Yapmak ve olmak

Posted: 27 Eylül 2017 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar aklım “yapmak” ve “olmak”la meşgul. Kitap yazınca yazar, bir tiyatro oyununda oynayınca tiyatrocu olunmuyor.

Yapmak, olmaya yetmiyor. Sürekli bir şeyler yapan, aslında her şeyi yapmaya çalışan ya da yapmak isteyenlerin yaşadığı boşluk duygusu, günümüzdeki kadar hiç artmamıştı sanırım. “Just do it” reklam sloganındaki gibi. Bu reklam sloganı ödül de almış ve denilene göre cinayet ve kundakçılıktan idama mahkûm edilen birinin son sözleri olan “Let’s do it” sözünden esinlenilmiş. Ironik bir durum. Ölmeden önce yapılacaklarla ilgili listeler geldi gözümün önüne. “Ölmeden önce mutlaka okunması gerekenler” listesi de vardı. Bir seks bağımlısının, binlerce kişiyle seks yapmış olsa da gerçekte hiçbir zaman sevişmiş gibi hissetmediğini söyleyen bir röportajını okumuştum. Tüketim toplumunda “yapmak”, “olmak”tan daha öncelikli. “Yapmak” gösterişle, personayla ilgili; “olmak”sa benlikle.

Bu çağın önemli psikanalistlerinden Nancy McWilliams’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan “Psikanalitik Tanı” kitabında vardı. “Daha fazla denge sağlama” arayışıyla psikoterapi görmek için kendisine başvuran 30 yaşındaki bir muhasebeciden bahsediyordu kitabında. “Değerli yıllarını elinden kaçırmaktan” korkan bu kişi, terapistle birlikte bir program yapıp hayata yetişmek istediğini söylemişti. Çocuklarıyla oynamaktan eşiyle sevişmesine kadar bütün günü planlayabildiği bir yaşam... Nancy McWilliams, bu kişinin terapiye, hayatındaki diğer şikâyet ettiği sorunlarda olduğu gibi zorlantılı bir şekilde yaklaştığını, ihtiyaç duyduğu dinginliğe yapılacak başka bir işmiş gibi ulaşmaya çalıştığı tespitini yaparak, ona “yapmak” konusunda çok başarı gösterdiğini, ancak “olmak” konusunda çok az tecrübesi olduğunu söylemişti.

Guntrip, Metis Yayınevi’nden çıkan “Şizoid Görüngü” kitabında, “olma”yı dişil öğe, “yapma”yı eril öğe olarak nitelendiriyordu. “Olmak” benliğin çekirdeğini oluşturuyordu ona göre, ne yaparsanız yapın “olma”dığınız sürece, yaptığınız şeyler geçiciydi, bir anlama dönüşmüyor, anlamlı gelmiyordu; boşluk duygusuyla cebelleşip, hayata yetişememe kaygısı içinde varoluş sancıları yaşıyordunuz. Instagram, Facebook vb. sosyal medya kanallarının insanlar üzerindeki “yapma” baskısı, bu açıdan anlamlıydı. Yapmış olmak için yapmak, onay almak, beğenilmek…

Can Yayınları, Yusuf Atılgan’ın eserlerinin toplu halde yeni baskılarını yaptı. Yusuf Atılgan’ın roman ve öykülerinde üzerinde durduğu şey hep “olmak”la, daha doğrusu “oluş”la ilgili... Sadece insan oluş da değil, öykülerinden birisi tavuk oluşla ilgili örneğin, kapatıldığı kümesten kaçıp kocaman avluların özlemini duyan bir tavuk… Deleuze, “varolma” yerine “oluş” kavramını kullanır; sabit olmayan, sürekli değişen süreçtir oluş... Deleuze, söyleşilerinden birisinde seyahat etmeyi sevmediğini söylemiş, nedenini de “oluşu ürkütmemeli” diye açıklamıştı. Çok düşünmüştüm bu sözü üzerine, “oluş”u ürkütmemek… Açıklamamıştı “ürkütmemek” derken ne demek istediğini. Yusuf Atılgan’ın roman ve öykülerindeki Kafkaesk tedirginlik, belki de böylesi bir ürkmüşlükle ilgiliydi. Anlattığı karakterler yaşamın kıyısında, ürkmüş bir halde… Öyküsündeki o tavuk bile, kapının önünde bekleyen köpeği umursamadan, bir biçimde kanatlanıp uçma hayali kurabiliyordu. Kendilerine verili olan hayatla yetinmiyor ya da kabullenmiyorlardı. Bu yüzden de bir iç sıkıntısı, bunaltı... “Bodur Minareden Öte” adlı öyküde sık sık boşluğa düşen anlatıcı-karakter gibi, uzandığı yatak birden içine düştüğü karanlığa dönüşüyordu. Öykünün bir yerinde şöyle diyordu: “İnsan ötekilerin oluşunu bağışlayınca bir bakıma onlara benzemekten kurtulamıyor.” Ürküntü, bağışlamamakla başlıyordu, başkalarına benzememekle…

Kendi “oluş”umu düşündüm sonra, bu ülkede ürkmeyen bir oluş yaşamanın zorluklarını… Belki de bu yüzden herkes “yapmak” istiyordu, olmanın zahmeti ağır geldiği için. Her şeye rağmen, yaşamı hissetmeye değer bu zahmet…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Eylül 2017)

Başlangıç ve son

Posted: by bülent usta in
0

Vallgreen, Metis’ten çıkan 'Denizadamı' adlı romanına şöyle başlar: “Bir başlangıç yok, son da. Bunu biliyorum artık. Başkalarının öyküleri belki bir yerlere çıkıyordur, benimkiler çıkmıyor. Bir daire çiziyor, bazen bunu bile yapmıyor, durduğu yerde duruyor. Ve ben şunu merak ediyorum: Kendini durmadan aynı yerde tekrarlayan bir öykü neye yarar?”

Bu ülkeyi bir öykü gibi düşününce, kendini sürekli tekrarlayan, hangi iktidar gelirse gelsin, aydınlarını, yazarlarını cezaevlerine tıkan, ifade özgürlüğünü yasaklayan… Yok, artık tekrarlamıyor, uzun süredir, siyaset yapmanın bütün olanakları bir bir ortadan kaldırıldığı için durduğu yerde duruyor. İnsanlar da duruyor, kafalar karışık, şaşkın, korku ve çaresizlik iç içe…

Psikoterapide kendini tekrarlayan öyküler önemlidir, örüntülere, sorunun ne olduğuna işaret eder. Bir durum karşısında farklı davranabilecekken, kendisine zarar verdiğini daha önce defalarca tecrübe etmiş olmasına rağmen, neden insan hep aynı şekilde tepki verir? Peki devleti, insanmış gibi düşünürsek, neden hep aynı yerlerde kendisini tekrarlar, tekrarlıyor?..

Bir an, devleti analiz koltuğuna yatırıp onunla konuştuğumu hayal ediyorum. Nereden anlatmaya başlardı hikâyesini? Korkularından mı bahsederdi önce, korktuğu için korkutan; yoksa insana ve doğaya verdiği zarardan ötürü yaşadığı suçluluk duygularından mı?.. Fantezi dünyasındaki o tümgüçlü hayallerinden belki?..

