Milyon çay hüznü

Posted: 27 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0


Deniz kenarında bulutları izleyebileceğim bir açıklığa oturmuş, defterimi çıkarmış, gazete yazımı yazmaya koyulmuştum. “Devlette siyasetin yerini polis ve asker gücü almışsa, muhtarların muhbir, esnafın silahlı milis olması talep ediliyorsa, orada iktidarın siyasi meşruluğundan bahsedilemez artık” diye yazmıştım ki, rüzgâr esip defterimin sayfalarını karıştırdı, aklımı da… Bıkmadın mı dedim kendi kendime, bütün bu analizlerden, herkes aynı şeyleri yazıp duruyor. Çünkü seyredenler ve ölenler var. Bizim dışımızda olup bitiyor her şey. Yazmak elbette önemli, bütün bu analizler bir farkındalığa varıyor. Peki ya sonra? Farkındalığa inanmayanlar, kendi kafalarındaki kamplaşmaya göre düşüncelerini belirlemiş olanlar?.. Zaten bütün bu çaresizliği onların çıkar hesapları beslemiyor mu? Ölenlerin yakınlarını hedef gösteren manşetler atarak feryatlarını bastırmaya çalışanların çirkefliğiyle, nasıl baş edebilir ki bir siyasi analiz?

Yağmur çiseleyince, defterimi, kalemimi çantama koyup sokağıma gittim, çiftler birbirlerine sokulmuş hızlı hızlı yürüyorlardı, saçak altları ise yalnızlara kalmıştı. Bir sokak ötede güneş parlarken, bulunduğum sokağa iri yağmur taneleri düşüyordu, ülkenin bir tarafını savaş bulutlarının kaplaması gibi. Bulutlara ve insanlara bakıyordum bir yandan, birbirlerine ne kadar benzeseler de farklılıklarına ve geçip gidişlerine...

Bulutları yeterince izlesek, yani dünyadaki herkes bir gününü bulutları izlemeye ayırsa, kim bilir neler değişecek. Yusuf Atılgan’ın herkesin aynı anda sinema salonundan çıktığını hayal etmesinden daha olası bir şey, ne var ki böyle bir şey hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Herkesin çok daha önemli işleri var. Zihinsel etkinliği oluşturan enerji, doğadan uzak nasıl harekete geçebilir ki?

“Bir birey, insani faaliyet alanlarından birinde yoğun olarak çalışıyorsa, diğerlerinde salt alıcı konumundan öteye geçemez” diyordu Kracauer. Bu da ister istemez  insanların “iç hayat”ına emek harcamasını zorlaştırıyor ve bir miskinlik içinde kabullenmeye, önyargılara teslim olmaya itiyordu. Kim şimdi oturup bütün gün bulutları izlerdi ki, dev ekranda yarışma ya da dizi izleyip zihin boşaltmak varken. Zihinsel enerjiler heba oluyor, toplumun manipüle edilmesini önleyecek zihinsel kalkan zayıfladıkça zayıflıyordu. Araştırma şirketlerinin her şeyi öngörebilecekleri bir çağ…

Çay ocağının saçak altındaki masalarından birine oturup defterime ikinci cümlemi yazdım: “Vatan toprağı şehit kanıyla yoğrulacak deniyorsa, cenaze töreninde ölen askerin tabutu kürsü gibi kullanılıyorsa, sivil bir yönetimden de bahsedilemez artık, militarist olmak için üniforma giymek gerekmez.” Sivil bir yönetim, bir tek vatandaşının dahi burnu kanamasın diye çabalar. Birden defterimin üzerine yağmur damlıyor, saçaktan akacak yer bulmuş. Bir kedi tırmanıyor sonra kucağıma. Yan masada bir kadın, kediye mi, bana mı gülümsüyor anlamıyorum. Yağmurdan kaçan bir çift geliyor sonra, ihtiyar bir kadının poşetlerini taşımasına yardım ediyorlar. Çaycı, çayımı tazelerken “Hüzün vermeyen çay bu” diye bir espri yapıyor, Turgut Uyar’ın kitabını hediye etmiştim, okumuş… Hayat, tıpkı şu üzerimizdeki bulutlar gibi akıp gidiyor. Rüzgârın bulutların yönünü tayin etmesi gibi, geçmiş her ne kadar bugünümüzü belirlese de, insanın özgürlük tutkusu bulutlardan kendi rüzgârını yapabilir, yapıyor...

