Yaka paça umutsuz

Posted: 31 Mart 2015 Salı by bülent usta in
0

Bazen bir düşünceyi, kaçmasın diye bacaklarımın arasına alıp geceler boyu bana bir şeyler söylemesini isterim. O söyler, ben yazarım, hele bir de kışsa, hava soğuksa, seviştiğimiz bile olur... Bazen de bacaklarımın arasından kurtulup yakama yapışır, bu defa da o gitmez, söyleyeceklerini dinlemem konusunda ısrar eder. Geçenlerde umutsuz bir düşünce yapıştı yakama, nereye gitsem peşimde, vapurda, sokakta, kahvehanede yanımdan ayrılmıyor. Bazen ona kötü kötü bakıp “De git!” diye bağırdığım da oluyor, ama hiç oralı değil, pişkin pişkin sırıtıyor. Umutsuzluk, kendine ve hayata ihanet etmek gibi gelir bana, o yüzden peşimde dolaşıyor olması tedirginlik verici.

Diyor ki, “Bıkmadın mı üç öğün kasvet yemekten, çayın yanına biraz çocuk ölümü, tatlı niyetine biraz kışkırtma, hava almak isteyince bolca biber gazı… Her güne birden fazla katliam, cinayet düşüyor artık. Takvim yaprağını çevirmeye korkar oldun. İyi uyanmaya gör, gazeteleri korkarak açıyorsun o gün, kendini iyi hissettiğin için utanacağın bir sürü şey bekliyor çünkü seni dışarıda. Hâlâ anlamadın mı, demek ki insanların çoğu tehlikede olduğunun farkında bile değil. Tehlikede olmadığını düşünen biri, doğal olarak kendisini kurtarmak isteyenlerden nefret eder.”

Ona uzun uzun yanıtlar düşünüyorum zihnimde, söylediği her şeyin bir yanıtı var ama ondan kurtulmak için görmezden gelmenin daha iyi olacağına karar veriyorum. O devam ediyor yakama yapışıp konuşmaya:

“Bir iktidar kendini bu kadar karikatürize etmişken, anlamsızlık duygusunun dipten dibe kendini hissettirmesi kaçınılmaz. Çelişkilere tanık olmaktan da, o çelişkileri göstermekten de usandığın olmuyor mu hiç? Boşa kürek çekiyorsun. İnsanları sorgulayan değil, hoşlarına gidecek şeyler yazıp keyfine bakabilirdin, hem seni daha çok severlerdi, hem de kolay olurdu senin için hayat, böyle kuşatılmaz, geçim zorluklarıyla uğraşmazdın. Sen ilk değilsin, nice yazar heba etti kendini böyle. Şimdiki edebiyatçıların çoğu, kariyer derdine düşmüş, en feci olaylarda bile sus pus oluyorlar, anlamışlar artık düzenin nasıl işlediğini. Kitapları çok satsın, devletten teşvikler alınsın, eserleri çok dile çevrilsin, ödüller verilsin derdindeler, sonra arada yuvarlak laflar edip ne kadar duyarlı olduklarını da gösterirler, zor değil. Kendi kendini bu kadar karikatürize yapmayı başarmış bir iktidarı destekleyenlerin kendilerine yaptığı kötülüğe üzülmek de gereksiz. Her şeyi bildiğini sanan ve koşulsuz itaat talep eden bir lideri takip ederek, kendi yaratıcılıklarını ve enerjilerini heba ediyor oluşlarından, bir kişinin sözde sağlam iradesine güvenerek kitlesel olarak iradesizleşmelerinden sana ne. Bu ülkede sadece sen mi yaşıyorsun ki, ödenecek bedel sana bu kadar dokunuyor.”
Baktı ki, ne söylese beni kışkırtamıyor, sözü Gezi’ye getirdi bu defa: “Gördün mü bak, kimse Gezi’yi ağzına almaz oldu artık. Geri çekildi insanlar, ne kadar gaz yerlerse yesinler, bir şeylerin değişmeyeceğini gördüler çünkü. Sen hâlâ hayal âleminde yaşayıp Gezi’ye güzelleme yapıyorsun.”