Hava çok nemli ve sıcak, böyle şeyler düşünmek için uygun değil. Devleti analiz koltuğundan kaldırıp kendim uzanıyorum yerine, elimde 'Denizadamı' romanı… Neden beni bu kadar etkiledi romanın ilk cümlesi? Devamında şöyle yazmış Vallgreen: “Bir başlangıç var ve bir son. Ve düzelmeden önce her şey çok kötüleşmeli. Bütün öyküler böyle. Sanki öyküler istiyor bunu, yok olmadan önce acının artması doğanın bir marifeti sanki. Ama bir gün işte. Bir gün bir şey olacak ve bütün öyküyü değiştirecek, yeni, daha güzel bir şeye dönüştürecek öyküyü.”
Vallgreen’in “düzelmeden önce her şey çok kötüleşmeli” sözünü tekrarlıyorum içimden. Daha ne kadar kötüleşebilir ki? Bu bir örüntü değil mi, her şey çok kötüleşince farkına varmak?.. Böyle devam edemeyeceğini herkes biliyor olmalı. Ben biliyorum. Öykünün sonunu bilmek, yaşanmasını engellemiyor ama. İç sıkıntısıyla bekliyorum ben de…

Adam Phillips, 'Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine' adlı kitabında, çocuklarda sıkıntıdaki bekleme bastırılırken, yetişkinlerde sıkıntının beklemeye dönüştüğünden bahseder: “Yetişkin için sıkıntı, sanki arzunun geçici olarak canlılığını kaybetmesinin daha kalıcı bir biçimi olmak durumundadır.” Yani, cazibesini yitirmiş bir hayata mahkûm olduğunu kabul eder yetişkin ve buna “büyümek” der. Sıkıntıda iki seçenek vardır, “arzuladığım bir şey var” ve “arzuladığım hiçbir şey yok.” Bu iki seçenek arasında sıkışıp kalmaktır sıkıntı, Adam Phillips’e göre, bu yüzden dayanılması güçtür. Sıkılmayı becerebilmek, o belirsizliğe tahammül edebilmek, neyin beklenildiğini bilmeksizin sıkıntının içinde serbestçe gezinip, onun ne olup olmadığını müzakere edebilmek, susturulan ya da dikkat dağıtılarak kaçınılan müdahalelere karşı, öyküyü daha güzel bir şeye dönüştürecek olan 'yeni' şeyi ortaya çıkartabilir. Belki de sıkılmayı göze aldıkça, arzularımızı olasılıklarıyla canlı tutup yaşadıkça gelecek o 'yeni' şey bu öyküye, tekrarlamayacak ya da durmayacak…

Uzandığım yerden gökyüzünü görebiliyorum; çünkü uzandığım yer analiz koltuğu değil, ahşap bir kayık… Hava çok nemli ve sıcak, denizin üzeri sisle kaplı. Bu sisin içerisinde, analiz koltuğuna dönüşmüş kayığımla istediğim yere gidebilirim, başlangıcı ve sonu olmayan…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 20 Eylül 2017)

"Yeter ki bir hayaletim olsun!"

Posted: by bülent usta in
0

Geceleyin deniz kenarına oturmuş, John Banville’in Kırmızı Kedi’den çıkan “Deniz” adlı romanını okuyordum. Bir paragrafta şöyle bir cümle çıktı karşıma: “Gece. Tam bir sessizlik, sanki kimse yok, ben bile yokum. Normalde geceleyin kâh yakından ve kulak tırmalarcasına, kâh uzaktan ve belli belirsiz uğuldayıp gümbürdeyen denizi duyamıyorum.”

Özellikle “ben bile yokum” sözü, tüyler ürpertici geldi o an; çünkü deniz, Banville’in tarif ettiği gibi “tam bir sessizlik” içindeydi. Sessizliğin varacağı en uzak nokta olarak, “ben”in yokluğu… Banville’in romanındaki Max Morden, ölen karısına yalvarıyordu o sessizliğin içinde: “Böyle yalnız olmak istemiyorum. Niçin gelip bana musallat olmuyorsun? Senden hiç olmazsa bu kadarını beklerdim. Günler boyu süren, bitmek bilmez geceler boyu süren bu sessizlik niye? Senin şu suskunluğun bir sis gibi.”

Max Morden’ın ölen karısının suskunluğu karşısında yaşadığı duygunun benzerini, ben de bu toprakların suskunluğu karşısında yaşıyordum, sanki bütün ülke koyu bir sisin içindeydi, göz gözü görmüyordu. Sis çekildiğinde, hiçbir şey yerli yerinde olmayacaktı, değişmiş, parçalanmış ya da yok olmuş… Ölüler, suskunluğu anılarıyla bozarlar; ânı yaşamaktan anıların bir hükmü kalmayacaktı. Eskiden Narmanlı Han benimle konuşur, içimdeki sessizliği bozardı. Yeşilçam filmlerinden sahnelerle süslediğim bir dolu fotoğraf, kokusu olan fotoğraflar belirirdi zihnimde önünden geçerken. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayaleti belirirdi kapısında, içeriden Bedri Rahmi’nin, Sabahattin Eyüboğlu’nun kahkahaları duyulurdu sanki. Yıkılmadan önce metruk bir binaya dönüştürülmüş, Banville’in sözleriyle “dehşete kapılmışçasına kendince bir sessizliğe gömülmüştü”; artık hayaletleri yoktu. Max Morden, ölen karısına “Hayaletlerini geri gönder” diye yalvarıyordu. Neden gerekliydi ki hayaletler? “Dilersen bana işkence et. Ölüm perileri gibi kudretle zincirlerini şakırdat, kefen bezini yerde ardın sıra sürükle, ne istersen yap. Ama yeter ki bir hayaletim olsun” diye yalvarıyordu Morden. Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi hayaletlere ihtiyacı var, başka türlü o yokluğa mahkûm eden sessizlikten kurtulamazlar çünkü.

Foucault, “Özne ve İktidar”da, “Varoluş, insan sanatının en kırılgan malzemesidir” der ve varoluşun sanat ve tarz olarak tarihinin öneminden bahseder. Sanat ve tarz yoksa, varoluş da yoktur. Hayaletlerin yokluğu, hayaletleştiğimiz anlamına gelir. Max Morden, karısının hayaleti yokken varmış gibi hissedemiyordu. Narmanlı Han, içindeki hayaletlerle birlikte yokken, İstanbul nasıl var olabilir ki? Narmanlı Han’ın kopyası, hayaletsiz sahte bir şey olacaktır.

Deniz kenarında, sessizliği dinler ve Banville’in romanını okurken neden aklım Narmanlı Han’a gitti? Bir zamanlar, şair bir dostumun her vapuruna binişinde, sanki tek tek martıları saymışçasına “İstanbul’da martılar azalıyor” feryadı gibi ben de kaybolan hayaletlere ağıt yakarken buluyorum kendimi. Banville, romanda “her şey, tarihî bir şimdide cereyan ediyor” diye yazmış. Tarihî olmayan bir “şimdi”, şimdi midir?

