Kötü cinin laneti

Posted: 13 Temmuz 2016 Çarşamba by bülent usta in
0

Görüşlerini pek dışarıyla paylaşmayan, bilge kişiler vardır. Pencere kenarına oturmuş çayını yudumlayan ihtiyar ya da genç kadınlar, kahvehanede sessizce bir köşede oturup sürekli bulmaca çözen, ama bazen insanı dumura uğratacak sağlam espriler yapan adamlar… Çaktırmadan olup biteni dikkatlice izleyen bu insanların sanki başka bir gezegenden dünyayı izleme ve anlama göreviyle geldiklerini düşünürüm. O insanlarla dağda bir Yörük çadırında da, şehirde bir otobüs durağında da karşılaşabilirsiniz, sayıları az olsa da her yerdedirler.

Üniversitede okurken yazları sahilde kitapçılık yapardım kendi tezgâhımı açıp. Bir defasında, neredeyse elimdeki bütün felsefe kitaplarını alan, emekliliği yaklaşmış bir postacıyla tanışmıştım. Heidegger’e ve Spinoza’ya özel bir merakı vardı. Şaşırdığımı görünce kızdığını hatırlıyorum, felsefeyle ilgilenmek sanki sadece belli bir kesimin işiymiş, bir postacı fenomenoloji üzerine kafa yoramazmış gibi bir önyargım olduğunu o zaman fark etmiştim. Akademisyenleri bağlayan ve sınırlayan kurallardan azade olması, onun için bir avantajdı sanırım. Spinoza’yı dilediği gibi yorumlayabilirdi ve kimseye de bu yüzden hesap vermek zorunda değildi.

Geçenlerde onu balıkçı kahvesinde gördüm, önündeki gazetenin sayfalarına gömülmüş, defterine notlar alıyordu. Not alarak gazete okuması ilgimi çekmişti, izin isteyerek yanına oturdum. Gazetenin ekonomi sayfasını didik didik etttiğini görünce, merak edip sordum, felsefeye olan ilgisi ekonomiye mi kaymıştı? İzleri takip ettiğini söyledi, şirketlerin arkalarında bıraktıkları izleri takip etmeden siyasetin gidişatını anlayamazdık. “Paranın izini takip etsinler, her şeyi çözerler…”

Ülkenin gidişatı üzerine konuşurken, ayıplı bir kötü cin fıkrası anlattı, hani dilek olarak kaynanasını görmek istemeyen adamın gözlerini kör eden cinle ilgili. Totaliter iktidarlar, kötü cinlerdi ona göre ve kendi yöntemlerine göre insanların dileklerini gerçekleştirirken, ağır bedeller ödetiyorlardı. Sorun kötü cinde değil, sorun şişeden çıkan her cine inanan, kimden ne dileyeceğini bilemeyen halktaydı. Spinoza’nın kulağını çınlatarak, hurafenin ve cehaletin kalabalıklar içerisinde nasıl hayat bulduğunu anlatmaya koyuldu. Sonra defterinden, Spinoza’nın “Teolojik-Politik İnceleme”de yazdığı bir paragrafı okudu: “Kitlelerin mizacının ne denli değişken olduğunu bilenler, onlara neredeyse hiç güvenmezler. Gerçekten de kitleyi aklı değil, yalnızca duyguları yönetir. Her şeyi kör bir tutkuyla isterken, kendisini açgözlülüğe ve gösteriş merakına pek kolay kaptırır. Her insan yalnızca kendisinin her şeyi bildiğini sanır ve her şeyi kendi mizacına göre idare etmek ister. Bir şeyin haklı ya da haksız olduğunu, ondan sağlayacağı yarara ya da zarara göre değerlendirir.”