Bunu söylediğinde, tek tük sokak lambalarının aydınlattığı ıslak ve ıssız bir sokaktaydık. Yakasına yapışıp onu duvara yapıştırırken bilincim yerindeydi. “Geri çekilen bir şey yok, hem geri çekilmek ya da durmak, düşünmek için gerekir bazen. Hangi yöne gideceğini bilemedikten sonra hareket etmenin bir anlamı yok. Angela Davis, Boğaziçi’nde yaptığı konuşmada, söz Gezi’ye gelince, bir olayın sonucu ile etkisi farklı olur demişti. Somut bir sonucu olmayabilir, ama etkisi çok büyük. O etkiyi, yaşamın her alanında görmek mümkün, yüzlerce örnek sıralayabilirim sana. Kariyer derdine düşmüş edebiyatçılardan da bana ne. Mahkemelerde yargılanmış Yaşar Kemal’in kariyerine ulaşabilirler mi, suspus oldukları her şey bir gün karşılarına çıkar. Hem ben kimseyi kurtarmak istemiyorum; bu ülkeyi, Yaşar Kemal’in romanları, Yılmaz Güney’in filmleri gibi seviyorum çünkü, karşılık beklemeden.” Sonra, umutsuzluğun yakasını bırakıp, “Seni de seviyorum ey umutsuzluk!” diye bağırıyorum, “Beni sürekli sınayıp umuduma güç kattığın için. Turgut Uyar, ‘Umut kaçınılmaz gerçektir’ derken, emin ol ki aklında sen de vardın, seni umuttan ayırmadı hiç.”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Ocak 2015)

Önce akıllar bozuldu

Posted: by bülent usta in
0

Bu yılın ne kadar zor geçeceğini, şehrin üzerinde düğüm düğüm toplanan bulutlara bakarak bile anlamak mümkün. Yeni yılın ilk günlerini Charlie Hebdo katliamıyla eskitmişken, daha fazla ne olabilir ki endişesi, baktığım ve düşündüğüm her şeyde kendisini gösterir oldu. Balibar, Liberation’daki yazısında, Charlie Hebdo’yu ihtiyatsızlıkla eleştiriyordu, tehlikeyi küçümsemek ya da tehlikeye karşı kayıtsız kalmakla… Belki de asıl sorun, tehlikeyi fazla büyütmek ve fazla ciddiye almaktır, tıpkı IŞİD’in yaptığı propagandanın yarattığı dehşet duygusunun büyütülmesi gibi. Aslında tüm o propaganda videoları, büyük bir çaresizliği ve zavallılığı gösteriyor, savunmasız insanları öldürmekte bir kahramanlık yok çünkü. Ya da 10 yaşında bir kız çocuğunu canlı bomba yapmaktan daha büyük bir zavallılık olabilir mi? Ama tam da onlardaki bu kayıtsızlık, umursamazlık dehşete düşürüyor insanı, bir tür dibe vurma, cinnet hali… Charlie Hebdo katliamında da ürküten şey, bunu yaptılarsa, her şeyi yapabilirler korkusuydu. Tam da bu yüzden, onların amaçladığının aksine, tehlikeyi küçümsemeden kayıtsız kalmak gerekiyor belki de. Ama şu soruyu sormayı ihmal etmeden: Bu cinnet haline nasıl gelindi? Bu akıldışılığın doğmasında, şu an hükmeden aklın hiç mi suçu yok? Bastırılan neydi ki, geri dönüşü bu kadar dehşet saçan korkunç bir zavallılıkla oldu?

Aynı soruları, şimdiki iktidara yönelik eleştiri yaparken de akılda tutmakta fayda var. Ne oldu da, siyasi iktidar, kendisini Cumhuriyet’in tarihinden ayırıp Osmanlı’yı referans göstermeyi bir çıkış yolu olarak benimsedi? Saray merdivenlerinde, Osmanlı askeri kostümü giymiş kişilerle verilen o poz bile, yaşanan çaresizliğin bir resmi olarak yorumlanabilir, ama bu çaresizlik sadece iktidarın mı? Darbeler geleneği yaratıp kendi evlatlarını ve ümitlerini boğan Cumhuriyet’in de çaresizliği değil mi aynı zamanda? Eğer bugün iktidarın akıldışılığından şikâyet ediyorsak, sahip olduğumuz akla da şüpheyle bakmamız gerekmez mi? Medeni toplumun akılcılığa dayalı birlikte yaşama isteğiyle oluştuğu ya da oluşması gerektiği düşüncesine, devletlerdeki karar verme erklerinin keyfiliği sürekli gölge düşürdüğü içindir ki, bozuldu akıl. İnsanları bir arada tutan birlikte yaşama arzusu, belki de hiç bu çağdaki kadar tehdit altında olmamıştı. Ricoeur, demokrasiyi, akılcı olanın akıldışına üstün gelmesi olarak tanımlar. Ama bu üstünlük, birlikte yaşama isteğine ilişkin yatay bağın, hiyerarşik olanı aşmasıyla mümkün olabilir. Kobane’deki mücadele ve orada yaratılan model, tam da bu açıdan hayati bir öneme sahip, hem akıldışılığa, hem de hiyerarşik olana karşı olduğu için. Savaşarak kurulmuş olması, umarım hiyerarşik olanı üstün kılmaz. Hiyerarşik olanla akıldışılık her zaman yan yana oldu çünkü, bazen gizlense de büyük teorilerin arkasına.