Svetlana Boym, “Nostaljinin Geleceği” adlı kitabında, nostaljiyi ikiye ayırıyordu, “yeniden kurucu” ve “düşünsel” olarak. Yeniden kurucu nostalji, geçmişi, yitirilen o evi yeniden inşa eder. Boym’un sözleriyle “ulusal ve dinsel canlanmaların özünü oluşturur”. Düşünsel nostalji ise melankoliktir, sembolleri değil detayları sever, tahayyül gücünü kışkırtır ve hayaletlerle iletişim kurarak yapar bütün bunları, yaratıcıdır… Bu ölümcül suskunluğun nedeni, aynı zamanda hayaletlerin de suskunlaşması…

“Gece. Tam bir sessizlik, sanki kimse yok, ben bile yokum…”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Eylül 2017)

Kayboluş

Posted: by bülent usta in
0

Bir şiire konsantre olmuş gibi gazete haberlerini okuyordum: Referandum, tutuklu gazeteciler, enflasyon, ensest, tarikatlar, trafik kazaları, patlıcanın faydaları… Kerouac’ın her şeyi idrak ettiğini yazdığı o mektuptaki gibi hissettim bir an. Ayrıntı’dan çıkan Joyce Johnson’ın kaleme aldığı “Jack Kerouac’ın Yalnız Hayatı” kitabında okumuştum şu satıları: “Cazı, Amerika’daki 1.000 farklı şeyi idrak ediyorum, boş bir arsada duran çöpü bile idrak ediyorum.” Kerouac’ınki umutsuz bir idrak edişti, Neal ile birlikte ölümü idrak edişlerinden bahsediyordu.

Herkes, her şeyi idrak ettiğini sandığı zamanlar yaşamıştır mutlaka. Bende kısa sürüyor böyle anlar, idrak etmek ağır bir yük çünkü, yorucu… Kerouac’ın biyografisini okumak, aslında hangi biyografiyi okursam okuyayım, kendi hayatımı gözden geçirdiğim bir serüvene dönüştürürdü. Hayatını okuduğum kişinin yaptığı tercihler üzerine düşünürken... Kerouac, Proust’u keşfedince, asıl yazmak istediği şeye yaklaştığını hissetmişti. Başka birinin sanrıları tarafından ele geçirilmek, bir meditasyona dalar gibi, editörleri ya da okuru umursamadan hücreye benzeyen bir odada yazarak, aklını yitirme korkusuyla sokaklarda dolaşarak… Richmond Hill sokaklarında, onun yanında yürüyordum. Şöyle diyordu: “Edebi kaybolmuşluğu kabul ediyorum. Her şey bana ait çünkü fakirim ben.” Romanını bitirebilmek için bazen çaresizliğe düşüp dualar ediyordu. Blanchot’nun yazmakla ilgili söylediklerini doğrularcasına günlüğüne şöyle yazdığını okudum sonra: “Ben kayboldum ama eserim ortaya çıktı.”

Blanchot, “ben”in kayboluşunu erkten vazgeçiş olarak tarif ediyordu, kişi ancak ben demekten vazgeçince yaşadıklarını idrak ederdi. Kendi idrak anlarımı düşündüm, bir melodinin ya da dizenin peşinde kaybolduğum zamanları… 

Deleuze, “Diyaloglar”da şöyle diyordu: “Her şeyden sonra ufak bir hilebazdan başka bir şey değilim. Hain olmak çok zordur, bu yaratmak demektir. Orada kendi benliğini kaybetmek lazımdır, kendi yüzünü kaybetmek. Kaybolmak gerekir, tanınmayan oluş gerekir. Sonuç, yazmanın sonucu? Bir kadın oluşu, bir hayvan, bir zenci oluşunun ötesinde vs. azınlık oluşunun ötesinde, son olarak ayırt edilemezlik-oluş vardır. Oh hayır, bir yazar «tanınmış», bilinen olmayı arzu edemez. Ayırt edilmez, en büyük hızın ve en büyük yavaşlığın ortak karakteri, yüzünü kaybetmek, duvarı delip geçmek veya aşmak, büyük bir sabır ile duvarı törpülemek; yazmanın bunlardan başka bir sonucu yoktur.”

Yaratıcılık ve kaybolmak…Kendi yüzünü, benliğini kaybederek... Ama bu kayboluşun bir geri dönüşü de olmalı, kendini hatırlamanın… Kaybolmanın verdiği korku, geri dönüşün olmaması, çünkü bir “oluş” içindeyizdir, döndüğümüz yer aynı yer olmayacaktır hiçbir zaman. Geçip giden zamanın verdiği hüzün… Aşk da bir kayboluş değil miydi, benliğinden vazgeçiş...

Richmond Hill’in sokaklarında dolaşırken şöyle dedi Kerouac: “Kâğıtlarımın arasında hastalandım ben.” Yazmanın anlamı onun için uyuşturucudan ya da seksten farklı bir şey değildi diye yazmıştı Johnson. Tek istediği, içindeki sıkıntıdan kurtulmaktı. Belki de kayboluş, yazmayı bir iç dökme, kendini avutma aracı olmaktan çıkardığı için yaratıcı bir eylemdi. Ona bunları söyleyemiyordum, çünkü beni görmüyordu, kendime söylüyordum ve sonra okuduğum şu gazete haberlerinin verdiği sıkıntıdan kurtulmaya çalışıyordum. Gazete haberlerinden idrak ettiğim şey, yaşadığım ülkenin de azar azar kaybolduğuydu.

Biyografi kitabının bir yerinde Holmes’tan yapılan şu alıntı, aslında kaybolan bir ülkede yaşamanın ruh hâlini de tarif ediyordu: “Herkes her şeyi gerçekten biliyor ama sadece bunu görmüyorlar… Yani diyorum ki, hayata dair bizim bildiğimiz şeylerin aynısını onlar da biliyorlar aslında!” Bütün bu haksızlıkları, saçmalıkları bilip de görmemek… Bildiğimiz, ama görmeyi reddettikçe kaybolan bir ülke… Kaybolan bir ülkede hatırlamak bir ödeve dönüşmüşken…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Eylül 2017)

Uzaklaşma kıyısı

Posted: by bülent usta in
0


Başımıza ay ışığı vuruyor, sersemlemişiz denizin ortasında. Güneşten şapka takarak, gözlük takarak korunabilirsin; ama ay ışığı öyle değil. Teknede yalnızız, hatta koca denizde… Üşümesini sabırsızlıkla bekliyormuşum gibi, “Üşüdüm” demesiyle sarılıyorum. “Balıklarla ilgili bir şey anlat” diyor. ‘Arizona Dream’ filmindeki “balıklar düşünmez, çünkü her şeyi bilir” sözünü söylüyorum. “Herkesin bildiği bir şey” deyince, o sözün Platonov’un ‘Çevengur’ romanında da geçtiğinden bahsediyorum. “Bunu da duymuştum” diyerek dalga geçer gibi gülüyor. Mutevolu balıkçı, Zahar Pavloviç’e şöyle diyordu: “Bak akıl deryası. Balık yaşamla ölüm arasında durur, o yüzden hem dilsizdir, hem de bakışı ifadesiz; bir danayı al misal, o bile düşünür, ama balık düşünmez, o her şeyi zaten bilir.” Romandan o kısmı ezbere söylememden etkilendiğini belli etmemeye çalışıyor, ama faydasız. “Aslında balıklarla ilgili o söz, Budizm’den gelme, balık kutsal onlar için” diyorum. “Peki balıklar her şeyi bilir mi?” diyerek soruyu bana yöneltiyor bu defa. “İnsanlar dışında bütün canlılar ve cansızlar her şeyi bilirler” diyorum. Gülüyor ama dikkatlice de bakıyor yüzüme.