İçtiğim çay hüzün yapmasa da, bu ülkenin dertleri milyon çay hüznünde, iç iç bitmiyor. Yazıma geri dönüp, defterime şunları yazıyorum:
“Tolstoy, halk hareketlerini yaratan gücün, tarihsel sürece katılan bireylerin sayısız faaliyetinden oluştuğunu söylemişti. Yani makro olayları mikro hadiselerine kadar takip ederek yazmıştı eserlerini, gerçeğe ulaşmak için. Sadece gazetelerde yer alan haberlere bakarak bile biriken sayısız öfkeyi görmek mümkün. Tuzukuru işbirlikçilere güvenerek nereye kadar?..”

Yan masada konuşanlardan Hopa’da yaşanan felaketi öğreniyorum, yüreğim içime akıyor. Turgut Uyar’ın “artık hiçbir zaman iyi bir yağmur yağmayacak” dizesini hatırlıyorum o an. Sanki hissetmiş gibi kucağımdaki kedi yağmura kaçıyor. Kapatıp defterimi, denize doğru yürüyorum…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Ağustos 2015)

Bahtsızlığın dibi

Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0

Eskimiş dünyanın çöküş zamanları... Her yer toz duman, acı... Eski model bir korku üretme makinesinin dişlilerinde parçalanan hayatlar ve insanları yiyerek beslenen zombilerin linç çeteleri... Çöküş, her zaman ürkütücüdür, yıkımı arzular çünkü, kendisiyle birlikte her şey yok olsun ister. Gözleri cesetlerden başka bir şey görmeyen zombiler belirir çöküş hızlandıkça. Bir zombiyi, parkta müzik yapan gençlerin üzerine saldırırken görebilirsiniz mesela. Sevişenlerden ve sevişmeye dair her şeyden nefret ettikleri için, tecavüze inanırlar. O kadar mutsuz ve çaresizdirler ki, dünyevi olan her şeyden tiksinirler, tiksindikçe vücutları birer bombaya dönüşür.
Zombilerle yaşamak mümkün değildir, içlerindeki nefretin bulaşıcılığı tehlikelidir çünkü. Çoğalmalarını engelleyecek tek şey, korku üretme makinelerinin yok olmasıdır. Toplumlarda korku umudun önüne geçerse, hayat yorgun düşer, şiir ve müzik tükenir, her şey hızla anlamını yitirir. Bütün bunlara sebep, her şeyi alınır satılır bir sömürü nesnesine dönüştüren bu bozuk, çürümüş, eskimiş düzenin kendisidir. Bu düzen, ya tüketim çılgınlığına kapılmış, önüne konan her şeyi, ağaçları, nehirleri, madenleri yiyen ya da cesetlerle beslenen zombiler yaratır. Aşkı tüketmek için yaşayanla aşktan nefret eden arasında aslında pek çok ortak noktanın olması gibi.
Uykusuz bir Türkçeyle oturmuştum bu yazının başına da... Cemal Süreya’nın  “Sesinde ne var biliyor musun / Söyleyemediğin sözcükler var” diye biten şiirinde geçiyordu “uykusuz Türkçe” sözü… Bugünlerde kiminle konuşsam, söylenemeyen sözcüklerin ağırlığını daha çok hissediyorum. İçimize hapsettiğimiz şeyler çoğaldıkça söylenemeyen sözcükler de ağırlaşıyor. Uçlara savrulan hayatlarda görebilirsiniz o ağırlığı, öfkeleri beklenmediktir, yalnızlığa tahammülsüzdürler, yüzeyde basit bir hayat sürdükçe batmayacaklarını sanırlar, kimseye inanmazlar, kendilerine bile, gerçeklik duygusu yavaş yavaş kaybolur, yaşamak uğruna içlerindeki en değerli şeylerden vazgeçtikçe yüksüzleştiklerini, hafiflediklerini sanırlar, ama boşluktan daha ağır bir şey yoktur…
Turgut Uyar’ın şiirindeki dizeler düşüyor çalıştığım masaya, yağmurdan önce, “ölesiye çalıştın ya da hiç çalışmadın / hiçbir sevinç –sevinç ne- hiçbir şey yok / şu gecenin ucunda / ve öteki boşluklar ürpertiyor insanı / tek başına olmanın dengesine vurunca / evet şimdi ne var bakalım avucunda: / dövüş mü, yenilgi mi, bir bulut parçası mı…” Elimde bir bulut parçası olmalı ki, bu satırları yazarken birden bardaktan boşanırcasına yağmur başlıyor. Gerçek bu… Gökyüzü ikiye bölünüyor… Silvan’dan çatışma haberleri geliyor sonra, ilçe kuşatılmış, elektiriği, telefonu kesilmiş, sokağa çıkmak yasaklanmış, olağanüstü bir askeri sevkiyat var. Turgut Uyar’ın dediği gibi “gülü değil ölüyü gözlüyorlar…” Bu dizeyi içimden tekrarlayarak  ikiye bölünen gökyüzünden sızan yağmuru izliyorum.
Çöküşün yıkıntılarından bizi kurtaracak tek şey, başka bir dünyayı hayal etmek. O hayale sıkı sıkıya sarıldığımız sürece, zombileşmeden yaşayabileceğiz. Ama ne zor şimdi, böyle bitmeyen ölüm haberleri, işkenceler, iğrenç iktidar hesapları arasında hayallere sarılmak… Tim O’Brien’ın “Taşıdıkları Şeyler” romanındaki gibi haykırasım geliyor böyle anlarda: “Her şeye körü körüne, düşünmeden teslim olmalarından ne kadar tiksindiğimi haykırıyordum onlara; aptal milliyetçiliklerinden, gurur duydukları cehaletlerinden, ya-sev-ya-terk-et palavralarından…”