Şehrin üzerindeki düğüm düğüm olmuş bulutlar çözülüp yağmur başladığında, balıkçılar kahvesine ulaşmıştım bile. Yağmurun ve dalgaların birbirine karışarak kahvehanenin camlarına savruluşunu izlerken, Herbert Kraft’ın YKY’nin yayımladığı Musil biyografisindeki sözleri geldi aklıma: “Günün birinde özgürlüğe götürecek akıl, teknolojide şeyleşmiştir; insanları dayanışmaya sürükleyecek olan acıma, artık yalnızca bir duygudur, kararsız, felç eden bir duygu. Özgürlük ve eşitliğe ulaşmak bir yana, bunları istemeyen bir toplumda, vatandaşların akıl ve erdemlerine artık ihtiyaç yoktur.”


Walter Benjamin’in Brecht’le yaptığı söyleşide Kafka için söylediklerini düşündüm sonra: “Faşist, kahramanlığı sahneye çıkarırken, Kafka’nın tavrı soru sormaya devam etmektir.” Kafka’nın iflah olmaz bir saflıkla, anlamsız ve yararsız girişimlerde bulunan kahramanları gibi olmak gerek belki de, tüm bu akıldışılığın ortasında bir çıkış bulabilmek için.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Ocak 2015)

Duvarı delen ağaç

Posted: by bülent usta in
0

Yılbaşı gecesi bindiğim taksi beni yanlış bir sokağa getirmişti, ama taksiden inip sokağa daha dikkatlice bakınca, taksicinin adresi yanlış anladığından şüpheye düştüm. Gövdesi duvarın içinden geçen ağacın olduğu bu sokağı tanıyordum. Kimselerin olmadığı, sokak lambaları dışında hiçbir ışığın yanmadığı sokakta, ağacın içinden geçtiği duvarın dibine oturup biraz kafa dinlemek iyi olur diye düşündüm. Geçip giden yıla bakıp gazete yazım için bir şeyler düşünmeyi umut ediyordum ki, kara bir kedinin ağır adımlarla sokağın yukarısına doğru tırmandığını gördüm. Tam önümden geçerken durup başını bana doğru çevirdi. Bir şey söylemek istiyormuş da söyleyemiyormuş gibi bakıyordu. Yavaşça başını çevirip ağır adımlarla yürümeye devam edince, peşinden gitmek için bir istek uyandı içimde. Bir yandan, tek başıma böyle ıssız bir sokakta bir kediyi takip etme düşüncesi de tuhaf geliyordu. Ama zaten her şey tuhaftı o an.

Peşinden gittiğim kara kedi, beni aynı sokakta bulunan yıkık dökük ahşap bir binanın içine soktu. Ev o kadar sessizdi ki, önce kimse yaşamıyor sandım, merdivenler toz içindeydi, kediyle birlikte bir kat çıktıktan sonra kapısı açık bir odaya girdik ve karşımızda genişçe bir teras belirdi, içi çeşitli ebatlardaki saksılarda çiçeklerle doluydu ve apartmanların kuşattığı ıssız bir bahçeye bakıyordu. Terasın bir köşesinde ihtiyar bir kadın oturuyordu, tek başınaydı. Yastaymış gibi simsiyah giyinmişti.

