Derin mutluluk

Posted: 11 Nisan 2016 Pazartesi by bülent usta in
0


Başka türlü olsaydı her şey, askıda kalmış bir ülkede, bunca saçmalığın ve acının ortasında yaşamıyor olsaydık… Sanki her şey, bütün doğa, sokaklar altımızdan çekilip alınmış; birbirimize, kitaplara, anılara, umuda, bir şeylere tutunmamız gerekiyor düşmemek için. Belki de tutunmamalı, düşmekten korktuğumuz sürece, bu oyun böyle sürecek. Onların yaşadığı ise daha büyük bir çaresizlik. Sahip oldukları güç bir işe yaramıyor, rahat olamıyorlar bir türlü, korkuyorlar. Söyledikleri ve yaptıkları birbirini tutmadıkça büyüyen bir çaresizlik…

Bu çaresizliğin gülünç pek çok yanı olsa da, toplumun belleksizliğine dair acı bir bilgiyi de taşıyor. İnsanların çoğu, görüyor ama görmüyor, biliyor ama bilmiyor, boş bir bakış... Geçmişle yüzleşilememesi yaraları derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor, hep aynı travmaların defalarca yaşanmak zorunda kalındığı bir oyun…

Asıl büyük çaresizliğimiz, Ranciere’in “Demokrasi Nefreti”nde yazdığı gibi, gerçekte hiçbir zaman bir demokraside yaşamamış olmamız. Bize demokrasi diye sunulan şey, bir devlet yönetme biçiminden başka bir şey değil. İstediğimiz sadece, elimizdeki şu özgürlük kırıntılarının da alınmaması, devletin kendi yaptığı yasalara uyması. Sadece bunu istiyoruz düşünsenize, devlet, kendi yaptığı yasalara, verdiği sözlere sâdık kalsın. İktidar, kendisine oy vermeyenleri dışlayarak, eşitsizliği körükleyen politikalara sarılarak, bu kutuplaşmayı ve nefreti, yıkıcı bir noktaya getirmesin. Sonra da istikrar ve huzurdan bahsediyorlar.

“Aşk kadar büyük olan küçücük şey”

Bunları yazarken gülme tutuyor beni, çok saçma diye geçiriyorum içimden, hâlâ alışamadım ya bütün bu saçmalıklara. Sanki içimde başka biri var, benden bağımsız biri, doğduğumdan beri bu ülkede yaşamıyormuş gibi davranıyor. Kendi ülkesi var, düş ülkesi gibi bir şey. Kendi İstanbul’u, İstanbul’da bir Kadıköy’ü var, kafasına göre takılıyor, sanki bir filmin içindeymiş gibi, her gün yeni bir film. Sanırım yazmamı ve yaşamamı onun bu düş ülkesine borçluyum. Bu aralar, bir aşk romanı yazmam için zorluyor beni, bahar da gelmişken. Marguerite Duras’nın “Mavi Gözler Siyah Saçlar” romanını zorla yeniden okuttu, öyle bir şey yazmamı istiyor. Foucault ile Cixous’un Duras hakkında konuştukları söyleşiyi buldum romanı okuduktan sonra, “Sonsuza Giden Dil”de. Cixous, şöyle diyordu söyleşide: “Sanki bizim tüm arzularımız, aşk kadar büyük olan küçücük bir şeye yeniden yatırılmış gibidir. Evren diyemem, ama aşk. Ve bu aşk, her şey olan bu hiçtir.”



“Aşk kadar büyük olan küçücük şey” sözünü düşünüp durdum. Geceleyin uyutmayan bir dalga sesi vardı kulağımda, “beni deniz çağırıyor” deyip sabahın köründe yola düşmüştüm. Bir yandan romanı düşünüyordum: “Kadın uyanır. Erkeğe bakar. Sorar: Kimsiniz? Erkek yanıtlar: Hatırlasanıza. Kadın hatırlar: Siz o deniz kıyısındaki kafede ölmekte olan adamsınız.”