Emekli Postacı’nın okuduğu bu satırlara, Flippo Del Lucchese’nin “Machiavelli ve Spinoza’da Çatışma, Güç ve Özgürlük” adlı kitabında da rastlamıştım. Kitabı söyleyince hemen not aldı defterine ve şöyle dedi: “Spinoza’ya göre herkes tabiatı gereği başkalarının da kendi düşünce tarzına göre yaşamasını ister, ama bu çaba herkes tarafından eşit ölçüde istenecek olursa, o zaman herkes birbirine engel olur. Herkes, herkes tarafından övülmeyi ya da sevilmeyi isterse, herkes birbirinden nefret eder. Hem dışarıdan, hem içeriden izole edilmiş bu ülkede birleştirici unsurlar azaldıkça, nefretin artmasından daha doğal ne olabilir ki? İç barış sağlanmak isteniyorsa, akıl ile duygular arasında ilişki kuracak, insanları izole eden duygulardan kurtaracak mekanizmalara ihtiyaç var. Yazılı ve görsel basının bu kadar akıldan uzaklaşmış, kamplaştırıcı ve izole edici olmasından daha büyük bir tehlike göremiyorum.”

Umutsuz değildi yine de, kötü cini şişeye geri sokacak şeyi Spinoza’dan bir alıntıyla açıkladı: “Tabiatta tekil hiçbir şey yoktur ki, kendisinden daha güçlü ve kuvvetlisi bulunmasın. Var olan şey ne olursa olsun, onu yok edebilecek daha güçlü bir şey de vardır. Bir tiran, sırtını her zaman, bölünmüş ve yalıtılmış bireylerin oluşturduğu ayrışmış bir gruba dayar.” Tiranın sonunu getirecek şey, bireyleri hem tekilleştiren, hem de kolektif hale getiren çokluğun aklı olacaktı ve o akıl kendisini Gezi’de bir kere göstermişti, oradaydı. Çaylar tazelenirken, çoktan gazetenin sayfaları arasında kaybolmuştu. Hayata inanmak böyle bir şeydi. Pencereden gelen denizin kokusunu içime çektim…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Temmuz 2016)

Gecenin ve günün sonuna...

Posted: by bülent usta in
0

Abbas Kiarostami çekip gittikten sonraki gün şiddetli bir yağmur başlamıştı, bayramlık giysilerini giymiş çocuklar sokaklardaydı. Bu yağmur ona diye düşünmüştüm. Bayramlık giysilerini giymiş bu çocuklar, onu tanımasalar da, filmlerini belki çok sonra izleyecek olsalar da, onun için böyle güzel giyinmişler gibi gelmişti. Karın neden beyaz, gökyüzünün neden mavi olduğunu merak eden çocuklar gibi düşünebilen biriydi çünkü. Ve tıpkı bir çocuk iyimserliğiyle, geleceğe umutla bakıyordu, televizyonlar ve hükümetlerle bizi birbirimizden ne kadar uzaklaştırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, üzüntü ve mutluluklarımızın birbirine ne kadar benzediğini görerek, göstererek… Hatta bir söyleşisinde, insanlığın radyografik bir fotoğrafı çekilse, bütün milletlerin ve dinlerin birbirine ne kadar benzediğini görebileceğimizi iddia ediyordu. Aynı günlerde ardı ardına intihar bombacıları, yüzlerce insanın canını alıyordu.

Kiarostami, aslında bir tür gazete yazarı gibi, günlük hayatta insanları izleyerek sinema yaptığını söylüyordu. Sinemacıyı, çiçekçiye benzetiyordu bu hâliyle. Nasıl bir çiçekçi, çiçekleri yan yana getirerek bir düzenleme yapıyorsa, o da günlük hayatın içindeki anları toplayıp ayıklayarak yeniden düzenliyor ve perdeye yansıtıyordu. Sinemaya nasıl başladığıyla ilgili soruyu şöyle yanıtlamıştı söyleşilerinden birisinde: “Karlı bir gün, bebeğini kucaklamış giden bir kadın gördüm. Bebeğin ateşler içinde yandığı belliydi ve gözleri hemen hemen kapanmıştı. Arkalarından yürümeye koyuldum, gözlerimi çocuktan ayıramıyordum. Nasılsa, çocukların yaptığı gibi el salladım bebeğe. Beni hiç görmediğini düşündüm, küçücük gözleri o kadar şişmişti ki… Anne, benim orada olduğumun farkında değildi. Kavşağa geldiğimiz zaman, çocuğun elini büyük bir çabayla kaldırıp bana el salladığını hayretle gördüm. Bu beni çok şaşırttı ve duygulandırdı. Bu sahneyi etrafta kimsenin görmemesi beni oldukça etkiledi ve yaşadığım bu ânın insanlara bir şekilde gösterilmesi gerektiğini düşündüm.”