“Geldin mi?” dedi ihtiyar kadın. Kedi, terasın alçak duvarına zıplayıp oradan bahçeye atladı. “Gel otur” dedi, “ben de seni bekliyordum.” Şaşkın bir halde karşısındaki sandalyeye oturdum. “Beni beklediğinizi sanmıyorum” diyordum ki, gece yarısı burada ne aradığımı açıklamamın imkânsız olduğunu düşünüp sustum.
İçeri girdiğimden beri hiç yüzüme bakmamıştı. Bahçedeki ağaca bakıyordu. Baktığı ağacın, benim az evvel dibinde oturduğum duvarın içinden büyüyen ağaç olduğunu fark ettim.

“Buraları eskiden hayat dolu yerlerdi. Keşke sadece binaları yıksalardı, değil mi ama?” dedi gülerek. Neden güldüğünü anlamamıştım. “Kendilerini de yıkıyorlar, hem de öyle bir yıkıyorlar ki, geriye onlardan da bir şey kalmayacak” dedi. “Nasıl bu kadar emin olabilirsin ki?” diye sordum. “Telaşlarından belli değil mi, korku dolu oldukları için korku yayıyorlar, yaydıkları korkuyu görüp daha da korkuyorlar. Yeni bir yasa geçirecekler şimdi Meclis’ten, İç Güvenlik Paketi koymuşlar adını. Bir tür sıkıyönetim paketi. Seçimler yaklaşırken, muhalefeti susturmaya yönelik bütün tedbirleri alıyorlar. Bu ülkede herkes günü kurtarma telaşında olmayaydı, onca yavrunun canı yanar mıydı hiç?” dedi. “Beni, bunları söylemek için mi bekliyordun?” diye sordum, sanki daha önemli şeyler duymam gerekiyordu, bir film ya da roman sahnesini andıran böyle bir anda. “Korkmuyorsun, bu iyi bir şey” dedi. “Böyle söylediğin için, korkmam gerekiyor belki de” dedim. Yine güldü ihtiyar kadın. “Sana diyeceğim şey şu, yazarsın gazetene: Fanteziyle siyaset yapanlara karşı, akılla siyaset yapılmaz. Toplumsal dokuyu değiştirmek isteyen, aileye, okula, dile, kültüre her şeye müdahale eden bir fantezi güç var artık karşınızda. Neredeyse moleküler düzeyde iktidarını her yere yayıp büyüyen bir fantezi. Yani sadece akılla değil, fantezilerle karşılık verilmesi gereken bir güç. Azar azar, kısım kısım her şeyi çözüyorlar. Sonra bir bakmışsınız, hiçbir şey kalmamış. En kötüsü ne biliyor musun, bütün bu gazeteler, televizyonlar, iyiyle kötü arasındaki alternatifleri ortadan kaldırdı, her şeyi vasatlaştırarak bu fantezinin kökleşmesi için yer açtı. Gündelik hayatı deli sarmaşıklar gibi saracak yeni fanteziler üretmeden olmaz artık.”


O kadın kimdi, bunları söylemek için niye beni seçti, eve nasıl vardım bilmiyorum. Söylediği başka şeyler de vardı, gazeteye yaz dediklerini yazdım yalnızca. Yoksa her şey, dediği gibi bir fantezi miydi?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Ocak 2015)

'Birgün dağlara'

Posted: by bülent usta in
0

2015’in önünde duruyorum, ışıltılı bir kapı, süs olarak üzerine asılmış yanıp sönen lambalar, neşeli olmaktan çok ambulans ya da itfaiye ışıldaklarına benzer bir tedirginlik yayıyor. Suriye haritasına andıracak şekilde kapının üzerinde dağılmış kan izleri var. O kan izlerine kömür ve zeytin karası bir hüzün çökmüş, parça parça…

Kapıyı açıp girmeye niyetli olmadığımı anlayan görevli, hemen yanıma geliyor. “Sırada bekleyenler var, girmeniz gerek artık” diyor. “2014 tamamlanmamış, eksik bir yıl. Aslında hiçbir yıl tamamlanamıyor, sizin yüzünüzden” diyorum. Görevli, şaka yaptığımı düşünüp gülüyor. “Ben girmesem yeni yıla” diyorum, protesto edesim tutuyor. “Olmaz” diyor, “yalnız kalırsın burada, herkes girdikten sonra kapılar açılmamak üzere kilitlenecek.” “O zaman biraz içki verin bari” diyorum, “ayık kafayla yeni bir eksik yıla girmem mümkün değil.” Görevli, yine şaka yaptığımı düşünüp gülüyor. Halbuki şaka yaptığım yok. “O zaman, ben burada biraz daha bekleyeceğim” diyorum. Görevli, artık sıkılmış olmalı ki, “Gece yarısı gonk çalmadan evvel içeri girin mutlaka” diye uyararak, düdüğünü çala çala başka bir kapıya doğru koşuyor.