Dalga çıkıyor o sırada, ay ışığı kesiliyor, kara bulutlar hızla kapatıyor yıldızları. Karaya doğru tekneyi sürerken motor arızalanıyor. Kala kalıyoruz denizin ortasında, dalgalar tekneyi ceviz kabuğu gibi sallarken. Sonra birden güçlü bir yağmur başlıyor. “Biri Hızır’ın keçisini kesti galiba” diyorum, “Yaşar Kemal’in ‘Karıncaların Su İçtiği’ romanında vardı, gemiciler kayalıklarda Hazreti Hızır’ın başı boş dolaşan keçilerinden birisini yakalayıp kesince korkunç bir fırtına çıkıyordu.” “Sen hep böyle romanlarda mı yaşarsın?” diye soruyor. “Bilmem, edebiyat olmasaydı burada olmazdım.” “Nerede olurdun?” “Mış gibi yaşayacağım herhangi bir yerde” diyorum. Beni yakalamış olmanın sevinciyle Emile Ajar’ın romanının adını haykırıyor: “Yalan Roman!”

Küreklere asılmak fayda etmiyor, dalgalar sürüklüyor tekneyi. Ne tuhaf, gerçekte ölümle burun burunayken bile eğlenebiliyoruz, birbirimizle dalga geçerek… Fırtınaya teknede tek başımızayken yakalansaydık durum farklı olabilirdi, korkudan ne yapacağımızı bilemeyebilirdik. Macit Amca’yı arayıp durumu anlatıyorum. Tonoz atmamı söylüyor. Kıyıdan uzak olmamız daha güvenliymiş. Bir de bir bezi yağa batırıp denize sarkıtmamı istiyor, çırpıntıyı azaltırmış. “Biliyor musun” diyorum, “fırtınadan kurtulursak bu bizi değiştirecek. Yaşam biraz daha rüyaymış gibi görünecek.” “Daha ne kadar değişebiliriz ki, bu ülkede her şey bir fırtınanın ortasında çaresizce yaşamaya benzemiyor mu?” Améry’nin ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde’ kitabındaki, korku ve öfke arasındaki gerilim alanında insanca yaşanabilir mi sorusu geliyor aklıma. Yaşanır diyordu Améry, bütün bu yaşananlar, derin ve yüce faraziyelerden kurtulmamızı sağlayıp gerçekliği anlama konusunda daha donanımlı kılıyorsa bizi.

Yağmur ve fırtına, diniyor birden. Bulutlar yeniden yıldızlara bırakıyor gökyüzünü. Kürekler bu defa işe yarıyor, uzaktan görünüyor kara. Fırtına biraz daha şiddetli ya da uzun sürseydi…

‘Çevengur’da Platonov, Pavloviç için “böyle kendiliğinden kabuk bağlayan bir yaşam gücü yoktu” diye yazmıştı, ihtiyarlamış olsa da çocukluğundaki kadar ölüm karşısında hassas ve çıplak olduğunu… Kabuk bağlayan yaşam gücünden yoksun oluşunu da, Pavloviç’in yaşama boyun eğmesiyle, her şeyin kökten değişeceğine dair ümidini yitirmiş olmasıyla açıklıyordu. Pavloviç, kitap okuyan Saşa’yı izlerken ona şöyle demek geliyordu içinden: “Yorma kendini kitapla, orada ciddi bir şey yazıyor olsaydı insanlar çoktan birbirleriyle kucaklaşmış olurlardı.” Hâlbuki, Platonov’un kitapları bile başlı başına yeterli, insanların kucaklaşması için. Güldürüyor onu bu sözüm, özellikle kucaklaşma kısmı. “Belki de” diyor, “Pavloviç’in asıl sorunu, her şeyi fazla ciddiye almasıydı.” Belki de… Yaklaştıkça uzaklaşıyor sanki kıyı…


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 30 Ağustos 2017)

Maddenin düşü

Posted: by bülent usta in
0

John Gray’in YKY’den çıkan 'Kuklanın Ruhu'nu okurken, bir kukla olduğumu hayal ettim, daha çok bir makine. Makineleşmeye bu kadar yatkın olan varoluşumuzun nedenlerini düşünmek için iyi bir fırsat sunuyordu kitap. O sırada gök gürlemesiyle başlayan yağmurdan kaçan insanlarla dolmuştu oturduğum kafe. Çoğunun yaptığı ilk iş, yağmurlu bir selfie çekip akıllı telefonlarına gömülmek oldu. Yağmur da öyle böyle değildi hani, esen fırtınayla birlikte uyum içinde, şehri dövercesine yağıyordu. Bende yağmurun etkisi hep yükselten bir şey olmuştur, birden çocukça şeyler yapasım gelir ve yine geldi, garsonu ikna edip Tom Waits’in 'Rain Dogs' şarkısını çaldırdım. Kapının kenarında oturan bir kadını dansa kaldırdım sonra. Her zaman böyle cesaretli olamam, yağmur yağmalı ya da kafama bir şey düşmeli. Sadece biz dans ediyorduk, diğerleri ya cep telefonlarıyla dansı kaydetti ya da hiç oralı olmadı, ne yağmur, ne müzik, ne dans umurlarında değildi. Şarkı da kısaydı zaten. O şarkının peşinden otomatik olarak çalan 'Green Grass'ın melodisine uygun bir biçimde yağmur diner dinmez kayboldu herkes, masanın altına saklanan ıslak bir sokak köpeği dışında. “Galiba kötü dans ediyorum” dedim ona, bir şey demesini bekler gibi. Sokak köpeklerinin, bakışlarıyla bir şey anlatma halleri olur her zaman, şefkatli bir şey anlatıyormuş gibi bakmakla yetindi o da. “Buradan bir hikâye çıkmaz değil mi?” diyerek kitaba geri döndüm.