Kiarostami denilince aklıma, anlattığı bu sahne gelir hep; karlı bir gün, yoksul annesinin kucağında ateşler içinde yanan bir bebeğe el sallayan adam… Dünyaya da böyle el sallayarak gitmemiş miydi? Ona dair düşünürken Yaşar Kemal’i de anmıştım, onun çocuklarla ilgili yazdıklarını, barışa ve insana dair inancını her şeye rağmen koruyuşundaki bilgeliği… Neydi bu insanların sırrı? Doğu’nun ve Batı’nın bütün güzel değerlerini bir arada toplayabilmiş, yaşadıkları zorluklara rağmen o çocuksu saflığı ve iyimserliği, düşünme biçimini kaybetmemiş olmaları mıydı? Acı çekiyor olsalar da, her zaman her şeyin iyi yanına bakmaya onları zorlayan… Beni işte o sır büyülüyordu, kitap okuyarak, üzerine düşünülerek ulaşılamayacak, satın alınamayacak bir şeydi bu sır. Kalbini bozmadan, sadelik ve saflıkla hayatın içinde süzüle süzüle gelen kadim bilgiye kulak verebilmekle ilgili bir tercihti belki de bu sırrın kaynağı.

Kiarostami’nin filmlerini izlerken, bütün bu olup bitenin, çatışmaların, kavramların,  koşuşturmacanın içinde, aslında meselenin özünü, yani “insan”ı gözardı ettiğimiz gerçeğiyle karşılaşırım hep. Katliamlardan sonra, ölen insanları birer sayı olmaktan çıkaran hikâyelerini okuyunca da aynı duygu yerleşir içime. Siyasi bir film yapmak ya da roman mı yazmak istiyorsunuz, ateşler içinde yansa da tanımadığı o adama, Kiarostami’ye el sallayan bebeği getirin gözünüzün önüne, o bebek için yazın ve film yapın, yaşayın… Günlük hayatın içinde, hemen hemen her gün karşınıza çıkan, görmediğiniz ya da görmezden geldiğiniz detaylarda gizli, dünyayı kâbusa çeviren bu kuşatılmışlıktan nasıl çıkacağımız. Kiarostami, bir şiirinde, “gecenin ve günün / sonuna inandığım kadar / hiçbir şeye / inancım yok” diye yazmıştı, hayatın devam edişindeki büyüye inanarak.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Temmuz 2016) 

Yağmur karşılaşması

Posted: by bülent usta in
0

Yağmur başlayınca Kadıköy’de herkes dağıldı. Canlı müzikler sustu, barların, kafelerin ışıkları birer birer söndü. Balkonda ıslanarak geceyi dinlerken Rollo May’in kitaplarında bahsettiği şu “içsel güç”le dolmuştum. Hani güzel bir kitap okuyunca ya da film izleyince, zihniniz enerjiyle dolar, o an sanki evrenin sırrını çözmüş gibi hissedersiniz ya… Dışarı çıkıp, çoktan kapanmış olan barın balkonumun altındaki masalarından birisine oturdum. Yaz kış, bu ahşap masalar sokakta olurdu. Bir süre sonra, güzel bir kadın belirdi sokağın başında, yağmurdan onu koruyacak bir şemsiyesi, yağmurluğu ya da şapkası yoktu. Sanki biriyle buluşmaya gelmiş gibi kararlı, karşımdaki masalardan birisine oturdu.