Yağmur gittikçe şiddetini arttırıyor. Pessoa’nın “Yazıyorum ve önümde yağmur karanlığı bir manzara var” diye başlayan yazısındaki gibi hissediyorum: “Ötemde, binlerce soruna yapışıp kalmış insan kitlesi kaynaşıyor: Düğümleri kılıçla kesip atıyorlar, konserve kutularını kapalı bırakarak açıyor ve açtık diyorlar, ya da masa örtüsünde açılan deliğin üzerine hemen pis bir bez örtüyorlar.” Badiou’nun “mutlak bahtsızlığın ardından gelen isyan” dediği şeyi özlüyorum yağmurda ıslandıkça, o pis örtülerin kaldırılıp atılacağı… Daha fazla başımıza ne gelebilir diye düşünüyorum sonra, bahtsızlığın dibine varmadık mı daha?

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Ağustos 2015)

Zor duyuş

Posted: by bülent usta in
0

Sabaha karşı… Balkondaki yazı masamın üzerinde uyuklayacakken, martılar coşkuya kapılmış koyveriyorlar çığlıklarını. Bir an onlara bakıp gülümsesem de, tam bir gülümseme olmuyor. Çünkü biliyorum ki birazdan haber ajanslarına yeni ölüm haberleri düşecek. Bazen çocukça da olsa aynı sorular dönüp duruyor zihnimde. Bu kadar hesaplı kitaplı, satranç oynar gibi hem içeride, hem dışarıda savaş çıkarmaya yönelik oyunlara kanacak insan var mı? Var diyor içimden bir ses. I. Dünya Savaşı’ndan sonra, savaşın topyekûn yıkıcılığına ve ölen milyonlarca insana rağmen yeni bir dünya savaşından kaçamamıştı insanlar, kolayca kandırılmışlardı…

“Dünyadaki birçok bilgi ve deneyim niçin yararlı, verimli olamıyor?” sorusunu Max Frisch, “Çünkü bu bilgiler kendine yetiyor ancak ve başka şeylerle ilişkilendirilebilecek güce sahip değiller” diyerek cevaplıyordu. O güç, “sevgi”den başka bir şey değildi Frisch’e göre. Daimi âşık olmak gerekiyordu, yüzünü yıldızlara değil insana dönen… Marguerite Duras’ın “Sevgili”deki “Yaşamı yaşamak zorunda bulunmanın temel utancı içinde bir aradayız” sözünü hatırlıyorum sonra. Belki de yaşadığımız pek çok sorunun temelinde bu utanç vardı, belki de sevmiyordu çoğunluk bu hayatı, yaşamak zorunda olduğu için yaşıyordu. Sitüasyonistler, “hayatta kalma hastalığı” diye tarif ediyorlardı bu zorunluluğu, köleliğin ve savaşların temel motivasyonu…