Deniz kıyısındaki kafede yazıma kaldığım yerden devam ederken, martıların haykırışları, düşüncelerimi bölüp duruyor. Duras’nın romanlarında aşk, insanların birbirlerini fethetmeye çalıştıkları bir mücadele alanı değil, bir mücadele var ama bu daha çok varoluşa dair. Herkes kendi yalnızlığının farkında ve o yalnızlık, tutkunun asıl kaynağını oluşturuyor. 

Romandaki, erkekle kadının yan yana yatarlerken yaşadıkları derin mutluluktan korktukları sahne, büyük olan küçücük şeyi, pek güzel özetliyordu. Mutluluk, arzulanan ama korkulan bir şey, yüzeysel olanlar hariç. Altüst edici olduğu için belki de…


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Nisan 2016) 

Kara bulutlar

Posted: 2 Nisan 2016 Cumartesi by bülent usta in
0

İstanbul bahara hazırlanıyor. Kırık bir bahar bu, parçalanmış… İç savaş söylentileri gibi sıkıntılı bir hava. Gök gürleyecekmiş, şimşek çakacakmış gibi, ama bir şey olmuyor, kapkara bulutlar hiçbir şeye aldırmaksızın şehrin üzerinden geçiyor. Yarın sabah bardaktan boşanırcasına yağacak yağmur. Belki de yağmayacak. Bir intihar bombacısı daha çıkacak belki, az evvel yanımdan geçmiş bile olabilir. Denizi gören bir kafeye oturuyorum. Hangi gazeteyi açsam, daha önce okumuşum gibi bir his, bomba, katliam, tecavüz…

Küreselleşme karşıtı hareketlerden, kapitalizmin krizinden bahsederken, intihar bombacıları ve onların katliamları doldurdu gündemi. Ralph Waldo Emerson’un mutlaka yozlaşırlar dediği devletler, nasıl da memnundurlar şimdi, yaratılan bu korku ve dehşet atmosferinden.

Max Frisch, “Dünyadaki silah birikimini kalemimizle yok edemeyiz, ama iki tarafça da savaş yöntemi olarak kullanılan boş laf yığınlarını allak bullak edebiliriz” demişti. Gazeteler ve televizyonlar bu boş laf yığınlarıyla tıka basa dolu, iğrenç çürümüş bir bataklık gibi her şeyi içlerine doğru çekiyorlar. Onları allak bullak edecek kalemlere iktidarın düşman kesilmesi, nasıl da uyumlu her şeyle. Çıkıp bir rektörün okumuş insanlar tehlikelidir sözü, bir bakanın onlarca çocuk tecavüz edilmişken “bir kere olmuş” diyerek yaşananları hafifsemesi… Boş, bomboş laf yığınlarıyla doldurdular her yeri. Sadece onlar da değil, arkasını militer bir güce dayayan herkes…

Peki ama, Max Frisch’in dediği gibi değilse, yazının altüst edici bir işlevi kalmadıysa artık? Foucault da bu soruyu Fransız entelektüelleri için soruyordu. Burjuvazi, kapitalist toplum, yazıyı eylem gücünden tamamen yoksun bıraktı diyordu, kendisiyle yapılan bir söyleşide. Bir yandan da yazarlık atölyeleri çoğalıyor. Yazmak, toplumsal statü anlamını koruyor, eylem gücünden yoksun olsa da… Belki de sorun, çok daha derinlerdedir, kültürel bir çıkmazdadır. Fromm’un dediği gibi, içindeki boşlukla, pasiflikle, yalnızlıkla ve kaygıyla daha çok tüketerek başeden tüketici insanın yaşadığı ve bu çağda iyice görünürleşen varoluşsal bunalımdır belki, bütün bu olup bitenin nedeni?

