Boşlukta bir ülke...

Posted: 14 Şubat 2016 Pazar by bülent usta in
0

“Sokak köpekleri gibiyiz” dedi, “kırılgan ama dayanıklı…” Kuşku ve suçluluk duygusundan uzak, tutkulu bir hayat sürüyor olmamızın nedenleri üzerine konuşuyorduk. Ben bu “kendine acıma” meselesine takılmıştım çok, sanki bütün sistem ve kültür, tek tek insanların kendine acıyarak yaşamasını sağlamak üzerine kuruluydu. Dinlediğimiz şarkılardan, okuduğumuz şiir ya da romanlara, geniş mi geniş bir “kendine acıma” külliyatı vardı ve bu külliyat, biriktirip biriktirip patlamayı öğütlüyordu, dışarı ya da içeri. Bir yandan, yaşanan zorluklara ve acılara dayanmayı estetize edip kolaylaştırıyordu belki ama yaratıcılığı da öldürüyordu.
Şikâyet etmeyi siyaset, sadece yanlışları görmeyi eleştirel bakış olarak dayatan bu kuşatılmışlık, çok derinlere işleyen bir bunaltıya neden oluyordu. Otobüslerde, vapurlarda boş gözlerle birbirine bakan insanlar görmenin, yüreğime korku saldığından bahsettim ona. Distopik korkumdu bu; öfke ya da sevgi, herhangi bir duyguya sahip olmayan, içleri boşalmış insanlar.
Boşlukta bir ülke… Hiçbir şeyin yerli yerine oturmadığı, her şeyin havada asılı kaldığı. Eskiden acı acıya benziyordu, öfke öfkeye, hüzün hüzne, şimdi sadece içinde büyüyen bir dehşet duygusu… Bazen bunun geçici bir durum olduğunu, alttan alta kimsenin göremediği bir değişimin yaşandığını hissediyordum. Beklenmedik bir anda her şey süratle yerini başka bir şeye bırakacakmış, hayat tepetaklak olacakmış gibi bir his. Çizgi film kahramanlarından örnek verdi o da, “Hani bir şeyden koşarak kaçıyorlardır ve yol biter, uçurumu geçmiş ve boşlukta koşmaya devam ediyorlardır. Sonra birden yolun bittiğini fark edip aşağıya bakmalarıyla düşmeleri bir olur ya, öyle bir şey.”
Peki, biz neden aşağıya, durmaksızın aşağıya baktığımız halde düşmüyorduk. “Kendimize acımadığımız için” dedi, “acısak, hızla aşağıya düşer, parçalarımızı bile bulamazlardı.” “Belki de çoktan düştük” dedim, “biz de o çizgi film kahramanlarının yaşadığı durumun tam tersini yaşıyoruzdur, düştüğümüz halde, hâlâ havadaymış gibi…” Bizim bu saçma diyaloglarımızı dinleyen, hüznün dibindeyken kahkahalarla kendimizi dışarı atttığımızı gören biri, deli olduğumuzu düşünebilirdi.
“The Lobster” filminden konuştuk, ormandaki o sahne geldi aklımıza. Colin Farrel taklidi yaptım, ağacın dibinde ağır çekimde eliyle kulağını kapatışını, o da Rachel Weisz gibi elini alnına götürdü ve o tuhaf olduğu kadar büyülü hareketleri yaptı. Yağmurdan kaçıp sığındığımız kafedekilere iyi eğlence olmuştuk, biz o hareketleri yaptıkça gülüyorlardı. Film ve gündelik hayat gerçekliği arasındaki fark. Filmi izlerken gülmemişlerdi muhtemelen. Çok ciddi, iç karartıcı şeyler konuşurken insanları kendimize güldürecek bir şeyler bulabiliyorduk. Sonra aklımıza Denis Côté’nin “Curling” filmi geldi, hani her şeyden korkan bir adamın on iki yaşındaki kızını evden çıkarmayışını anlatan film. İnsanlardan uzak ve katı kurallarla çevreli o hayatın içinde kızının nasıl içten içe öldüğünü göremeyen babanın yaşattığı dehşet duygusu. Muhafazakâr biriydi adam ve kızı için en doğrusunu yaptığını düşünüyordu. Ormanın içindeki evinin az ilerisinde insanların öldürülüp cesetlerin atıldığı bir yerde, kızını dış tehlikelerden koruduğunu sanıyordu. İşe gittiği zamanlar, kızının gidip o cesetlerin yanına uzandığından, onlar gibi saatlerce hareketsiz yattığından habersizdi. Edebiyat, sinema, yavaş yavaş içine girdiğimiz bu distopik gelecekten bizi haberdar ediyordu, o küçük dünyalarımıza korkuyla sıkışıp kendimize acıyarak boğulduğumuz ya da tüketerek kendimizi unuttuğumuz dünyayı. Bir yandan, herkes evlerinde televizyonlarının karşısında, insanların öldürülüşünü, barış isteyenlerin nasıl linç edildiklerini izliyorlardı. Kıyılara cesetler vururken, denize bakıp hayal kurmak, mümkün müydü artık? Marguerite Duras’ın bir öyküsünden ezberlediği bir cümleyi fısıldadı: “Uzakta, kumsallarda, bitmekte olan siyahlığın içinde martılar haykıracaklardı…”
Psikolojideki “dikey yarılma” durumundan bahsettim ona, sokakta cinsel tacizde bulunup, tacizcilere ölüm diye kendini paralayanların ruh halinden. Benliği dikey olarak yarılmış böyle birisinin, tacizci yanıyla diğer yanının birbirinden habersiz nasıl yaşayabildiğinden. “En büyük bölücüler, vatan bölünmez diye yırtınanlar; en büyük özgürlükçüler, özgürce düşünemeyenler; en büyük âşıklar, gerçekte aşka inanmayanlar” diyerek el çırpmaya başlayınca, kafenin sahibi, bizi dışarıya, yağmura davet etti, gürültü yaptığımız için. Alışkındık kovulmaya. Sokak köpekleri gibiydik, kırılgan ama dayanıklı… İnsanları bir arada tutan asıl şey, esrarengizliklerdir, zorunluluklar ya da kurallar değil. Bu hayattaki en esrarengiz şey de sevgiydi. Böyle demişti, insanların birbirlerinden korkup nefret etmesiyle azalan hayatı göstererek. Aşağıya bakıyorduk ve başımız dönüyordu, boşlukta asılı kalmış bu ülkede.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 10 Şubat 2016)