Sonra martıların güneşin doğuşunu selamlayışına bakıp, hayatı bizlerden daha çok sevdiklerine inandım. Peki ben seviyor muydum hayatı? Sabahın köründe insan bu soruyu kendine soruyorsa?.. Bazen keşke Duras kadar karamsar olabilseydim diye düşünmeden edemiyorum. Seviyorum çünkü onun karamsarlığındaki hakikat inancını, rahatlığı, içtenliği, kavgacılığı… Savaş zenginlerine, çığırtkanlarına, kahramanlık taslayan katillere bakıp, ölenlerin anneleri için Duras şöyle bağırırdı kesin: “Annelerimize umutsuzluktan başka hiçbir şey bırakmamış olan sizlerden nefret ediyoruz! Ölmenizi değil, yok olmanızı diliyoruz!” Ama onlar bizim yaşamdan ve birbirimizden nefret eden umutsuz çocuklar olmamızı istiyorlar. İşte bu yüzden sevgili martılar, çok istesem de umutsuz olmayı reddediyorum, çok rahatlayacağımı bilsem de yaşamdan nefret edemiyorum. Duras, bütün bu acı dolu maskaralıklar sona erdiğinde, karşımıza sadece korkudan yapılma boş kafalı adamlar çıkacağını söyler, korkuyu üretme tarihinin bir şekilde mutlaka çökeceğini…

Yeter ki insanlar, haz-kaygı-doyumsuzluk döngüsü içinde dünyayı yıkıma doğru sürükleyen bu sisteme uymaktan vazgeçsinler. Sistemin onlara uymasını sağlayacak olan siyasetin Gezi’yle dönüşünü, halkı kamplaştırmaya çalışarak önlemeye çalışıyorlardı, seçimlerden sonra da ülkeyi 90’lara döndürmek için çatışmaları körükleyerek…

Frisch’in günlüğüne yazdığı gibi, dalkavuklar çoğunlukta olduklarını görecek olurlarsa, artık dalkavukluk yapmalarına gerek kalmaz, kolektif saldırgana dönüşürler.


Birazdan ölüm haberleri ajanslara düşmeye başlar… Zaten martılar da gitti… Turgut Uyar’ın “Umut kaçınılmaz gerçektir” dizesini tekrarlayıp duruyorum, duymak bazen o kadar zor ki…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 12 Ağustos 2015)

İyi uyanışlar

Posted: by bülent usta in
0

Çoğu gün iyi uyanıyorduk, şairin dediği gibi, bir dilim ekmek, bir iki zeytinden başka bir şey de aramıyor, hüznümüzü yakamıza bir çiçek gibi takıp sokağa çıkabiliyorduk. Ama olmuyordu işte, sokakta köşe başını dönerken birden karşımıza çıkıyordu haksızlık, savaş, ölüm… Barış Anneleri, üzerlerine biber gazı sıkılarak tartaklanıyor, Suruç Katliamı’nda yaralanan Vatan Budak hayata gözlerini yumuyor, bir parti lideri “şerefsizler” diye hönkürerek linç çetelerini kışkırtıyor, savaş uçakları köyleri bombalayıp çoluk çocuk demeden katlediyor, gazeteler, televizyonlar savaş çığırtkanlığı yapmaya devam ediyordu. Yakamıza taktığımız çiçek soluyor, iyi uyandığımız günleri unutuyorduk. Bir şiirin içindeymiş gibi yaşayamıyor, sosyolojik izahlara başlıyor, çareler düşünüyor, yoruluyorduk… Onuru sürekli kırılan bu dünyada bir şiirdeymişçesine yaşamanın çaresi yok muydu? Sevdiğimiz yazarların roman kahramanlarına gidiyor, onlara danışıyorduk. Ağız birliği yapmışçasına diyorlardı ki, “Ne yapıyor, ne yaşıyorsanız hakkını vererek yaşayın. Sevişir ya da canınız sıkılırken, inandığınız bir doğruyu savunur ya da hakikati ararken… Tren yolculuğu yaparken pencereden bakmakla yetinmeyip başınızı dışarı çıkarmak gibi, anlıyor musunuz…” diyorlardı, “Sizi öldürmek isteyenlerden değil, onlara benzemekten korkun…”

Guy Debord’un dediği gibi “Gerçek; anlamda altüst edilmiş dünyada doğru, bir yanlışlık, bir kaza ânı”ysa eğer, hayatı savunmakta ısrar etmekten başka bir çare yok, kazalar çoğalsın diye... Herkes akılsızlığa varacak kadar akıllı hayatlar yaşar, risk hesabı yapmadan nefes alamazken… Ulus Baker’in “Sadece varolmamız bile, belli bir noktada onlara zarar verecektir” sözünü hatırda tutmalı hep.

