Dünyanın kesik küçük kolları

Posted: 30 Ocak 2016 Cumartesi by bülent usta in
0

Sokaklarda vurulmuş can çekişen insanlar, hastaneye ulaştırılmalarına izin verilmediği için kan kaybından ölenler varken, başka bir şey düşünemiyorum. Ümitsizleşmiş bir beyin, eğer devlet yapımı değilse, takılıp kalıyor böyle şeylere. “Vapuru kaçırdım yine” diye yazıyorum defterime, çünkü az evvel vapur kaçtı, kapıları kapattılar hemen, sisler içindeki Boğaz’dan esen soğuk rüzgârın üzerine. Tek başıma iskeledeki bekleme salonunda oturuyorum, bütün şehir o vapura binip gitmiş sanki. Bir kedi giriyor içeriye, kapkara bir kedi, oturakların üzerinden yürüyor dikkatlice. Sen de böyle yürürsün, ip üzerindeki bir cambaz gibi, durmaman gerekir, tereddüt etmemelisin… Senin gibi teklifsizce gelip kıvrılıyor kucağıma, çok uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz gibi.
Zaten sürekli bir şeyleri kaçırıyorum bugünlerde, zamanın ayarı bozuldu. Pencereden sisle kaplı Boğaz’ın üzerinde martı görmeyi umuyorum, ama yoklar, belki onlar da gitti... Her vapura binişinde, sanki bütün martıları saymışçasına “Martılar azalıyor” diye üzülen şair dostum geliyor aklıma. Bir kitaba, bir aşka, bir davaya kendini tamamen verebilecek insan sayısının azalmasıyla, hızlanan zaman arasındaki ilişkiyi yazayım istiyorum defterime, olmuyor. Aklım, sokaklarda vurulmuş can çekişen insanlarda. Biliyor musun kedi, ambulansların geçmesine izin vermedikleri için kan kaybından ölenler var, şu anda, şimdi… Klimalara ve su depolarına ateş ediyorlar, yaralıları düştükleri yerden almak isteyenlerin üzerine.
“Bu çağ, yüzeyselliğin hâkim olduğu bir çağ” demiştin, yeni çıkan filmlerin afişlerine bakarken. Sonra elinle kamera yapıp beni çekmeye başlamıştın, ben de karşıma çıkan herkese kendimi mübaşir olarak tanıtıp mahkemeye çağrıldıklarını söylemiştim. “Ne mahkemesi?” diye soranlara, “Şiirsel Adalet” demiştim, gülmeler, deli muamelesi yapmalar, kızanlar… Daha iyi filmlerimiz olmuştu, ama gerçekti. Sürekli o mahkemeye çıkıp savunma verdiğimizi bilmiyorlardı. Hâkimi, savcısı, mübaşiri kendin olduğun bir mahkeme… Diyorum ki, artık cezamız neyse çekelim, olmuyor böyle. Beni duyuyor musun?
Derinliğe dayanıklı şeyler üretmeliyiz, yoksa boğulacağız bu yüzeyselliğin içinde. Dayanıklı dostlar ve aşktan evvel, beynimizi üretmeliyiz yeniden, fikirler bulmalıyız, bu soğukta içine girip saklanacağımız. Her şey o kadar yüzeysel ki…
Kıyametin televizyondan naklen yayınlanacağı bir çağ, reytingi yüksek olmayabilir. Defterime böyle yazınca, gülümseyebileceğin geliyor aklıma, gülümsüyorum. Düşünsene, kıyamet kopmuş ve insanlar televizyonda yarışma programı izliyorlar... “Boşver onları” demiştin bir defasında, “Niye bozsunlar ki rahatlarını, kimseye güvenmez, yapayalnız bu dünyada yaşarlarken.”