Dün gece gökyüzü açıktı, yıldızları izledik Galata Kulesi’ne yakın bir terasta. Terastan aşağıya bakarken, her zaman olduğu gibi düşsem ne olur acaba diye düşünmüştüm. Bir araştırma, Afrika’da ölüm tehlikesinin daha çok olmasına rağmen, Avrupa’ya göre ölüm korkusunun yok denecek kadar az olduğundan bahsediyordu. Kültürel olarak açıklanabilir belki bu durum, ya da alışmakla, öğrenmekle… Batı’da doğum ve ölüm, kapalı kapıların ardında olup biten, saklanan bir şey çünkü. İnsanların her şeye, bütün felaketlere nasıl kolayca alışabildiğine dair öyle çok araştırma var ki… Bizde nasıl durum acaba? Bütün bu yaşananlar, neye hazırlıyor toplumu? İç savaşa mı, yoksa özgürlük tutkusuyla iktidarları alaşağı edecek bir kalkışmaya mı? Belki de hiçbir şeye…

Gazeteleri kaldırıp defterimi koyuyorum önüme, ama içimden yazmak gelmiyor. İçinde güzel bir delilik yoksa, yazmak da, yaşamak da bütün bu olup bitenler kadar anlamsız, hep aynı şeyler… Bütün mesele, o güzel deliliği bulup çıkarmakta, yazarken, okurken, yaşarken, severken… Öyle akıllı uslu yaşamayı beceremedim hiçbir zaman, bazen şartlar gereği kendimi zorlasam da… “Bu iyi bir şey” diye yazıyorum defterime, yüzümde bir gülümseme beliriyor. Karşımdaki masada oturan siyah gözlüklü kadın, ona gülümsediğimi düşünüp gülümsüyor. Dudaklarının aldığı şekilden anlıyorum gülümsediğini, gözleri görünmüyor. “Belki de benle ilgisi yoktur” diye yazıyorum defterime. 

Max Frisch’in “Homo Faber”deki, yaşamın bir “biçim” mi, yoksa “toplam” mı olduğuna dair tartışma geliyor aklıma. “Yaşam, bir şeylerin toplamı değil, zamanın içindeki bir biçim. Bu yüzden her şey değişebilir” diye yazıyorum defterime. Yazabileceğim en umutlu söz… Sonunda gök gürlüyor, boşuna toplanmamış kara bulutlar.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Mart 2016)

Mutlu keşifleri beklerken

Posted: by bülent usta in
0

Bitmeyen bir kış… Hiç bu kadar ruhları titreten rüzgârların estiği bir kış olmamıştı. Sokaklar boşalmış, bomba korkusu yaşamayan kedi ve köpekler, bir de martılar… İskelenin oraya atılmış bir kanepeye oturup yavru bir kediyle oynarken, şehrin boşalmışlığındaki hüznü düşünüyordum. Kalabalık halinden geriye kalan çıplak hüznü… Ülkenin bir yarısında sokağa çıkma yasakları, diğer yarısında bomba korkusuyla sokağa çıkamayanlar. Kucağımda yavru bir kediyle oturduğum kanepeyi, batmak üzere olan bir geminin güvertesine benzettim o an. Ağır ağır suya gömülüyormuş gibi, hayal kırıklıklarıyla dolu denize bakıyordum, bireysel, toplumsal, siyasal, milyon türlü hayal kırıklığının yüzdüğü… Bu kadar çok hayal kırıklığının söylediği bir şey olmalı, bas bas bağırsa da kimsenin duymak istemediği, duyarım korkusuyla kulaklarını kapadığı.

Umberto Eco’nun “Yanlış Okumalar”daki demokrasinin özüne dair sözlerini anımsadım: “Demokrasi denen şeyin ilk buyruğu: Başkaları nasıl yapıyorsa sen de öyle yap ve çoğunluğun yasasına boyun eğ. Kendisini seçecek yeterli sayıda insan toplaması koşuluyla, herkes resmî bir görevi elinde tutmaya layıktır.” Hitler’in propaganda filmlerinden birisini izlemiştim daha yeni, herkesin nasıl büyük bir coşkuyla çoğunluğun yasasına boyun eğdiğini... Kıyafetlerinden saç traşlarına kadar her şey birbirine benziyordu, farklı olsalar da benziyordu, dehşet dolu bir huzur içindeydiler Hitler’e bakarlarken.