Sırada bekleyenler yanımdan geçiyorlar. Aralarında işçiler de var, gökdelen inşaatlarından ya da madenlerden şans eseri kurtulanlar; memurların, öğrencilerin, işsizlerin arasında ceplerinden gaz maskesi sarkanları görüyorum. En neşeli olanlar, aynı zamanda en korku dolu olanlar; iktidardan nemalanan sanatçılar, gazeteciler, işverenler, yüzlerinden gülücükler dökülüyor madeni paralar gibi soğuk... Kafaları rahatmış gibi gözükse de, Haziran’a çok var daha, her şey değişebilir, gündem ağır mı ağır, çok şey birikmiş.
Kapının yanında beklerken, bir kadın yaklaşıyor yanıma, Tony Gatlif’in “Transylvania” filmindeki Zingarina’ya benziyor. “Sen de mi?” diyor. “Ben de” diyorum, onunla neye ortak olduğumu bilmesem de. “Zaten çok fazla hayal kırıklığı var, yeni yılda yenileri eklenecek” diyor. O da kararsız kapıdan girip girmemek konusunda. “İnsanlar, kendilerini kandırmaya bu kadar hevesli olmasalardı, her şey başka türlü olurdu” diyor. Benim gibi onun da biraz çatlak olduğundan emin oluyorum artık. “Hiçbir şeyin hesabını yeterince soramadık” diyor, “insanların neyi beklediğini bir anlasam, nasıl bu kadar sabırlı olabildiklerini, tahammül edebildiklerini, daha fazla ne olabilir ki?” İçimden, gerçekten de daha fazla ne olabilir ki diye tekrarlıyorum. “Yaşıyoruz işte” diyorum. “İşte bunun için” diyor, “yaşıyor olmak için, tabii buna yaşamak denirse.” Diyorum ki ona, “Turgut Uyar, şiir çıkmazdadır, çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır, bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmektir der ya. Belki de bu çıkmazı yeterince sevmediğimiz için böyle hep kapı önlerinde kalıyoruzdur.” “Hep kapı önlerinde” diye tekrarlıyor sözümü. “Belki de bu ‘çıkmaz’, yeni bir imkândır” diyorum, o umutlanırsa ben de umutlanacağım çünkü. “Tıpkı bu yeni yıl gibi mi?” diyor gülerek, “yeni bir yıl, yeni bir çıkmaz.” Yeni bir çıkmaz sözünü tekrarlıyorum içimden.

“Birazdan gonk çalacak, karar vermemiz gerek” diyorum, “kapının önünde kimse kalmamış, herkes girmiş yeni yıla, ölenler hariç…” “Ölenler hariç” diye tekrarlıyor yine sözümü, bu defa “hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü…” Turgut Uyar’ın “Geyikli Gecesi”nden dizeler dökülüyor sonra dudaklarından, “Aldatıldığımız önemli değildi/ Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak.” “Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte” diye aynı şiirden bir başka dizeyi fısıldıyorum ben de. Beni duymuş gibi elimden tutuyor, gonk çaldı çalacak… “Birgün olmak” diyor, “küskün keşişlerden olmamak birgün…” Hatırlıyorum şiirin sonunu, “Birgün dağlara” diye bitiyordu. Gonk çalarken kapıdan girip girmediğimizi hatırlamıyorum, içeride miyiz, dışarıda mı belli değil…


“Yerin ve göğün alt edilemez bir dirilikte olduğu”na inandıkça kalbimizin hızla gelişeceğini, çıkmazları fark etmeden çıkışın görülemeyeceğini biliyorum ama… Uzaktan bir yerden Avanti Popolo’nun melodisi duyuluyor, işçilerin yeni yıl şarkısı… Şarkının sözlerini bağıra çağıra söylemeye başlıyoruz sonra, yeni yıl için dilek tutar gibi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 31 Aralık 2014)