Hemingway, “Paris Bir Şenliktir” kitabında, böyle bir sahneden bahseder, yağmurlu bir gün Paris’te bir kafeye oturmuş öyküsünü yazarken, “yağmurla tazelenmiş yüzüyle” içeriye güzel bir kadın girer. Yazarken arada bir başını kaldırıp kadına bakar ve şöyle düşünür: “Seni gördüm güzelim, artık benimsin; birini bekliyormuşsun ya da seni bir daha göremezmişim, dert değil: Şimdi benimsin ya! Sen benimsin, Paris de benim; eh işte, ben de bu defterle kaleme aitim.” Öyküsünü bitirip başını kaldırdığında, kadın çoktan gitmiştir. Üzülse de “umarım iyi biriyle çıkmıştır” diyerek avutur kendini. Kitabı okurken o “iyi biri” sözüne çok güldüğümü hatırlıyorum.

Kadın, ısrarla yağmurun altında oturmaya devam ediyordu. Bir protesto eylemindeymişiz gibi hissettim o an, bizi gören başkaları da gelip diğer masalara otursalar, tam olacaktı. Peki neyi protesto ediyor olabilirdik? Yağmuru mu? Saçmalıklar ülkesinde akılla yaşamaya çalışmanın getirdiği o yükü, sıkışmışlığı mı? Aklıma bir kere Hemingway düşmüştü, neden boks yaptığını anlıyordum sanki, içindeki öfke yazarak boşalmıyordu. Sonunda beynini uçurmasına neden olan o öfke… İspanya İç Savaşı günlerinde yaşadıklarını ve yazdıklarını düşündüm. Bütün o daha iyi bir dünya için hayatını feda edenleri… Ama işte, Hemingway’in “Paris benim!” dediği gibi, bu dünya için “Benim!” diyenlerin azalması mıydı asıl dert? Bir akışı vardı hayatın ve o akışa tek başına müdahale edemezdin. Şebnem Hoca gibi hayatlarını barışa ve gerçeklere adayanları cezaevine kapatan bu akış, ülkeyi iç savaşa doğru sürüklerken, yağmurun altında oturmanın anlamı neydi? Anlamı, kalıpların, o koruyucu duvar ve sınırların dışına biraz da olsa çıkıp nefes almak mıydı? Sanatın da böyle bir nefes aldırma işlevi yok muydu? Kadın, oturduğu yerden şöyle seslendi: “Güzel yağıyor değil mi?” “Şairin dediği gibi, yağmur yunup arındırıyor sanki gökyüzünü” dedim. Dediğim şeye güldüm sonra, nerden gelir ki aklıma böyle şeyler… Sonra aynı şairden, Turgut Uyar’dan şu dizeler geldi aklıma, ama bu defa söylemedim: “Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur / Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum / Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü / Islanıyorum…”

Bir hikâyeye girmiştik, bu insan yönümüzdü, sonrasında kalkıp farklı yönlere gidecek olsak da… Bir kere görmüştüm onu, Hemingway’in dediği gibi, benimdi artık.  Kadıköy, bu ülke, hatta edebiyatı ve sinemasıyla İngiltere bile benimdi şu an, çoğu İngiliz’den daha çok. Her ne kadar hani şu bilimin ve aklın kutsadığı Batı medeniyetinin çöküşünü yaşıyor olsak da… AB dağılıyormuş çok mu? Medeniyetlerin çöküşüyle ilgili kitapları okurken, sanırım Toynbee’de vardı, çöküşü durduracak tek şeyin ahlakı yüceltmek olduğunu söylüyordu. Ahlak derken, iyiliği kastediyordu elbette, yardımlaşmayı, dayanışmayı, özgürlüğü, sevgiyi ve aşkı; dünyayı nefretle kuşatan katliamcı, baskıcı, ahlakın çürümüş hallerini değil. Sevgiye ve aşka, sosyal bilimlerde en güzel yeri verebilmiş kişi, Hannah Arendt olsa gerekti. Aşkın insan yaşamında nadir yaşanan, dünyaya yabancı ve hem apolitik, hem de antipolitik olduğunu söylese de, tam da bu özellikleri nedeniyle pek çok sorunun çözümünü içinde barındırdığını… Arendt, insanların cezalandırabilecekleri kişileri gerçekte bağışlayabildiklerini de söylüyordu. Bu topraklarda, devletin koruyucu şemsiyesi altında işlenmiş suçların bağışlanması ve unutulması bu yüzden mümkün değildi, barışın önündeki en büyük engel… Kangrene dönüşmüş bir yara olarak 12 Eylül içimizde durduğu sürece, zehirlenmeye devam edecektik.