“Apocalypse Now” filmini birlikte izlediğimiz günü hatırlıyorum, sabaha kadar tartışmıştık, Vietnam Savaşı’nda bir subayı canlandıran Marlon Brando’nun, savaşmayı neden bıraktığıyla ilgili anlattığı hikâyeyi: “Özel kuvvetlerde olduğum zamanları hatırlıyorum. Sanki bin asır önceydi. Çocuklara aşı yapmak için bir kampa gitmiştik. Çocuk felci aşısı yaptıktan sonra kamptan ayrıldık. Yaşlı bir adam ağlayarak bize yetişti. Ağlıyordu. Konuşamıyordu. Oraya geri döndük. Kampa gelip bütün aşılı kolları kesmişlerdi. Kesik kolları yığmışlardı. Küçük kollardan oluşan bir yığın. Hatırlıyorum da aynen aynen bir büyükanne gibi ağladım. Dişlerimi sökmek istedim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ve hatırlamak istiyordum. Asla unutmayacaktım. Asla unutmak istemiyorum. Derken farkına vardım, sanki alnımdan elmas bir kurşunla vurulmuşum gibi. Sonra düşündüm, Tanrım, bu olaydaki deha böyle bir şeyi yapabilmek için gereken irade kusursuz, gerçek, eksiksiz, kristal gibi berrak. Ve bizden daha güçlü olduklarını anladım. Çünkü buna dayanabiliyorlardı. Bunlar canavar değildi, insandı.”
Kendimi o subayın yerine koyup, yığılmış o kesik kolların başında ne hissedeceğimi ve ne yapacağımı düşünmüştüm. Hiçbir şey, bana o çocukların kollarının neden kesildiğini açıklayamazdı. O subay gibi düşünmezdim. Çocukların kollarını kesmekten daha korkunç olanın, Vietnam Savaşı’nda ABD uçaklarından atılan oyuncak görünümlü bombalar olduğunu bilirdim. İnsanların kaybedecek bir şeyleri yoktu, çünkü çocuklara oyuncak görünümlü bombalar atan bir güçle savaşıyorlardı. Aynı günlerde, ABD’de Kent State Üniversitesi’nde barış yanlısı öğrencilerin üzerine de ateş açılmış, pırıl pırıl dört genci öldürmüş, birini de felç bırakmışlardı. Arkadaşları, kendilerini silahların önüne atıp bağırlarını açmış, “Beni de vur!” diye bağırmışlardı. O gençler, savaşı durdurmak için gereken bir iradeyi ortaya koymuşlardı, “kusursuz, gerçek, eksiksiz, kristal gibi berrak….” Rahatınızı bozmadan, kimsenin rahatını kaçıramazsınız… Ve işte onların kitap okuması, sinemaya gitmesi, sergi gezmesi, avunmak değildi ve yalnız da hissetmiyorlardı kendilerini. Yalnızlık, yalnız kalmakla ilgili değildi. Oradaydılar, o kolları kesilmiş çocukların yanında, binlerce kilometre öteden söyledikleri şarkılarını çocuklara duyuramasalar da…
Vietnam Savaşı’ndaki sorunlar neyse, bugün de aynısını yaşıyoruz. Sorunlar değil, koşullar belirliyor her şeyi. Piyasa koşulları hâkim olduğu sürece, iradeye, sanata, siyasete, her şey daha da yüzeyselleşecek. Beni savaşlar kadar, bu yüzeysellik korkutuyor, uçan bir martıya bakıp bir şey hissetmeyecek insanların yaratacağı kıyamet…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Ocak 2016)