Alındaki çiçek

Posted: by bülent usta in
0

Havalar soğudu iyice. Kapı ne zaman açılsa, içeri giren soğuk hava, kahvenin ortasında yanan sobayı da alevlendiriyor. Osman Abi’nin dediğine göre kar da yağacakmış. Eskiden karın bütün şehri bembeyaz örtüşünü izlemeyi severdim. Eskiden ne çok şeyi severdim, mesela Haydarpaşa’dan kalkan bir trene atlayıp Ankara’ya gitmeyi, trenin içi sıcacık olur, pencereden yağan karı izlerdim. Mehmet Eroğlu’nun “Issızlığın Ortası” adlı romanını, öyle her yer bembeyaz kar iken, ıssızlığın ortasında ilerleyen bir tren yolculuğunda okumuştum, Ankara’dan Kayseri’ye gidiyordu tren, üstelik romanda da Kayseri’den bahsediyordu yazar. İşin tuhafı, çaprazımda oturan bir kadın da “Issızlığın Ortası”nı okuyordu. Bunun yalnızca tuhaf bir tesadüf olduğunu düşünmekle yetinmiş, kitabı bahane edip tanışmamıştım o kadınla. Şimdi düşünüyorum da, belki de bir işaretti bu tesadüf. Onunla tanışsaydım, belki de hayatımın akışı değişecekti, ama ne var ki bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim. Hayatın akışı içinde kim bilir ne işaretler gizliydi de ya görmüyor ya da umursamıyorduk.

Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Romen yazar Mircea Cartarescu’nun “Orbitor” adlı romanındaki Maria, birden alnımızda bir çiçek gibi bir duygu organının açılmasını veya güvelerinki gibi kabarık antenlerimizin çıkmasını hayal ediyor. “Bir tren hârekât memurunun silik ve orta dereceli rüyasında yaşamış” gibi hissediyor çünkü kendisini, dünyada gerçekte ne olup bittiğini görmek, anlamak istiyor. Neden tren harekat memuru, orta dereceli rüya da ne diye düşünürken, anlatmaya devam ediyor Maria: “Hiçbir zaman hiçbir şey yaşamamıştım, değdiğim her şey çok açık bir şekilde kül oluyordu.” Ve sonra şöyle diyordu: “Sana gerçekliği veren madde değil, masaldır. Bir taşın içine oyulmuş olabilirsin ve sonsuz kumulların içinde bir yerlerde kaybolmuş bir şekilde var olmayabilirsin, fakat bir rüyadaki hayaletsen, tam da rüyanın büyük ışığı seni kanıtlıyor, inşa ediyor. Ve orada, uyuyan birinin karmaşık hikâyesinde, hayattaki bir milyar dünyadan daha gerçeksin.”

Bu şehrin ruhunu yok ediyorlar derken, tam da Maria gibi düşünüyordum, örneğin yıkılan Emek Sineması ya da kapatılan kitapçılar birer bina değillerdi, İstanbul Masalı’nın sayfalarıydılar. İçinde yaşadığımız masalın sayfaları birer birer koparılıp, yerine lüks mağazalar ve alışveriş merkezleriyle dolu, başkaları için kâbusa eşdeğer “orta dereceli” bile olmayan bir rüyayla ilgili sayfalar eklenirken, ne kadar gerçek olabilirdik ki? Baudelaire’in “vasatlık deryası” dediği “maddiyata tutkun bu dünyada”, insanların şaşırmaya aç ve heyecanlarla dolu bir yaşam arzulamasını sağlayacak masallara o yüzden düşman kesiliyor iktidarlar. Ne kadar vasat olursa her şey, onlar için o kadar iyi. Ama yine Baudelaire’in yazdığı bir mektupta dediği gibi “özgür ruh kaderci olana, ruh tene” mutlaka baskın gelecek, “çağımıza özgü ahmaklık ve budalalık” eninde sonunda iyiye dönüşecek, çünkü insanın içinde karşı konulmaz ilkel bir güç var, ne olursa olsun geceleri yatağına girince rüyalar görmeye devam etmesini sağlayan.

Maria’nın söylediği şu “alnımızda birden beliren duyu organları” zaman zaman herkeste beliriyordur belki, kullanılmayınca kayboluyordur. Edebiyat ve sanat olmadan, o duyu organları da olmaz, duyulmaz ve görülmez olur dünya.Kahvenin ortasındaki sobadan sıçrayan alevleri izlerken, Gülten Akın’dan dizeler geldi aklıma: “Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir/ Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan/ Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi…”


Sandalyemi sobaya biraz daha yaklaştırdım, alnımda bir sızı…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 24 Aralık 2014)