki ormanda kaybolmuştuk biz de. Sonra devasa bir karınca yuvasıyla karşılaşmış ve karıncaların ormanın içinde açtığı yolu takip ederek ıssız bir koy keşfetmiştik. Kaybolmak, keşfetmekti aynı zamanda… O ıssız koya, Karınca Koyu adını vermiştik biz de.... Düşte gibiydik… Kendimizi berrak ve sakin sulara bırakıp, o ıssız koyda sesimizin yankısını dinlerken, korkunç bir uğultu yuvarlanarak bütün havayı doldurmuş, sesimizi boğmuştu… Üzerimizden savaş uçakları geçiyordu, alçaktan uçtukları için o dingin koy, çırpınıyordu artık. Yolunu karıncaların gösterdiği, kaçıp sığındığımız ıssız bir koyda bile, her şeyi yok etmeyi kafasına koymuş hayata düşman ideolojik makinenin varlığını hissetmiştik.

Helene Cixous’nun gördüğü rüyaya benzer bir rüya gördüm, Gazze’ye saldırıların başladığı gece. Rüyamda, Karınca Koyu’nda uzun bir direğin üzerinde kırmızı bir kurukafanın olduğu kapkara bir tabela vardı. Tabelanın üzerinde şöyle yazıyordu: “Dibe dalmak yasaktır!” Uyarıyı dikkate almayıp dibe dalınca, o masmavi su birden sararmış, biraz dikkatlice bakınca denizin dibinde yüzlerce çocuk ayakkabısının yan yana dizili olduğunu görmüştüm, hiçbiri çift değildi. Rüyamda, korku içinde yüzeye doğru yüzdüğümü hatırlıyorum. Başımı sudan çıkarınca, “Dibe dalmak yasaktır!” yazılı tabela televizyon ekranına dönüşmüş ve beni göstermeye başlamıştı, suyun üstündeki bir kafa... O ıssızlığın içinde izlendiğimi görmek, denizin dibinde çocuk ayakkabılarını görmek kadar ürkütücüydü.

İçin için kaynayan dünyada siyaseti saran tepkisizlik, ekranların dibinde ölmüş çocuklara ait ayakkabıları biriktiriyor her geçen gün... “Ölmezsem, öldürmezsem / kim benim farkıma varır?” diyordu ya Abdo, Turgut Uyar’ın şiirinde; durmazsak, durdurmazsak farkına varamayacağız dünyanın azar azar yok edilişinin… Yanılsama, hareket edenlerin uğultusuyla yayılıyor; durmak, kuşuna dizilmek için duvar dibinde bekleyenlerin cesareti ve endişesini taşıyor… Hüznü sevinçle yaşamalı, kurşuna dizilirken gülümseyenlerin hayata karşı duydukları o dipteki inançla…


*Helene Cixous, “Rüya Dedim Sana”, YKY

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Temmuz 2014)

Pudingler ve Kırmızı Hudut Taşları

Posted: 13 Temmuz 2014 Pazar by bülent usta in
0

Bazen çok uzaklardan gelmiş biri gibi hissediyorum kendimi hayatın içinde, yabancı biri... Ethem Sarısülük’ü öldürenin cezaevine konulduğunu öğrendiğim zaman sokaktaydım, gazetemi almış başlıklara bakarak yürüyordum; sokakta masa açmış imza toplayan bir grup genç gördüm ve işe giden takım elbiseli bir adamın onlara “Sizinle hemfikirim ama memurum, başım belaya girer” dediğini duydum. Max Frisch’in günlüğünde 68’de yaşanan polis şiddetiyle ilgili gazete haberlerini aktarışı geldi aklıma. Olaylar sırasında bir çocuk ölmüş ve gazeteler suçu göstericilerin üzerine atmışlardı o zaman da. Sokak ortasında acımasızca dövülen gençler, karakolda zorla saçları kesilenler... Bunlar yaşanırken polis şiddetiyle ilgili imza kampanyaları düzenleniyordu ve az evvel tanık olduğum gibi, pek çok kişi başlarının belaya girebileceği gerekçesiyle imza vermeyi reddetmişlerdi. Aynı kişiler, muhtemelen Charles de Gaulle’e oy vermiş, başlarının belaya girme ihtimalini tamamen ortadan kaldırmışlardı. O yıllardaki duvar yazıları arasında yer alan Deleuze’ün bir sözü geldi aklıma: “Direnmek yaratmaktır!”