Kara kış güneşi

Posted: by bülent usta in
0

Kar fırtınası içinde yolu bulmaya çalışıyoruz. Her yer birbirine benziyor ve ilerisi görünmüyor. Kaybolan çok olmuş buralarda diyorsun. Bu topraklarda devlet eliyle kaybedilmiş insanlar geliyor hatırıma, elini sımsıkı tutuyorum. Rüzgârın içinde ölülerin sesi de var sanki… Bir rüyaymış gibi yaşardım eskiden hayatı, şimdi öyle değil. Sanırım, tanık olduğum ve yaşadığım acıları daha katlanılır kılıyordu, rüyadaymış gibi yaşamak. İnsanların nasıl böyle korkunç şeylerin yaşanmasına izin verebildiğini anlamazdım, anlamak istemezdim. Okuduğum onlarca kitap, izlediğim onlarca film, temerküz kamplarını açıklayamamıştı bana, açıklanamazdı. İnsan, nasıl bu kadar korkunç ve iğrenç bir şeye dönüşebilirdi? Bir kadından doğmamışlar mıydı, çocuk olmamışlar mıydı hiç, ilk defa karanlığın içinde yanıp sönen bir cırcır böceğiyle karşılaştıklarında heyecanlanmamışlar mıydı?
Kafamın içindeki başka bir dünyada yaşamayı tercih ettim ben de, o yüzden boynuma kırmızı fularımı dolayıp sokaklarda mızıka çalmaktan, gece trenlerine binmekten korkmadım hiç. Hayattan korkmadım, çünkü zaten bir rüyaydı ve hepimiz en korkunç yerinde uyanacaktık. Ama uyanmadı kimse, Sivas Katliamı olduğunda da... Söndürülemeyen o alevlerin daha da büyüyüp her yeri saracağını söyleyenlerin sesi duyulmadı. Sonra ardı arkası kesilmeyen katliamlar… Her katliamdan sonra hayatın gerçekliğinden emin oldum. Ankara’nın göbeğindeki o korkunç katliamda bile uyanmadılarsa, kimse uyanmayacaktı, yaşadığımız bir rüya değildi. Oluk oluk kanla duş alma fantezisi kuranlar, gelen ölüm haberleriyle heyecanlanıyor olmalıydılar. Vatan, uğruna yaşanacak değil de, ölecek ve öldürülecek bir yer olarak düşünüldüğü sürece, kimse uyanmayacaktı. Öyleyse neden ısrar ettiğimi soruyorsun, “Her şeyi bırakıp gidelim, kendimize kaybolacak güzel bir orman bulup, kendi düşümüzü yaratalım…”
Arendt’in “Bu dünyadan ayrılırken iyi bir insan olmuş olmaktan çok, ardımda daha iyi bir dünya bırakmış olmayı isterim” sözünü hatırlatıyorum, karanlıktan korkmayan ve bu karanlığın mutlaka aydınlıkla sonuçlanacağına inanan Gılgamış’ı… Mehmed Uzun’un romanından ezberimde kalanları söylerken rüzgâra karışıyor sesim, “Gılgamış, Akrep-İnsan’ın dediğini yaptı; / ormanda, güneşin yoluna girdi, / güneşin doğduğu dağa doğru. Daha bir fersah yol almıştı ki, / etrafını saran karanlık koyulaştı.” Gılgamış yürüdükçe, onu saran karanlık daha bir koyulaşıyor, attığı her adım karanlığı çoğaltsa da, o yürümekten vazgeçmiyordu. Ta ki on ikinci fersahtan sonra, güneş ışıkları bir sel gibi akmaya başladı.
Orman, birden deniz kenarındaki bir yamaca açılınca, Gılgamış büyüsü diye bağırarak el çırpmaya başlıyorsun. Hayatı, hep büyülü bir şeymiş gibi yaşamak… Bütün bu yolu, yamacın üzerindeki deniz fenerine varabilmek için yürümüştük, sırt çantamızda içi sıcak çay dolu bir termosla... Güneşin doğuşunu izleyerek, bu unutulmuş deniz fenerinde hayatın mucizelerine inancımızı tazeleyecektik. Paslanmış demir kapısını açarken, burada yaşama hayalleri de başlıyor hemen. Mumlar, danteller, kitap rafları, saksı saksı çiçek…
Deniz fenerinden ufka doğru, dalgalar ve bulutlarla sarmaş dolaş olmuş belirsizliğe bakarken hissettiğim şey, şaşkın ve yaralı bir halkın çaresizliğiydi. Rejimin başarısızlığıyla başarılı olmuş ve şimdi yine sansür ve zulümden medet umar hale gelmiş, açılımları açılamamış, siyasi programı çökmüş bir iktidarın çaresizliği… Bir kısım Batılı siyaset bilimcinin Doğu’ya bakarken anlamadığı da buydu, çaresizlik… Neden dine yöneliyor insanlar? Neden her yerde faşizm hortluyor? Modern dünyanın aynı zamanda bir hayal kırıklığı olduğunu, insanları bir arada tutacak değerlerin önündeki piyasa ekonomisi engelini görmezden geliyorlardı. Evrensel haklar, eleştiri ve bilgi, piyasa ekonomisiyle birlikte bir işe yaramıyordu. Devletlerin karşısına, tek tek insanları koruyan aşılması imkânsız evrensel haklar inşa edilemediği sürece… Akdeniz’de karaya vuran her çocuk cesedi, bir uygarlık eleştirisiydi.