Yağmur dinmiş, yağmurla birlikte kadın da gitmişti. Paris’te Hemingway, o kadınla bir daha karşılaşmış mıydı? Ona, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”da yazdığı gibi, “Özgürlüğü, insan onurunu sevdiğim gibi seviyorum seni” diyebilmiş miydi? Bir şeylerin tekrarı mı, yoksa devamı mıydı yaşananlar?..

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Haziran 2016)

Yıkıcı bir gülüş

Posted: by bülent usta in
0

Bu aralar çok gülüyorduk seninle. Bu kadar çok kötü şey yaşanırken, neşemize kimse anlam veremiyordu. Her şey bir gece, ümitsiz bir gece, sana gözümün önünden bir türlü gitmeyen gölgeden bahsetmemle başlamıştı. Yaşadığımız süreci, sana bir korku filmindeymişiz gibi anlatıyordum. Ortam da müsaitti, balıkçılar kahvesi boştu ve bir fırtına çıkmış, denizin karanlığından esip kapıyı pencereyi çarpıyordu.

Güya, Türkiye’yi karanlık bir gölge ele geçirmişti. Bu karanlık devasa gölge, sokaklarda, okullarda, fabrikalarda, insanların iç dünyalarında adım adım ilerliyor ve geçtiği yerlerde görünmeyen ama kokan bir iz bırakıyor, kirletiyordu her şeyi. İşin kötü tarafı, o pis kokuya alışmıştı çoğunluk. Alışılması, o kokunun varlığını yok etmiyordu elbette. Burnunu tıkayarak ya da geçtiği yerlere güzel kokular sıkarak, kurtulamıyordun o pis kokudan. Yapılacak tek şey belki de düşünmemekti, kokuyu düşünmemek… Ama ne yaparsan yap düşünüyordun, kaçamıyordun kokudan. Sürekli gazete ve televizyonlardan o pis kokunun her derde deva bir mucize olduğu, ne kadar solunursa o kadar uygun vatandaşlar olunacağı anlatılıyordu.

Yazdığımı sana okurken kahkaha atmaya başlamıştın. O pis kokunun her derde deva oluşuyla ilgili esprime güldüğünü sandım önce. İlginçtir, aklına Freud gelmişti. Freud’un analiz yaptığı kişilerin kendilerini işe yaramaz, zavallı, içten pazarlıklı, haset dolu ya da ne bileyim kötü şeyler yapmış kötü insanlar olarak tanımlamalarına itiraz etmeyişinden. Sen aslında iyi bir insansın filan diyerek teselliye kalkışmıyordu. Analiz, bir günah çıkarma ve avuntu bulma yeri değildi. Freud’u merak ettiren şey, neden böyle oldukları için hastalandıklarıydı. Türkiye’yi analize yatmış biri gibi hayal etmiştin. Ne demek istediğini anlamıştım, attığımız kahkahalar, o karanlık fırtınanın sesini bastırıyordu artık.

Bir sürü saçmalığın ve kötülüğün yaşandığı bu ülkeye bakıp kahırlanmanın bir faydası yoktu. Radiohead etkinliği düzenleyen plakçıyı basıp saldıranların kendilerini haklı gördüğü bir ülkede yaşıyorduk. Güya, Ramazan’da nasıl içki içilirmiş diyerek küfürlerle, yakarak öldürme tehditleriyle lince kalkışanların örnek vatandaş duyarlılığındaki kötülüğün normal bir şey gibi yaşanmasına, “Nasıl olur böyle bir şey?” diyerek üzülmek, en az o saldırı kadar saçmaydı. O karanlık gölge, bu tür saldırıları normalmiş gibi karşılayarak savunanlardan oluşuyordu. Üstelik çoktular ve içleri nefretle doluydu. Onlarca çocuğun tecavüze uğramasına ses çıkaramayanların ahlak dersi vermesindeki ikiyüzlülük, o pis kokunun asıl kaynağıydı. O kadar insanın öldüğü, sakat kaldığı Gezi Parkı’na müdahalenin yeniden gündeme getirilmesinde hiç mi bir art niyet yoktu? “Güç bizde, istediğimizi yaparız” diye düşünmek, diyalogla değil diz çöktürerek, olmadı yok ederek sorunları çözmeye çalışmanın daha büyük sorunlara neden olacağı, umurlarında değildi.