John Gray, özgürlük meselesini ele alıyordu kitabında, gerçekten özgür müyüzdür seçimlerimizde, ya da özgürlüğü isterken gerçekte istediğimiz nedir? Bu soruları sorarken sokak köpeğinin bakışları da değişmişti, “Bıkmadın mı böyle sorular sormaktan?” der gibi bakıyordu. Sonra “Banane ya” der gibi, başını patilerinin üzerine koyup hüzünlü hüzünlü yağmuru izlemeye koyuldu. Belki de köpek hüzünlü değildi, ben yakıştırıyordum ona, kim bilir…

John Gray, Bruno Schulz’u anarak düşünen makinelerle ilgili şu tespiti yapıyordu: “Çok geçmeden zihinlerinin bölünmüş olduğunun farkına bile varmayacaklar; bastırma, inkâr ve fantezi bilincin boş göğünü bulutlandıracak. Vâkıf olamadıkları bir iç dünyadan ortaya çıkan, birbirine zıt dürtüler davranışlarına egemen olacak. Sonunda bu arızalı makineler, kendi yollarını kendilerinin çizdiği izlenimine kapılacaklar. İnsanlarda olduğu gibi bir yanılsama olabilir bu; ama bu duygu kök saldıkça insanlarda ruh denilegelmiş şeyi yaratacak.” Gülmemek için kendimi tutmadım, kahkahalar atınca sokak köpeği ne oldu merakıyla başını kaldırıp yüzüme baktı, o gülmüyordu tabii, yine aynı hüzünlü bakışlar. Belki de bu tespit karşısında gülmek yerine, ben de sokak köpeği gibi hüzünlü hüzünlü yağmuru izlemeliydim. Ruh denilen şey, böyle böyle oluşuyormuş meğerse… John Gary, kitabın başka bir yerinde de insanı diğer hayvanlardan ayıran şeyin 'iç çatışma'ya neden olan kendiliğin bölünmesi olduğunu yazmıştı: “Başka hiçbir hayvan, bir yandan arzu tatmini ararken öte yandan da arzularını şeytan işi diye lanetlemez; hayatını bir yandan ölümden korkarak öte yandan da kendi imgesini korumak uğruna her an ölmeye hazır halde geçirmez; düşleri uğruna türdeşlerini katletmez. Bizi insan yapan, özfarkındalık değil, yarılmış kendiliktir.”

Aldığım psikoloji eğitimine zıt şeyler söylüyordu John Gray. Günümüz insanının en önemli sorunu 'iç çatışmaları'ydı, onu bitap düşüren, depresyona sokan. Bütün mesele, o yarılmayı bütünleştirmek, özfarkındalık kazandırmak diye düşünüyordum. Kitabın başka bir yerinde, modern düşünürlerin en büyük yanılgısının, “insanların Bilgi Ağacı’nın meyvesinden daha çok yiyerek bir özgürlük mertebesine ulaşacaklarını düşünmüş olmalıdır” diye yazar. İnsanlığın yüksek bir versiyonunu yaratmak isteyenler, gerçekte bilinçli kuklalar yaratmanın peşindedirler.

Guy Debord’dan Tarkovski’ye, Philip K. Dick’ten Poe’ya, Azteklerden uzaylılara, insanlığın ve özgürlüğün izini süren John Gray, insanı ve bütün hayatı maddenin bir düşü olarak ele alıyordu. Kendimi, sokak köpeğini ve yağmuru, maddenin bir düşü olarak düşlemek…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Ağustos 2017)

İki yol

Posted: by bülent usta in
0

Tuhaf bir dönemden geçiyor ülke, hatta dünya… Bauman’ın 'Siyaset Arayışı'nda dediği gibi “Her şeyin nefesi çabuk tükeniyor” bu çağda: “Günlük işlerimize döndüğümüzde, her şey hemen hiç değişmeden başladığı yere döner. Birlikteliğin gözkamaştırıcı parıltısı söndüğünde, yalnız insanlar tıpkı eskisi gibi yalnız uyanırlar; biraz önce öyle parlak ışıklar saçan ortak dünya, şimdi daha da karanlık görünür. Patlamanın getirdiği boşalmanın ardından, sahne ışıklarını tekrar yakmak için fazla bir enerji kalmamıştır.”

Bauman, içinde bulunduğumuz karmaşık toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini anlamak için Pier Bourdieu’nun önerdiği 'kinik' ve 'klinik' yollardan bahseder. Kinik yola göre, dünyanın adil mi adaletsiz mi, sevilesi mi değil mi, burada mı orada mı olduğu fark etmez. Kurallar, işimize geldiği gibi, ona uygun bir stratejiyle kullanılır. Klinik yol ise, uygunsuz ve zararlı görülen şeyle, ahlaki hislere göre mücadele etmeyi, değiştirmeyi amaçlar. Bauman’a göre bu en nihayetinde bir tercihtir.

Aslında bütün bunları, Rose Tremain’ın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan 'Amerikalı Sevgili' öykü kitabının karakterleri ve Philippe Djian’ın Ayrıntı Yayınevi’nden çıkan 'İntikamlar' adlı romanını okurken anımsadım. İki kitap da okurken iyi hissettirmişti, bu çağın ruhuna dair ipuçları sunuyordu. Tremain’ın 'Amerikalı Sevgili' öyküsündeki Beth, trafik kazası geçirmiş ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuştu. Öykü, onun Rosalita adlı bakıcısına başına gelenleri anlatmasıyla başlıyordu, kendisini aldatacak ve terk edip gidecek bir Amerikalı Sevgili’nin uğruna yaşadığı güzel ve acı verici olaylar… Beth, yaşadıklarına dair hiçbir pişmanlık ya da üzüntü duymuyordu, sevgilisiyle Paris’te geçirdiği o bir aylık kaçamağın yaşamına kattığı anlam, onun için daha değerliydi, bütün hayatını tekerlekli sandalyede geçirecek olsa da… Hatta öykünün bir yerinde anne babasının sıkıcı bulduğu hayatı için “dünyadaki varoluş görevlerini yerine getiriyorlar” diyerek küçümsüyordu, faturaları ödemek, çocuk yapmak, televizyon izlemek… Beth’e göre görev gibi yaşamak, yaşamak değildi.

Djian’ın roman karakteri Marc’ın da başına korkunç olaylar geliyordu; oğlu Noel’den birkaç gün önce, evde verdiği küçük bir parti sırasında kafasına kurşun sıkıp intihar ediyordu. Sonrasında, oğlunun sevgilisini sokakta bulup gelinim diyerek evine alıyor ve başı beladan kurtulmuyordu. Djian’ın diğer romanlarında da benzer bir durum vardı, başına gelen bütün tuhaf ve acı olayları kolayca kabullenen, hatta o acıları estetize ederek neredeyse varoluşunun süsü hâline getiren karakterler.

Kendimi Beth’in ya da Marc’ın yerine koyup, ben olsam ne yapardım diye düşündüm. Bourdieu’nün hangi yolunu seçiyordum yaşarken. Sanırım klinik yol, haksızlıklarla mücadele etmek, vicdanımın sesiyle kıvranmak, görev gibi yaşamak… Değildi tam öyle, ama o yola yakındı. Belki de pek çok kişi gibi ben de kararsızlıklar yaşıyordum, bu iki yoldan birini tercih etmek konusunda? Üçüncü bir yol yok muydu, yaratılamaz mıydı? Marc’ın zorluklara dayanma ve baş etme gücü, Beth’in kendini yaşamın akışına bırakışındaki cesareti, cazipti çok. Hem insan kendisini yaşamın akışına bırakıp, hem de haksızlıklarla mücadele edemez miydi? Kinik ve klinik yolları birbirine bağlayacak bir köprü olamaz mıydı? Bu çağın bize dayattığı yol, kinik bir yoldu sanki. Çernişevski’nin 'Nasıl Yapmalı?' romanındaki Rahmetov gibi görev insanları, kendisini bir davaya adamış karakterler, günümüz edebiyatında pek fazla görülmüyor artık.