Feryadım yaşarken ölenler için

Posted: by bülent usta in
0

Havalar biraz ısındığı için kendimi dışarı attım, doğru balıkçılar kahvesine. Ama bende bituhaf haller, kafamın içinde bir müzik. Vapurda başladı ilk, sonra metroda, insanların yüzüne gülümseyerek bakıyorum. Biliyorsunuz, bu ülkede tehlikeli bir iş gülümsemek, hem insan var, insan var… Bir polis, suratına bakıp gülümsediğin için işkillenip “Devrimci misin lan sen” diyerek gözaltına almaya çalışabilir ya da homofobik birine denk gelirsen yanlış anladığı için kavgaya tutuşabilirsin. Çünkü böyle gözlerinin içine içine bakıp gülümsüyorum insanların, elimde değil. Mahkemeye çıkardıklarında “Hâkim Bey, kafamın içinde bir müzik çalıyor, o yüzden suratınıza böyle gülümseyerek bakıyorum, yanlış anlamayın” demek kurtarır mı beni? En fazla akıl hastanesine gönderirler, hocalarımdan birine denk gelip paçayı kurtarabilirim belki. 
Bu ihtimal rahatlatıyor beni. Kahvenin önündeki iskelenin bir köşesini balıkçılar, teknelerinin, kayıklarının bakımı için kullanırlar, karaya çekip. Tekneler de, aşklar gibi bakım ister, boya badana, ilaçlama…
Hava güzel diye, Faça Kemal de ahşap kayığını çıkarmış kıyıya, sert bir fırçayla altını temizliyor. Adının Faça olması, koluna attığı façalar yüzünden. Macit Amca, klinik psikolojide doktora yaptığımı bildiği için “Bir konuş şunla, kollarında faça atacak yer kalmadı” demişti de, bir akşam dinlemiştim uzun uzun hikâyesini. Faça Kemal, kahvehaneden çay içmez, beğenmez karbonatlıyı, dalgakırandaki kayaların arasında yaktığı ateşle kaçak çay demler. O akşam bana bir demlik çay içirmişti, öyle pis bakıyordu ki, ikram ettiği her bardağı içmek zorunda kalmıştım. Sonuçta kaçak çay ve sadece demlikten koyuyor bardağa, kafayı bulmuştum tabii… Bir yandan Müslüm Gürses’ten şarkılar söylüyordu ki, özellikle “Yaşarken Ölenler İçin”i dinlerken “Ver bi jilet” diyesim gelmişti. “Ölmeden ölmüşler haberleri yok / Sönmüşler bitmişler çareleri yok / Hayattan kopmuşlar tutanları yok / Feryadım yaşarken ölenler için…” Jiletle faça atınca vücut endorfin salgıladığı için, bir tür bağımlısı olmuştu. Hem bir rütbe gibiydi her çizik, bulunduğu çevrede bir havası vardı. Sonra sonra bıraktı faça atmayı. 
Bu dünyada herkes anlaşılmak ister, biri yalandan da olsa dinleyince hikâyen anlamına kavuşur. Yeter ki yargılamasın seni, içten olsun dinlerken… Bütün canlıları birbirine bağlayan o görünmez bağı hisseder.