Fırtına iyice şiddetlenmişti, neredeyse iskeleye bağlı kayıkları parçalayacaktı. İkimiz de sanki fırtınadan korunmak ister gibi içimize dönüp kapılarımızı kapatmıştık. Bu kötülüğün bizimle de bir ilgisi olmalıydı, korkaklığımızla, alışmamızla, rahatımıza düşkünlüğümüzle, umutsuzluğumuzla, bencilliğimizle, küçük şeyleri kafamıza takıp kendimize ve birbirimize düşman olmamızla… Muhalefetin haline baksana, ya birbirlerine düşmüşler ya da küçük hesapların derdine. Sonra da Freud bizi teselli etsin istiyoruz, biri umutlu bir şey yazsın da umutlanalım, şikâyet ederken şikâyet ettiğimiz şeyleri yapıp durmamıza açıklamalar bulalım istiyoruz. Sorsan herkes barış ister, dünyayı sevgi kurtaracak der. Plakçıyı basıp saldıranlar da iyi insanlar olduklarını düşünüyorlardır muhtemelen, günahkârları cezalandırarak günahlarından arındıklarını… Kahırlanmayı ve kendimize acımayı bırakmadan bu ülkenin hiç de küçümsenemeyecek siyasi ve entelektüel birikiminin farkına varmamız, sahici fikirler ve hayaller kurmamız zor. Fırsat bulursanız, mesela Roy Andersson’un “Du Levande” filmini izleyin bu sıcak günlerde, gülün biraz halinize. Ben en çok kendime gülüyorum. Cemal Süreya’nın “yıkıcı bir aşk” bu dediği gibi, gülmenin yıkıcı olanı lazım bize… Balıkçılar, fırtınadan korumak için kayıkları karaya çekiyordu, tuttukları halat, fırtınanın dizginleri gibiydi, gerildikçe geriliyordu…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Haziran 2016)

İçe dönük hamle

Posted: by bülent usta in
0

Sabah beş buçuk, Kadıköy’de martı sesleri devam ediyor, balkona çıkıp bakıyorum, görünmüyorlar. Neredeler acaba? Sabah altı, çöp araçları geçiyor sokaktan, tank geçse bu kadar ses çıkarmaz. Sabah yedi, işe gidenler çoğalıyor sokakta. Her şey aynı. Şehrin ritmi, resmi tatillerde ya da katliam olunca geçici bir süre yavaşlıyor.

Bu vakitlerde bazıları gazetede bu yazımı okuyacak, belki vapurda, metrobüste, metroda, otobüste, işte, evde, kafede, kahvehanede, durakta, tarlada, deniz kıyısında… Okuyanları hayal ediyorum, nasıllar, ne düşünüyorlar?

Hayatın devam ettiğini gösteren işaretler yerli yerindeyse, gazete bayilerindeki gazeteler, zamanında kalkan toplu taşıma araçları, selamlaştığınız kişiler, artık ne bileyim, çayınızı ya da kahvenizi içiyorsanız, güneş doğuyor ve batıyorsa… Her şey yerli yerindeyse… Bir yerlerde birileri canlı bomba hazırlığı yapar, başka bir yerde savaş uçakları havalanır, tecavüzler, cinayetler, doğa katliamı devam ederken…