Bauman, 'Siyaset Arayışı'nda, bütün bunların siyasetle ilgili olduğunu yazar; özel ve kamusal alanlar arasındaki köprülerin atıldığını, insanların yalnızlaştırıldığını ve liberalizmin “Bu hayal edilebilecek en iyi dünya değil, ama tek gerçek dünya” tezine teslim olunduğunu… Eğer siyaset bu köprüyü kurabilirse, üçüncü bir yol imkânı da belirebilir. Jung, eğer kendimiz bir cevap bulmazsak, dünyanın cevabına bağlı oluruz demişti. Bağlıyız şimdilik…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Ağustos 2017)

Uzak kuş

Posted: by bülent usta in
0

Sıcaktan uyuyamayıp kendimi dışarı atıyorum. Kafamda deli sorular yok bu defa. Bütün sorular, sıcaktan buharlaşmış olmalı. Birazcık rüzgâr esse... Yaşar Kemal’in dediği gibi, “Deniz o kadar durgun, o kadar durgundu ki, karıncalar su içerdi. Azıcık sallansa deniz, alır götürürdü karıncayı.” Romanına isim olan “Karıncaların Su İçtiği”, Şileli balıkçıların bir deyimiymiş. Romanda Nişancı’yı uyku tutmuyordu, şimdi benim yaptığım gibi iskeleye iniyor, “gözlerini karanlık denizin ötelerine dikiyor”du, deniz çırılçıplaktı.

Ben neden böyle romanlarda, filmlerde yaşar oldum. Gerçeklikten kaçmak mı arzum? Sanmıyorum. Hani kafamdaki deli sorular buharlaşmıştı? Romanda Nişancı denize bakarken, “uykusuz, gergin, hiç düşünmediği kadar çok deniz, çok kayalık, çok savaş, çok insan, çok ölüm düşünüyor.” Ben ne düşünüyorum? Nişancı kadar umutsuz değilim. O çocuklara bakarken bile ölülere bakarmış gibi hissediyordu, savaş çıkartanlara lanetler okuyordu. Foucault’nun Hyperion’la ilgili bir yazısında vardı, ölümün yazgısallığını, insanların kardeşliğinin yazılı olmayan yasası olarak açıklıyordu. Anlaşılır mı bir gün bu yasa? Yaşar Kemal, savaşların olmadığı bir dünya umudundan hiç vazgeçmemişti. Belki de en çok bunu anlatmaya çalıştı.

Denizden bu yana küçük bir rüzgârın yaklaştığını hissediyorum, sadece bir his. Yaşar Kemal, romanda bir dengbejden bahsediyordu, bütün dünyayı Cizre’ye getiren, “Cizre insanları bu ulu dengbejden sonra artık başka insanlardı. En azından daha mutlulardı” diye yazdığı... Mutlu olmak, hikâye dinleyerek daha mutlu olmak… Bazen okuduğum, dinlediğim, seyrettiğim hikâyelerin beni daha mutsuz yaptığını düşünürüm; ama bu bir yanılgı. Hikâyeler olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.

Yaşar Kemal, dengbejin anlattığı Faki adlı gencin hikâyesindeki bir kuştan bahsediyordu romanda, sesini yalnız ermişlerin duyduğu, görenin ölümsüz olduğu bir kuş. O kuşun sesini önce Lokman Hekim duymuş ve düşmüş peşine. Nasıl da insanın hayal gücünü kışkırtıyor. Ölümsüzlük arzusunun baştançıkarıcılığı… Lokman Hekim’in ölümsüzlük otuna kavuşunca uyumasına ne demeli, kara yılanın otu ondan çalmasına. Faki, Lokman Hekim’in çaldırdığı ölümsüzlük otunun peşine düşer ve başına türlü işler gelir, bütün Mezopotamya’yı baştan sona gezerken. Faki de tıpkı Lokman Hekim gibi ölümsüzlüğe kavuşur kavuşmaz yorgun düşüp uykuya dalar. Ölümsüzlük arayışının kendisi ölümsüzlüğe dönüşür, kavuşulan anda kaybedilen… Sonra romanın bir başka yerinde pınarda su olarak belirir ölümsüzlük ve böyle devam eder.

Denizden gelen o küçük rüzgâr sonunda sarıp sarmalıyor beni, azıcık bir serinlik uykumu getiriyor hemen; ama Lokman Hekim’i ve Faki’yi düşünüp uyumuyorum, belki de ölümsüzlük bu defa rüzgâr olarak gelmiştir.

Yaşar Kemal, dengbeji dinleyenlerin neden daha mutlu olduklarını, Alain Bosquet ile yaptığı o uzun söyleşide açıklar, “gizem ve düş gücünün bitmesi, insanlığın insani yönünün, en önemli bir yerinin çökmesi, hastalıkların başlaması demektir” sözüyle. Bosquet, Avrupa’nın gizemi ve düş gücünü kaybettiğini düşünmektedir. Yaşar Kemal, bunun geçici bir kuraklık olduğunu söylese de, hastalıkların artışı içten içe bir yıkımın da habercisi sanki.

Bir parça rüzgârı yanıma alıp kulübeme uyumak için dönerken, bir kuş sesi de peşimden geliyor. Hikâyeler bir kere içeri sızınca devam eder. Nişancı’nın “benim yurdum denizim” deyişini hatırlıyorum sonra. Hikâyeler, hayata devam etme sabrı ve inancını aşıladığı için belki de, daha mutlu yapar insanı.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 9 Ağustos 2017)

Rüzgârlı sorular

Posted: 6 Ağustos 2017 Pazar by bülent usta in
0

İhtiyar balıkçı Macit Amca’yla denize açıldığımızda rüzgâr şiddetini artırmıştı. Geçenlerde olanları düşünüp tedirgin olsam da Macit Amca’nın hava ve deniz bilgisine güveniyordum. Bir koyun açıklarında tonoz atıp oltalarımızı hazırlarken, “Sende bir değişiklik var” dedi, “eskisi kadar siyasetten söz açmıyorsun.” Bunu sitem eder gibi söylemişti biraz, aslında benim de kendime sık sık sorduğum bir soruydu, gündelik siyasette olup bitenlere dikkatimi veremiyordum. “Haklısın” dedim, “En son Cumhuriyet gazetesi davasını yakından takip etmeye çalıştım. Ahmet Şık’ın o tarihî savunması heyecanlandırmıştı; ama müftülere resmî nikâh kıyma yetkisi gibi durumların taktik çıkışlar olduğu ve ne söylenirse söylensin iktidara yaradığı çok belli; çünkü ciddi bir meşruiyet ve motivasyon krizi içindeler ve ancak bu sayede nefes alıyorlar. Gerçekte karşı karşıya kalınan sorunlarla nasıl mücadele edeceklerine dair bir fikir ya da planları yok. Bir öyle bir böyle, yeter ki vakit kazanılsın. Bu arada o kadar çok acı ve haksızlık birikti ki…” Macit Amca gülümseyerek baktı, “Değişmemişsin” dedi.