“Direnmek Yaratmaktır” adında bir kitap yayımlanmıştı yıllar evvel, Miguel Benasayag ve Florence Aubenas’ın… Versus’tan çıkan kitapta, neoliberalizmin yalnızca bir ideoloji olmadığını anlatıyordu aktivistler, “Kendi yaşayışımıza bakmamız yeter: Biz oyuz, o bizim içimizde” diyerek. Orwell’in “Pudingler ya da kırmızı hudut taşları kişiliğinizin bir parçasıdır” dediği gibi… Bu karşı olduğumuz şeyin bir parçası olduğumuz gerçeğine çare bulmadan olmaz sanki hiçbir şey. İktidarlar da bu yüzden edebiyat ve sanattan hazzetmiyorlar ya, içimize değil de sürekli ekrana bakarak varlığımızı unutmamız işlerine geldiği için. Benasayag ve Aubenas’ın da bahsettiği gibi neoliberalizme karşı olmak, insanlara televizyon izlemeyin demek gibi bir şey aslında. Televizyon orada ve milyonlarca kişi izlemeye devam ediyor, siz ne kadar haklı şeyler söyleseniz de... Gezi’den sonra, muhalif gazeteciler bile eleştirdikleri medyanın televizyonlarına çıkmakta tereddüt etmediler hiç, biber gazından yaşarmış gözlerle televizyonları izlemeye devam etti çoğunluk. Bir aradayken dayanışmak, ağaçları kurtarmak iyiydi; alışveriş merkezlerine gidilmemeliydi; yeni bir hayat doğuyordu; sonra herkes evine dönüp televizyonlarını açınca, eski hayat kaldığı yerden devam etti sanki. Gerçekteyse devam etmedi, etmiyor ama yeterince farkında değiliz bunun. Çünkü yeterince yakın değiliz kendimize, izin verilmiyor. Arjantin’de yoksul çocuklar için canla başla mücadele edip okul kurmuş bir kadın öğretmenin, insanların okula ilgisizliğine isyan ederek haykırdığı sorulara vereceğimiz cevaplarda gizli, hakikatle kurduğumuz ilişki: “Talihsizlik karşısında paçamızı kurtarmak için mi yaşıyoruz yalnızca, bir kriz anına karşı koyabilmek için saf bir çıkar birliği mi bu? Yoksa başka değerlerle birlikte yeni bir yaşam tarzı mı doğuyor?”


Beatniklerin ortaya çıktığı zamanı ve 68’deki edebiyatın niteliğini düşününce, “başka değerler”in uzun zamandır bizleri beklediğini; Gezi’de yaşanan yaratıcılığın aslında tarihsel bir temele ve anlatıya sahip olduğunu görebiliyor insan. Italo Calvino da yazmıştı, edebiyatın tam da o yıllarda bireyin iç alanına yönelerek ideolojik kültürün boşluk bıraktığı yerde kendine yer açmaya çalıştığını. Kaldı mı o boşluk, bırakıldı mı bilmiyorum; John Forrester’ın bir zamanlar Ayrıntı’dan çıkan “Hakikat Oyunları” kitabındaki söylediklerini ya da Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filminde insanlar arasındaki iletişimde hakikatin kendisi kadar, ne zaman ve nasıl dile getirildiğinin önemini ve açmazlarını görünce, karamsarlığa kapılabiliyor insan. Forrester’a göre hakikat, yalanların ve görünüşlerin fani dünyasına karşı bâki olandan yanadır; hayata karşı ölümün tarafındadır. Badiou’ya göre ise, mevcut durumdan, düzenden, rutinden radikal kopuş anlamına geldiği için hayatın tarafında… Bütün mesele, Lacan’ın birey olma koşulu olarak öne sürdüğü arzularından ödün vermeyen insanların çoğalmasıyla ilgili aslında, öyle başlıyor direniş, aşk gibi… “Ne yapmalı?” sorusu önemini yitirdi artık, yaparken öğreniliyor her şey…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Temmuz 2014)