Sokaktaki kalabalığa karışıyorum. Yürürken, göz göze geldiğim kişilere “Nasılız?” der gibi bakıyorum. “İyi olmaya çalışıyoruz” der gibi karşılık veriyor bakışları, uykulu, keyifsiz... İyi olmaya çalıştığımıza göre, iyi değiliz. Umursamayanlar, benim derdim bana yeter diyenler, gazetelerdeki iç karartıcı haberleri okumadan geçenler…

Orlando’daki katliamı düşünmüştüm bütün gece, eşcinselleri, başka bir ırktan, milliyetten, dinden olanları insan olarak görmeyenlerin çokluğunu... Oruç tutmayanlara yönelik şiddet dolu fantezilerini video çekip anlatan ve sosyal medyada paylaşan, içinde taşıdığı nefretle zevkten dört köşe olan o kişiye bakıp, hayata düşman olmanın insanı neye dönüştürdüğünü görmek ibret vericiydi. Mesele din ise, bu tip kişilerin sözleri ve nefretinin dinle bir ilgisi olamayacağını, Kierkegaard pek güzel anlatır kitaplarında. Kierkegaard, dinin içe dönük bir hamle olduğunu, meselenin sadece Tanrı’nın huzurundaki kendin olduğunu söyler. Bu içe dönük hamle, insanın kendisini sevgiye, aşka kaptırması gibi, sonsuz bir borç olarak yaşanır. Dışa dönük hamlede ise, alacaklı gibi davranır o kişi ve sevginin yerini nefret alır. Her şeyi sığlaştıran kitle kültüründe, nefret de bir salgın gibi yaşanır, yaşanıyor…

Deniz kenarına inip, sıra sıra dizilmiş kayıkların, teknelerin ardındaki masalardan birisine oturuyorum. YKY’den Makbule Aras çevirisiyle çıkan Goli Taraghi’nin “Kış Uykusu” romanı var yanımda. Hüzünlü bir roman, içe dönük bir hamleyle yazılmış, kısa ama yoğun cümlelerle… Romanın bir yerinde “Keşke mümkün olsa da baştan başlayabilsek, bambaşka koşullarda” diyor anlatıcı. Azizi de, “Ne yapardık sanki? Yine bulunduğumuz noktaya gelirdik, aynı hevesle” diye yanıtlıyor, “Elimizden ne iş gelir? Uyumak, yemek yemek, okumak, çocuk yapmak, bazen de sade, kendi halinde eğlenceler, şenlikler. Yok olma korkusu…” Aynı soruyu, bu ülke için düşündüm, baştan başlayabilseydik, elimizden ne gelirdi? Hangi zamandan başlamak gerekirdi? Peki ya kendi kişisel hayatlarımızda?.. Baştan başlama gibi şansımız elbette olmayacak, ama arada sırada kendimize bu soruyu sormadığımız için, hayatın devam ettiğini gösteren işaretlerde teselli aramıyor muyuz? Belki de hayat, sandığımız gibi devam etmiyor. Başka bir hayatın mümkün olabileceğini ve o başka hayatın bir zorunluluk olarak kendisini dayattığını, daha ne kadar görmezden geleceğiz?


Üçüncü Dünya Savaşı başlamış gibi geliyor bana, diğer dünya savaşları gibi devletler arası ve cephe savaşı değil belki ama, katliamlar, yerinden yurdundan olanlar, yayılan korku ve nefret… Yavaş yavaş söyleyeceklerimizin tükenmesinden, kimsenin kimseyi duyamayacağı bir sessizliğin içine gömülmekten ürküyorum bazen. Orlando, Ankara, Paris, Şam… Her yer birbirine bu kadar yakınken, bu kadar uzak oluşumuz… Romanın sonunda Taraghi’nin yazdığı gibi “Her derdin bir çaresi bulunur. Sabredeceğiz, sebat edeceğiz…” Sabrederken de yaşama arzumuza düşman kesilenlere inat, yaşadığımız her ânın hakkını vermek, “mış gibi” değil, hayata inanarak yaşamak, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösterecek tek şey belki de… Gerisi gelir, bir kere aralandı mı kapı…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Haziran 2016)