İçinde olduğumuz kayık, dalgaların şiddetiyle ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Macit Amca, başını gökyüzüne çevirip üzerimizden geçen bulutları izledi bir süre ve “Geçer birazdan” dedi. Dediği gibi de oldu ve rüzgâr dindi. “Rüzgârla nasıl konuşulacağını öğretmedin bana” dedim. Macit Amca, o gür kahkahalarından birisini atıp, “Öğretilmez ki böyle şeyler, izlemeyi bileceksin, daha önceki fırtınaların nasıl koptuğunu hatırlayacaksın. Siyaset ve toplumsal olaylar da doğa olayları gibi, işaretleri var; ama ne yazık ki herkes görmek istediğini görme telaşı içinde, gerçekte olanı değil.”

Birkaç gündür, ‘Cogito’ dergisinin ‘Yaralanabilirlik’ sayısındaki yazılar üzerine düşünüyordum; özellikle Todd May’in yazısı ve Judith Butler’la yapılan söyleşiyi. Macit Amca’nın fikrini almak istedim okuduklarımla ilgili. “Macit Amca, şayet varlığın geçmişteki çok büyük bir acıyla ilişkili olsa, binlerce kişi öldüğü için sen doğmuş olsan… Mesela soykırım olmasaydı, annenle baban tanışamayacak ve sen dünyaya gelemeyecektin. Soykırımın olmamasını, var olmamaya tercih eder miydin?” Macit Amca, soruma şaşırdı, “Bu nasıl bir soru evlat” dedi, “Elbette var olmamayı tercih ederdim.” Todd May’den ve yazısından ona bahsettim ve diğer soruyu sordum: “Eğer geçmişteki dehşetleri önlemek adına varlığımızı feda etmeyi göze alıyorsak, şimdi ve gelecekte kendimizi ne için feda etmeye razı oluruz?” Todd May’e göre, geçmişle ilişkimiz gelecekle ilişkimizden ayrı değil, “Biri hakkında soru sorarken, diğeri üzerine yanıtlar öneririz.”

Macit Amca, düşündü durdu bir süre. “Geçmişle gelecek, birbirinden ayrı olmasa da aynı şeyler değil” dedi ve sustu. Söylediği mantıklı gelmişti. Geçmişi sonuçlarıyla bilebiliyorduk, ama şimdi ve gelecek bütün o belirsizliğiyle oyalayıcıydı. Belki de bu belirsizliği istiyorduk, umudun devam edebilmesi için bazı şeylerden emin olunmaması gerekmez miydi? Hani şu, büyük yazar olma hayali kurup kötü bir şey yazma ihtimalini düşünerek yazmayanlar gibi. Yazmadığı sürece, büyük yazar olma iddiasını sürdürebilir. Aynı şey, yaşama korkusu için de geçerli, yaşamadığın sürece ölmezsin; ama yaşıyorsundur ve öleceksin.

Todd May, ‘yaralanabilirlik’ ve ‘olumlama’ meselelerini ele alıyor yazısında. Bir futbol takımında sakatlanan bir oyuncunun yerine girip yıldızı parlayanlar, o sakatlanmayı esefle karşılayabilirler mi? Todd May, “Kişi olumladığı şeylerden bağımsız iyi bir geçmiş dileyemez” diyerek, geçmişi her şeyiyle onaylamak zorunda kalmanın açmazlarını, Wallace’ın ortaya attığı fikirler üzerinden tartışıyor. Wallace, bu açmazdan çıkmanın üç yolu olduğunu öne sürüyor: İnkâr, çekilme ve tövbe. Wallace’a göre bu üç strateji de işe yaramaz; Todd May ise ‘tövbe’ stratejisinin yine de işe yarayabileceğini öne sürüyor, yani insanın sahip olduğu ayrıcalıkları, o ayrıcalıkların altını oymak için kullanmasının dönüşüme neden olacağını...

Gökyüzüne bakıp, Macit Amca gibi rüzgârla konuşmayı denedim, bulutların hızına ve yönüne baktım, havayı kokladım, martıları izledim. Macit Amca, ne yapmaya çalıştığımı anlayıp kahkahayı bastı, “İnsan kendini dinlemeyi öğrenmeden, rüzgârın söylediklerini duyamaz evlat” dedi. “Çok bilmiş ihtiyar” diye söylendim kendi kendime gülümseyerek. Bulutlar, hızla üzerimizden geçiyordu.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Ağustos 2017)

Bisiklet ve limonata

Posted: by bülent usta in
0

Bisikletimle Bostancı sahilinden şehrin içlerine doğru direksiyonumu kırdığımda bir planım yoktu. Bir süredir başıboş biriydim, aylaklık iyi gelmişti, yetiştirecek bir işim yoktu. Otoyol öfkeli bir yerdi, sürücülerde tahammül hiç yoktu. Araçlar ne kadar çoğalıyorsa öfke de büyüyordu. Sahile dönmem akıllıca olurdu ama bendeki akıl geri dönmeme yetmedi, bastım pedallara...

Neresi tam bilmiyorum, gökdelenlerin olduğu bir yokuştaydım, hava çok sıcaktı ve küçük bir bahçesi olan pastane gördüm, mola verip bir bardak limonata içebilirdim. Pastanede benden başka hiç müşteri yoktu, ihtiyar bir adam tezgâhın arkasında bir şeylerle uğraşıyordu. Yoldan vızır vızır otomobiller geçiyordu. Kimsenin uğradığı, uğrayabileceği bir yer değildi sanki, yüz yıl evvel de buradaymış da gökdelenlerin arasında unutulmuş gibiydi. İhtiyar adam, tek müşteri olmama rağmen varlığımı umursamamıştı. Limonata istediğimi söyleyince, yüzünde yorgun bir gülümsemeyle koca bir bardağa buz gibi limonatayı doldurup getirdi. Sohbet başlatma amacıyla, “Hava çok sıcak” dedim, gülümsemekle yetindi sadece, konuşmaya niyeti yoktu. “İşler nasıl?” diye sordum bu defa. “Terk edilmiş bir ülke burası” demekle yetindi. Ne demek istemişti “terk edilmiş” diyerek? Kendisine de limonata doldurup karşıma oturunca anlattı: “Karşılıklı bir korku var. İktidar giderse başlarına geleceklerden korkanlarla, iktidardan korkanlar. Bir de sadece ekmeğinin peşinde olanların korkusu var ki, onlar belirleyecek gidişatı.” Gökdelenleri göstererek, “Ama bunları ne yapacağız bilmiyorum” dedi. Pastanenin bahçesinden yükselen gökdelenlere bakıp sustuk bir süre. Sanki ilk defa gökdelen görüyormuş gibi uzun uzun inceledik, şehri işgal etmiş devasa uzaylı gemilerine benziyorlardı.