Gülten Akın’ın Anadolu insanının çaresizliğini anlatan dizelerini mırıldanıyorsun, “Dam çökecek, bir kırık nal, iki gözboncuğu getirin / Muska nerde? En’am nerde? Siz neredesiniz? / (Gece) kara gece, gaz, kibrit, pencere / Yoksa dam çöktü mü? Ölmeden önce mi öldük biz? / (Sessizlik) / Yalnız ölülerin sesleri dağlarda / Kar kar…” Gülten Akın’ın “Hey Koca Basın” diye seslendiği yazısındaki cümleler geliyor hatırıma, “Arılar gibiydik. Umudu ayaklarında birer sarı toz parçası gibi toplayıp getiren arılar gibiydik. O bir damlacık umut nerdeyse, biz orda…” Arı taklidi yapıyorsun sonra, güneş doğarken kara kışın ortasında…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 20 Ocak 2016)

Bizim o yenilmez zayıflığımız

Posted: 19 Ocak 2016 Salı by bülent usta in
0

Nefesimizi tutmuş bir halde caddede koşuyoruz. Savaşa gerekçeler uyduran içi nefret dolu insanlarla karşılaştık çünkü az evvel. Onlarla aynı havayı solumamak için Romain Gary’nin “nefes tutma” oyununu oynuyoruz bir süredir. Zor bir oyun, en fazla bir iki dakika tutabiliyoruz nefesimizi ve sahte can yeleğine benzeyen o insanlardan hızla uzaklaşmamız gerekiyor. Böyle olmayacak diye itiraz ediyorum. Bizi yakında deli diyerek bir yere kapatabilirler. O da böyle yapmazsak delireceğimizden emin. Belki de çoktan delirdik… Herkesin nasıl delirdiğini anlatıyor bana uzun uzun, önünde durduğumuz mağazanın vitrinindeki televizyonda basın özgürlüğünün vazgeçilemez olduğunu anlatan hükümet yetkilisinin önünde. Çünkü diyor, artık yüzey diye bir şey yok. Nedir bu yüzey? Kurumlar, değerler, herkesin bir rol kapıp çıktığı sahne. Sahneyle birlikte her şey çöküyor. Düşüyormuş gibi elimden tutuyor mağazanın önünde, bu soğuk havada sıcak olan tek şey…

Yüzey çöktükçe, maskeli adamlar çıkıyor ortalığa diyor, çocuklar korkuyor. Ağlayan çocuk seslerine kulaklarını tıkıyor insanlar, ah herkes mi tıkamış... Nâzım Hikmet’in şiirindeki gibi diyor, kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülen şehirleri, öldürülenlerin hiç yaşamamış kabul edildiği temerküz kamplarına benzetiyor. Hiç yaşamamış biri öldürülmüş de olamaz değil mi? Hayatı savunmak için, ölenlerin hikâyelerini anlatmalı, unutturmamalı hiç... Totalitarizm, öncelikle bir unutuştur. İnsan nasıl dayanır hayal kırıklıklarına, nasıl olur da hayata küsmez bunca şeyden sonra derken sesi titriyor. Belki durumumuzun vahametini yeterince fark edemiyoruz diyorum. İnsan, hayatta kalmak için kendisini kandıracak bir şeyler buluyor mutlaka. Bu bir ödül mü, ceza mı diye soruyor. Ödül ve cezadan öte, bize güç veren şey, zayıflığımız diyorum. Caddede yürürken, Godard’ın “Serseri Âşıklar” filmindeki Jean Seberg ile Jean-Paul Belmondo’nun yürüdüğü sahne geliyor aklıma. Sürekli, bir roman sahifesinde ya da film sahnesinde yaşıyormuş gibi hissediyorum.

“Zayıflıktan ölüyoruz ve bu bütün umutlara olanak sağlıyor” diyen Romain Gary’nin “Kadının Işığı” adlı romanından bahsediyorum ona. Zayıf olduğumuz için hayal kurmayı seviyoruz. Neden en çok çocuklar hayal kurar? Güçlü olan, kendi kendine yeterli olduğuna inandığı için bir şey icat etmez, şiir yazmaz, müzik yapmaz, kimseyi sevmez. Bütün bunları yapıyor olsa dahi, kendi ruhu gibi sahtedir yaptığı şey, bizim gibi zayıflardan çalarak… Romain Gary, “şu anda bile bir yerlerde, bir laboratuvarda mücadele eden ve bize zafer kazandıracak bir zayıf vardır” diye yazmıştı. Ben bunları söylerken, deniz kenarındaki çay ocağına varıyoruz, pencereye yağmur damlaları çarparken rahatça nefes alabileceğimiz bir yer. Radyoda David Bowie şarkısı “Heroes” çalıyor, sözlerini Türkçeye çeviriyor, “Yenebiliriz onları, sonsuza dek / Sonra kahraman olabiliriz, bir günlüğüne de olsa...” Devamını mırıldanırken sesine bir hüzün eşlik ediyor, “Biz birer hiçiz ve hiçbir şey bizi kurtaramaz...”