Bloch’un “dünyaya yardımcı olacak şeyi dünyada aramalı” öğüdüne sıkı sıkıya sarılıyor, insan yaşamında asıl belirleyici olanın gündüz düşleri olduğuna inandığımız için şiiri, sanatı, hapsedildiği o basit kalıplardan, monte edilmiş piyasanın tezgâhından kurtarmak istiyorduk. Çare, içimize kapanıp daralmakta değil, dışarıya doğru genişlemekteydi. Her şey bizi lanet okumaya, içimize kapanmaya, umutsuzluğun düşünsel ve düşsel bataklığına doğru çekmeye çalışsa da, birbirimize tutunup ayakta durmaya çalışıyorduk. Çünkü biliyorduk ki, istedikleri şey, onlar kadar kötü, gaddar ve umutsuz olmamızdı. O zaman daha bir iştahla saldıracaklardı hayata, iyiyi kötüyle, cesareti korkuyla değiştirerek…

Umudun çabuk kırılır, dağılır bir şey olmasının güvensizliklerle ilgili olduğunu biliyorduk; kendimize ve başkalarına güvenmemizden ayrı değildi umuda duyduğumuz güven.

Pavese’in “Kâğıt İçicileri” şiiri, nereye gitsek peşimizden geliyordu, “Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya / gün ışığıyla küfretmeye başlıyorsak: / İnsandı suçlu olan. Hiç olmazsa gidebilmeliyiz / aç ama özgür olabilmeli / hayır diyebilmeliyiz…” Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz” kitabında haykırışı karışıyordu sonra bu dizelere: “Paranın ve ölümün övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz. Silahlara her dakika iki milyon dolar harcayan ve her dakika otuz çocuğu açlıktan ya da iyileştirilebilir hastalıktan öldüren bir dünyaya hayır diyoruz.” Galeano, “demokrasi kılığına girmiş diktatörlüklere” hayır derken, “hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine” de hayır demeyi ihmal etmiyordu. Ayrı değildi çünkü, ölen çocuklarla umutsuzluk…


Her şeyin kötüye gittiğine dair algı, bir yanılsamaydı. Spinoza’nın altını çizdiği gibi, “olumsuz tarafından kemirilen bir dünyada, insanın öldürücü iştahını, iyilik ve kötülüğün, adalet ve adaletsizliğin kurallarını” sorgulayan, “olumsuzun bütün hortlaklarını” ifşa etmekten, hayata ve hayatın gücüne inanmaktan vazgeçmeyenler olduğu sürece, iyi uyanacaktık, gidenler iyi uyuyacaklardı…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 5 Ağustos 2015)

Sen nasılsın?

Posted: by bülent usta in
0

Pencereden, balkondan, vapurun güvertesinden, köprüden, damdan, her yerden düşüyoruz, sonra ayağa kalkmaya çalışıyor, yine düşüyoruz. Bu ülke düşmeye çok alışmış, dizleri parçalanmadan yürüyemiyor, her yerinden kanıyor, kanıyoruz. Seçimler sanki hiç yapılmadı, barış süreci sanki hiç olmadı, açılımlarla yatıp kalkarken her yerden her şekilde kapatılıyormuşuz meğerse, şehirlere, sokaklara, evlere, içimize…

Açık konuşmalı, daha açık, çünkü anlamıyoruz. “Nereye doğru gidiyoruz?” diye soruyor sokakta gördüğüm herkes, “Ne planlıyorlar?” diye devamı geliyor sonra, çünkü planlı geliyor herkese bu olup bitenler. Tıkır tıkır işlemiyor ama plan; ellerindeki medya güvenilirliğini yitirmiş, senaryo eski, kurgu zayıf, oyuncular acemi. Ama inanan yine inanıyor, söylenen her şeye, bir kere inanmaya görsün insan. Nasıl olup da gözlerinin önünde olup biteni hâlâ inkâr edebildiklerini düşünüyorum.