Faça’ya yardım etmek için girdim kayığın altına. Böyle martı ve dalga sesleri, bizim kahvehanenin kedileri, soğuk biraz ısırsa da parlayan güneş… 
Faça’ya, “Bugün kafamda bir müzik var” deyince, bıraktı elinden fırçayı, “Abi, sen okumuş etmiş adamsın, bir şey mi çektin?” dedi. “Yok” dedim, “kendiliğinden vapurda başladı, bitmek bilmiyor.” Hâlâ gülümsüyordum. “O zaman âşık oldun?” dedi. “Ben hep âşığım zaten, bu başka bir şey” dedim. “Peki nasıl bir müzik?” diye sordu merakla. “Orkestra çalıyor, maestro değil de, çalgılar maestroyu yönetiyor gibi bir şey.” Sonra durdu durdu, “Ultra gerçekçi olmuşsun Abi” dedi. “O ne ya?” diye şaşkınlıkla yerimde doğrulurken kafamı kayığın gövdesine çarptım, müzik kesilecek diye ödüm koptu, ama kesilmedi. “Duymadın mı Abi? Her şeyin içini görüyorsun, zamanı kasetmiş gibi geriye ileriye sarabiliyorsun. Her şeyi çok ama çok ciddiye alınca oluyor bu.”
Gerçekçi, toplumcu gerçekçi, sosyalist gerçekçi, gerçeküstücü, hatta Bolano sayesinde damardan gerçekçiyi biliyordum ama “ultra gerçekçi”yi ilk defa duymuştum. Demek ki böyle bir şeymiş. Müzisyen olmadığım için yapabileceğim tek şey kafamdaki müziğe uygun yazmaktı, o susmadan yazabildiğim kadar. Yine kayaların arasına ateş yakıp teneke sacın üzerine demliği koydu Faça ve ülke gündemi dahil ultra gerçekçi bir sohbete başladık, bir yandan defterime notlar alıyordum. Bir gazete yazarı olarak, gerçekçi olmaktan çıkıp ultra gerçekçiliğe transfer olmamın zamanı gelmişti belki de…
Ultra gerçekçi olmak, insanlarla aramdaki o görünmez bağı hissetmemi sağlamış olabilir, çünkü bir süredir kopuktu. Herkes şunu kabul etmeli artık, bütün bu olup bitenden sonra, yani toplumsal olanla siyasal olanın birbirine iyice karıştığı, biz ve onlar ayrımının antagonizmaya dönüştüğü, kimlik meselelerinin yok sayıldığı bu ülkede, böyle giderse denge ya da huzur, bir hayal olarak kalacak. Eskiden zayıf da olsa, biz ve onlar arasında bir bağ vardı; ama iktidar vargücüyle o bağı koparmaya çalıştı. Çünkü o bağ, siyaseti mümkün kılıyordu, senden farklı düşünen biriyle oturup konuşabiliyordun. Hem bu kamplaşmayla, insanları birbirine bağlayan sınıfsal bağ da görünmezleştirildi, aç açın halinden anlamaz oldu. İllet bir şey bulaştırdılar bu topluma. Müslüm Gürses’in şarkısındaki gibi, ölmeden öldüren bir illet… 
Biliyor musunuz, asıl tuhaf olan, kafanızın içinde bir müziğin olmaması. Ölünce, bir de ölmeden ölmüşseniz o müzik susar. “Feryadım yaşarken ölenler için!..”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 3 Şubat 2016)