Bana Romain Gary’nin ve karısı Jean Seberg’in intihar ettiklerini hatırlatıyor, üzgün. Belki de zayıflıkları sona ermiştir diyorum. Bir vapur geçiyor tam o sırada, peşinden martılar. Romain Gary, denizin sesini dikkatle dinlemek gerektiğini, çünkü yüzyılların dibinden geldiğini yazmıştı. Belki de çocukluğumdan beri denizi dinlemekten bıkmayışımın sebebi budur. Ama o dinlemiyor denizi, aklı zayıflığımızda…

Fatmagül Berktay’ın “Dünyayı Bugünden Sevmek” adlı kitabında vardı diyor, caz dinleyenlerin, rejime yönelik kuşkularını ve bireyleşme özlemlerini dile getirenlerin, disiplin, verimlilik ve militarizmin ilkeleri adına Naziler tarafından kurşuna dizildikleri. Kimse beklemiyormuş böyle şeyler o günlerde, nasıl yaşıyorlarsa öyle devam edeceklerini sanıyorlarmış. İnsanların özel alanlarına çekilmeleri, bireysel direnişleri, rejimin pasif onayı anlamına geliyor. İtaat edenlerin çokluğu, totaliter iktidarların mutlak hâkimiyeti için yeterli değil; çünkü herkesi ikna edemezsin, ama ikna edilemeyenlerin “pasif onay”ını alabilirsin, sonradan temerküz kamplarına gönderilecek olsalar da… Nazilerin yaptığı buydu, sahneyi çökertip herkesi alaşağı ederken çıkardıkları gürültü ve yaydıkları korku…

Zayıflığın değil, zayıfların yanında olmalıyız. Zayıflar, yenilgiyi kabul edemeyecek kadar güçsüzdürler… Bu yüzden kazanacaklar. Denizi dinliyoruz sonra, yüzyılların dibinden gelen sesi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Ocak 2016)

İçe işleyen rüzgâr

Posted: 7 Ocak 2016 Perşembe by bülent usta in
0

Karlar erirken, sanki bir geminin güvertesindeymiş gibi çay ocağından uzaklaşan hayata bakıyoruz. Yedi gün boyunca sokak ortasında vurulmuş yatan o anne ve evladının yazdığı mektup var aklımızda. Bu ağırlığı nasıl taşıyabilir sözcükler?.. Hiyerarşik çürüme ve medyayla şartlandırılmış yığınların oluşturduğu bu toplumsal sahnenin ortasında…İnsan nasıl bir varlıktır ki, her şeye bu kadar kolay uyum sağlıyor, alışıyor? Elimden tutup, içine doğduğumuz bu toprakların acı dolu hikâyesinden bahsediyorsun. Hepimiz bir parçasıyız bu hikâyenin, inkâr etmek ya da başka bir hikâye uydurmak kurtarmıyor. Kuşaktan kuşağa savaşların, darbelerin, katliamların anlatıldığı hikâyelerle büyüdük, yaşadık, içimize işledi, ruhumuza... Bu hikâye böyle devam ederse diyorsun, sonu belli, iyi şeyler olmayacak. Bu hikâyeyi değiştirecek tek şey, “ben yoksam hikâye de yok” diyecek karakterler… Kolay mı, “polis devletinin kötülük saçan kontrol mucizeleri” bu kadar güçlüyken? Vaneigem’in sözlerini hatırlatıyorsun bana: “Eğer insanlar köpeğe, tuğlaya, yeşil bereliye dönüştürülebiliyorsa, onların da insanlara dönüştürülemeyeceğini kim söyleyebilir?”