Hava çok sıcak, bunaltıcı şeyler düşünmeye izin vermeyecek kadar bunaltıcı. Klima ya da rüzgâr aramıyorum hiç, kendimi tamamen sıcak havaya teslim etmek istiyorum. Bazen acıyla baş etmenin en iyi yolu, acıya teslim olmaktır. Suruç Katliamı, o kadar canımı yaktı ki, o acıya direndikçe, nasıl böyle bir şey olur dedikçe, daha beter bir acı yerleşiyordu içime. Acının içinde düşünüp yazarken, toplama kampından sağ kurtulup, söyleyeceğini söyledikten sonra intihar eden yazarlardan Jean Améry’nin “Suç ve Kefaretin Ötesinde” adlı kitabında buldum kendimi.

Améry, o kadar farkındaydı ki her şeyin. Öyle zor şeyler yaşamış ve öyle çok şey öğrenmişti ki hayattan… Önceki yazımda bahsettiğim “acının içinde, acıyla birlikte düşünme”nin dersini veriyordu âdeta. Toplama kampındaki entelektüellerle sıradan insanları karşılaştırdığı yazısını okuduktan sonra, bizdeki asıl sorunun ne olduğu, daha bir açıklık kazandı gözümde. İçine hapsedildiğimiz bu toplama kampına benzeyen hayata bakıp, mantıklı bir sistem görmeye çalışmaktan vazgeçemiyorduk bir türlü. Gerçekte olan, tarih boyunca varlığını sürdüren insani bir mantıktı sadece. Suriye’de olan şey, Vietnam’da olanlardan daha korkunç değildi ya da Roma İmparatorluğu’nun insanları tahtalara çivileyip korkuluk gibi diktiği ölüm tarlalarından, Osmanlı’nın ceset dolu kuyularından…

Günümüz insanının yaşanan dehşet karşısında olup bitene inanama hâli, Améry’nin bahsettiği toplama kampındaki entelektüellerin durumuna benziyor: “Entelektüel insan akla hayale sığmayan durumları, entelektüel olmayanların yaptıkları gibi, verili birer olgu olarak rahatça kabullenemiyordu. Gündelik gerçekliğin tezahürlerini sorgulamaya yönelik uzun temrinler, kamp gerçekliğine kolayca razı olmasını engelliyordu, çünkü bu gerçeklik onun şimdiye dek mümkün gördüğü ve bir insandan beklenilir bulduğu şeylerle çok kaba bir biçimde karşıtlık ilişkisi içindeydi.”

Bu yüzden, sokakta tanık olduğumuz polis şiddeti karşısında fazlasıyla şaşırıyor, bir insanın canlı bomba olmasını aklımız bir türlü almıyor, alamıyordu. Nasıl bu kadar saf olabiliyorduk ki? Okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, kitap ve film olarak kaldığı için mi? İnkâr etmeyi bir kere öğrenip rahatına alışıldığı için mi?

Améry, entelektüel olmayanların SS subayları önünde daha zinde esas duruşa geçmelerine rağmen, sistematik kaytarıcılıkları ve maharetli hırsızlıklarıyla, düşünceli arkadaşlarına göre mahvedicilerine karşı daha etkili mücadele verdiklerini söylüyordu. Bunu, entelektüellerin iktidara karşı beslediği, tarihsel ve sosyolojik etmenlerle açıklanabilecek derin bir saygıya bağlasa da, yaptığı şey, entelektüel düşmanlığı değil, eleştirisiydi. Bu eleştiriyi kendimize karşı yapmadan ve kafamızın içindeki o sahte dünyaları terk etmeden, ne yaşadığımız aşk gerçek bir aşk olacak, ne de hayat… Vaneigem, “insanın hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” derken de bunu kastediyordu aslında.


Hava çok sıcak olsa da bunaltıcı değil artık… Acılı gülümsemeyi öğrenmek gibi…  Turgut Uyar’ın denizden, demli çaylardan bahsedip, “Ben iyiyim bunlar da iyi şeyler sen nasılsın” demesi gibi… 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Temmuz 2015)