“Yasadışına düşmekten inanılmaz derecede korku duyarız biz” diyordu Umberto Eco, “Yönetimde birbirini izleyen, yasalara, özellikle de yasaları izlemeyenlere karşı genel bir aşağılama uyandıran yasalara aşırı bağlı olanlara boyun eğeriz…” Can güvenliğini sağlayamasa da, işsiz bıraksa da, bin türlü belanın içine soksa da, yasal gücü elinde bulunduranların akıldışı uygulamalarına boyun eğilirdi genellikle. Büyük Almanya idealinin nasıl büyük bir kâbusa dönüşeceğinden habersiz, çılgınlar gibi Hitler’i alkışlayanlar, çıldırmış birisinden ziyade ne yaptığını çok iyi bilen bir liderle karşı karşıya olduklarına inanıyorlardı muhtemelen. Anlayacak bir şey yoktu, anlaşılması gereken her şey televizyonlar ve gazeteler tarafından veriliyordu. Yapılması gereken, çoğunluk ne yapıyorsa onu yapmaktı.

İnsanlar, bir işe yaradıklarını düşündükleri sürece mutluydular bu hayatta, mutsuzluklarıyla da mutluydular. Bir de, kendilerine sunulan konfora alışmış, o konforun tutsağı olmuşlarsa... Umberto Eco, yaşamaktan mutlu bu kitle insanını, akılsız, kibirli tembelliğinden koparabilir miyiz diye soruyordu aynı yazısında. Kucağımdaki yavru kediye baktım, sorunun cevabını düşünürken. “Hayır!” diyordu Eco, o insanları yerlerinde tutan oyunlar sürdükçe ve onları apaçık olan şeyi yorumlama sorumluluğundan kurtaran “paket görüşler” oldukça, hayır! Hayal kırıklıkları, bu çağı çökertecek kadar ağırlaşabilir, ağırlaşıyor… Belki de bu yüzden maskeler kişiliklerin yerini alıyor, o ağırlığı hissetmemek için bir can simidine dönüşüyor.

Denizde dalgalar çoğalmıştı, hayal kırıklığının dalgaları… Umberto Eco, “Özgür insanın başvuracağı tek şeyin kendi köşesine, kendi zilletine, kendi acısına çekilmek” olduğunu yazmıştı. Seni düşündüm, atlayıp bir tekneye, sadece ikimiz, bütün hayal kırıklıklarını aşıp o adaya ulaşsak... Belki bu yavru kediyi ve annesini de yanımıza alırdık. Nereye gidersek gidelim, hayal kırıklıkları peşimizden gelir diyeceksin muhtemelen. İnsanların umut ettiği ve acı çektiği her şeye inanan biri olarak, bütün bu hayal kırıklıklarının daha önce hiç tanık olmadığımız bir cesareti ve umudu taşıdığını söyleyeceksin ve ben susacağım. Sonra Pavese’in o çok sevdiğin “Leuko ile Söyleşiler” adlı kitabındaki şu sözlerini tekrarlayacaksın bana: “Havanın, gecenin getirdiği korkularla, gizemli tehditlerle, ürkütücü anılarla dolu olduğu insanlar. Fırtınaları ya da depremleri düşün. Bu zorluk gerçek idiyse –hiç kuşkusuz gerçekti- cesaret, umut, güçlerin, vaatlerin, buluşmaların mutlu keşfi de gerçekti.” O mutlu keşfi kaçırmamalıyız diyeceksin. Fırtınanın dalgaları, iskeleyi aşıyordu artık. Defterime ve yüzüme damlalar düşerken, Pavese’in “Ölümsüz, ânı kabul edendir” sözünü yazdım son…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Mart 2016)