Senin bu durduk yere ortaya çıkan umutlu hallerini, benim umutsuzluğumun kışkırttığını biliyorum. Hoşuma gitmiyor değil. Nasıl ki ben köşeme çekilmeyi istedikçe, elimden tutup beni sokaklara çıkarıyorsan… Önemli olan, yaşadığımız acının içinde durabilmek, kaçmadan, o acıyı sonuna kadar tanıyıp tüketerek… Mecburuz diyorsun. Hiçkimse tek başına bu parçalanmaya karşı koyamaz. Aşkın ve çocukluğun uzay ve zamanı birleştiren gücünden bahsediyorsun sonra. Düşün diyorsun, âşıkken ve çocukken bir güne ne kadar çok şey sığdırır insan. Hayatlara sığdırılan şeyleri konuşuyoruz, eşyayı insanlardan daha çok sevenlerin çaresizliğini. Çocuklara ve hayvanlara dahi eşya muamelesi yapanları, şeyleşenler diye tanımlıyorsun, küfür gibi geliyor kulağa, gülüyoruz. Çaycıya “şeyleşmeden bir çay getir” dediğimizde, çaycı başka bir şey anlıyor, kavga çıkacak. Frankfurt Okulu’ndan bahsediyoruz ona, gerçek bir okul sanıyor. Frankfurt Okulu’na, Beyoğlu’ndaki yanan İskenderiye Kütüphanesi’nde gitmiştim ilk, Godard’ın Serseri Âşıklar filmini izlediğim gün. Serseri değiliz, olalım diye tutturuyorsun.

Yağmur başlıyor, Attilâ İlhan’ın “bir yağmur şehrin bütün seslerini öldürse” dizesindeki gibi, sadece yağmurun sesi duyuluyor artık. Hemen bir oyun icat ediyorsun. Gözlerimi kapatacağım ve beni elimden tutup götürdüğün yerleri tahmin edeceğim. Bu havada zor olmayacak mı? Zor olmuyor, gözümü fularla bağlayıp sürüklüyorsun peşinden. Yürüdüğümüz zamanı ve yönü tahmin etmeye çalışarak götürdüğün ilk yeri biliyorum, sonrakini de. Elimden tuttuğun sürece, gözlerim kapalı her yeri bileceğimden eminim. Sonra birden bırakıyorsun elimi, kaybolmuş gibi hissedip telaşla indiriyorum gözbağını. Apartmanların sırtını döndüğü, ağaçların içindeki küçük bir bahçedeyiz. Nerede olduğumuzu bilmiyorum. Büyülü bir yerdeyiz diyorsun, bu oyun bahanesiymiş buraya gelmenin. Murakami’nin “İmkânsızın Şarkısı” romanını okuyup okumadığımı soruyorsun. İşte o romandaki gibi bir kuyu bu, ama ondan farklı. Sesleri toplayan bir kuyu var burada, kimsenin bilmediği. Ortada bir kuyu göremiyorum, sadece ağaçlar ve yağmurun çamura dönüştürdüğü toprak… Başka bir oyuna geçtiğimizi düşünüyorum. Üstü toprakla kapatılmış bir kuyunun üzerindeyiz şimdi, dinle diyorsun, başka hiçbir şey düşünme… Kulağımı toprağa yaklaştırsam da yağmurdan başka bir şey duymuyorum. Kızıyorsun bana. Daha iyi dinle!

Murakami’nin yazdığı gibi, “olayları sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan”lardan biri olduğumu söylüyorum. Eve dönüp sobanın başında bütün bu olup biteni yazarken o sesi duyacağım belki de. Yazmak, yaşamanın önüne geçti bende uzun zamandır. İnanmıyorsun bana, yağmuru ve her şeyi unutmamı istiyorsun, çünkü duyacağım sesin kendi sesim olacağını söylüyorsun, düşüncelerimin sesinden ayırabilirsem… Kuyu, herkese kendi sesiyle konuşurmuş ve sadece yağmur yağarken duyulurmuş. Sana inanıyorum, bir masalın içindeymişiz gibi, ama değil. Duyduklarım, yağmur dinince de sona ermiyor. Islak sokakta kol kola zikzaklar çizerek yürüyoruz, serseriler gibi… Bir adım geçmişeyse, diğeri geleceğe…


Ne duyduğumu soruyorsun. Anılar ve beklentiler… Gelecek tekrarlanan bir geçmiş olduğu sürece, herkes kuyudan aynı şeyleri duyacak, aynı hikâyeyi... Geleceği, geçmişin acılarıyla yüzleşmeden kurtaramayacağımızı söylerken, siyasileşiyorsun, bunu gözlerinden görebiliyorum. Bugün öldürülen o insanlar, gerçekte yıllar evvel öldürülmüştü derken, yaşadığın öfkeyi... Yanıltmasın kana ve gözyaşına bulanmış bu şatafat, ruhunu yitirmiş yığınlar, bu hikâyenin sonu belli… 

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Ocak 2016)