İllegal Yağmurlar

Posted: by bülent usta in
0

Sivas Katliamı’nı hatırlamadan bu topraklara dair siyasi bir yorum yapılamaz, vicdan kanar, akıl tutulur… Çok yazılar yazdım bugüne kadar içime çöken bu ağırlığı akıtmak için derinden yüzeye, ama işe yaramadı. Çünkü izin vermediler, gencecik ölümlere dair yüreğimize çentikler atmaya devam ederek... Biliyorlardı, ölen her Alevi, kendisi olarak ölmeyecek… Hrant Dink’in acısı tazeyken, Sevag’ın acısıyla hatırlattıkları tüm o acılar gibi… 24 Nisan nasıl tesadüf olabilir ki… Sivas’ta canların yakılması, üstelik Pir Sultan’ı anarken… Bu topraklarda ölümler eşitlemiyor kimseyi, her ölüm sadece ölüm olmuyor, tarihsel ve siyasi ağırlığı yüzünden. Tezer Özlü, Leylâ Erbil’e mektubunda boşuna yazmamış “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu” diye.

Tezer Özlü’ye yine de katılamıyorum, burası bizim yurdumuz, yaşadığımız için değil, öldüğümüz ya da öldürülme ihtimalimiz yüzünden, hayatı savunanların... Katliamcıları, bu ülkenin sahibi olarak görmem mümkün değil, ülkeyi yönetiyor olsalar dahi. Vatanseverliğimden değil bu itirazım, denizseverliğimden, dağseverliğimden, sokakseverliğimden, türküseverliğimden, şiirseverliğimden… Burası, hayata düşman olanların yurdu olamaz bir tek…

Kitlelerin yaratıcı şiirsel enerjisine ve her şeye rağmen varlığını sürdüren insanlardaki adalet duygusuna inanmaktan vazgeçmemek tek umudum, bazen karamsarlığın kara sularına yavaş yavaş battığımı hissetsem de… Elimde başka bir şey yok ve Gezi’ye tanık olduktan sonra o umut, benim için bir hakikate dönüştü, kendimi her daim âşıkmışım gibi hissediyorum bu yüzden. Hep balıkçı hikâyeleri yazasım var ama olmuyor işte her zaman. Didem Madak yazmıştı, “Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım / Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi / Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum” diye… İşte o çiçekli perdeleri aralamalı artık belki de, darmadağınık gövdelerimizle birbirimize sarılmadan, Madak’ın bahsettiği o kendini bulutlarda saklayan “illegal yağmur”lardan başka türlü çakmayacak şimşek… Melankoli ve yas arasındaki ayrımı da hatırlatmalıyız kendimize sık sık... Melankolide insan kendini dünyanın karşısında değersiz hissederken, yasta, kaybedilen kişinin yokluğu yüzünden dünya değersizdir, çünkü eksiktir. O eksiklik giderilemese de, insanları bir araya getirir, çoğaltır. Judith Butler’ın “duygulanımsal mülksüzleşme” dediği o bağ, yaşanacak başka kayıplara karşı insanları birbirine kenetler. O kenetlenmenin yağdıracağı yağmura daha da ihtiyaç var bugün, illegal yağmurlara…


O yağmurlar yağmadıkça, şartlanmanın, gösterişin, hiyerarşinin ve katliamların sonu gelmeyecek. Yaşanılan katliamlar, siyasi yönü ihmal edilmeden tarihselliği içinde aydınlatılmadan, burası bizi öldürmek isteyenlerin hüküm sürdüğü topraklar olacak her zaman. Vaneigem yazmıştı, Ayrıntı’dan çıkan “Gençler İçin Hayat Bilgisi Kitabı”na: “İnsan yavrusunu, diğer türlerin yavrusundan ayıran şey, dünyayı dönüştürecek sınırsız bir duyguya, yani şiir duygusuna sahip olması gerçeğidir.” Genç yaşta dünyaya veda etmeyi tercih eden Nilgün Marmara, günlüğüne “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi! Yiten bu işte” diye yazarken, Vaneigem’in bu tespitini doğrular sanki. Dünyaya bizimle birlikte gelen, dünyayı değiştirecek olan o şiir duygusuna kavuşmadan, yani içimizdeki o illegal yağmuru yağdırmadan, kendimizi çocukluğumuzdaki gibi o saf akışa bırakmadan, değişmeyecek bu katliamlarla ve acılarla dolu tarihin akışı… Can Yücel, Sivas Katliamı için yazdığı şiirde, “onlar yanmadı birer gül oldu” der ya, darmadağın olmuş gövdelerimizle birbirimize sarılıp çiçekli şiirler yazmalıyız ki, hüzünle açmasın güller, konuşa da bilsinler…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Temmuz 2014)