Limonatımı bitirip kalktım, cebimde para bulamadım, “Sonra verirsin” dedi. İkimiz de biliyorduk aslında, bir daha buraya gelmemin pek mümkün olmadığını. Ben de çantamdaki Ali Smith’in öykü kitabını uzattım, “Okursun belki, sonra alırım” dedim.

Gökdelenlerin arasında ilerlerken, gözüm sürekli yukarılardaydı, bir hayat belirtisi aradım, yoktu, tuhaf, şekilsiz bir yalnızlık hissi veriyordu binalara çarpan rüzgârın uğultusu. Bisikletle ilerledikçe bir sanayi bölgesinde buldum kendimi. Hafta sonu olduğu için ortalıkta kimse yoktu. İstanbul’un sadece eski semtlerini biliyordum, bu uçsuz bucaksızlık ürkütücü gelmişti. İhtiyar pastanecinin söylediği “Terk edilmiş bir ülke burası” sözünü düşünüyordum bir yandan. Tam o sırada sen aradın, telefonu cebimden çıkarmaya çalışırken bisikletin dengesi bozuldu ve karşıdan gelen bir hafriyat kamyonuyla karşı karşıya geldim. Kamyon, kulağımı sağır edecesine kornaya basarak hızla geçip gitti yanımdan. Ali Smith’in daha yeni okuduğum ‘Tez Olmak’ öyküsündeki ölümle karşılaşma ânı geldi aklıma. Gülümseyen, yakışıklı biri olarak tarif etmişti ölümü. Takım elbiseli, orta yaşlı, saçı seyrelmekte olan biri… Benimkisi neye benziyordu? Üstü başı toz içinde bir inşaat işçisi mi? Neden bilmiyorum, David Lynch’in yeni sezonunu çekmeye başladığı ‘Twin Peaks’ dizisindeki Chrysta Bell’in canlandırdığı FBI ajanı canlandı gözümde. Sonra ‘Pulp Fiction’daki Uma Thurman… Ölümü erkek olarak hayal edemiyordum. Belki de o ihtiyar pastaneciydi ölüm, soğuk limonata ikram eden biri. Sonra nedense ölümü Marguerite Duras’a benzettim. Denemelerinden birisinde, 1987’de gökyüzünden kayan bir yıldızı izlerken, o yıldızın gerçekte yüz yetmiş dört milyon önce yok olduğunu düşünerek şöyle yazmıştı: “Ölüm aynı zamanda işte o şimdiki andır, bu ânı bilemeyeceğimiz düşüncesidir.” Günümüz insanının ölümle yüzleşmekten kaçındığına dair okuduklarım mı, beni sürekli bu konuda düşünmeye teşvik ediyordu?

Durduğum yer, boş bir mağazanın önüydü, vitrindeki yansımama bakarken Ali Smith’in öyküsündeki bir cümleyi hatırladım: “Camdaki yansımama baktım ve içimde, arkamda karanlık diyar vardı. Sondu bu, gidebileceğim kadar gitmiştim.” Karanlık bir diyarda bisiklet yolculuğu… Gidebileceğim kadar gitmemiştim daha, yolculuğum yeni başlamıştı.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Temmuz 2017)

Yağmur ve ölüm

Posted: by bülent usta in
0

Şiddetli bir yağmurla uyanıp sokağa baktığımda, apartmanın önünde küçük bir nehrin aktığını gördüm, ardından yağmurun altında su basan evlere giden itfaiye araçlarını… Eskiden de yağardı yağmur böyle ve akla hemen felaket gelmezdi, ipte unutulan çamaşırlar ıslanır, böylesi bir yağmura hazırlıksız yakalananların sevinçle karışık haykırışları duyulurdu. Ağaçlar kesilip plansız bir şekilde yapılaşmaya gidildiği için… Ah, hep aynı şeyleri evirip çevirip düşünmekten, söylemekten yoruluyor insan. Reich demiş, kitleler aldatılmaz, faşizmi arzular, asıl mesele de budur. Selden faşizme… Yağmur yağarken herkes biliyor evleri, işyerlerini suların basacağını. Biliyor ve bu bir yük, görmezden gelmeleri bu yükü daha da ağırlaştırıyor.

Günümüz insanı üzerinde ne çok yük var, özellikle hiçbir şey yapmadıklarında yoruluyor olmaları, bu yükün nedenlerini gösteriyor. Bütün bunlar psikolojik olduğu kadar siyasi. Psişik yorgunluğun toplumsal yorgunlukla bir ilişkisi var. Bu kadar olaydan sonra yorulmamak doğal olmazdı zaten.

Holland’ın ‘Anti-Oedipus’ ile ilgili kitabında vardı, Freud ve Nietzsche’ye göre, modern toplum nevrotik ve hasta. Bu hastalığın kaynağında da ölümle yüzleşme yetersizliği var. 

Javier Marias ‘Yarınki Yüzün’ üçüncü cildinde, ölümle yüzleşen Tupra’nın şu sözlerine yer verir: “İster bir misyonda olsun, ister savaşta, bir uçak filosunda, bombardıman sırasında, siperlerin olduğu zamanlarda siperlerde, bir sokak saldırısında, dükkân soygununda, turistlerin rehin alınışında, depremde, patlamada, suikastta, yangında, hangi durumda olursa olsun, insan istemeyerek de olsa daima yanındakinin ölmesini tercih eder: yoldaşının, kardeşinin, babasının, hatta çocuk yaşta bile olsa çocuğunun. Sevgilinin bile, evet, insan kendisinden önce sevgilisinin ölmesini tercih eder.”

Romanda Tupra’nın sözlerini ilk okuduğum zaman, şimdi bu yazıyı okuyan çoğu kişi gibi, “Ben tercih etmem, hatta tam tersi” diyerek tepki göstermiştim. Bu benim ölümle gerçek anlamda yüzleşmemiş olmamdan mı kaynaklı diye düşünmüştüm sonra. Öyleyse, bu şekilde ölümle yüzleşmek iyi bir şey değildi? Ya da tam tersi, Tupra mı ölümle yüzleşmekten kaçınıyordu?

2014 yapımı Ruben Östlund’un ‘Turist’ filminde vardı; ailece bir kayak merkezinde öğle yemeği yiyen Tomas, turistleri eğlendirmek için düzenlenen bir çığ gösterisini ciddiye alıp, gözlüğünü ve cep telefonunu kaparak kaçıyordu, eşi ve çocuklarını umursamadan. Kaçışı izlerken Tomas’la birlikte derin bir utanç yaşadığımı hatırlıyorum ama saçma gelmemişti, peki ya utanç?

Nietzsche, yalnızca ölümü olumlayanlar yaşamı gerçekten olumlayabilir diye yazmıştı, bastırmanın, yok saymanın toplumsal araçlarına ve işlevine işaret ederek. Holland, ölümün bastırılmasının “insanları geçmişte yok olmalarına izin vermedikleri bütün olası çocukluk projelerine takıntılı bırakır, böylece onları şimdide yaşayamaz kılar ve geleceğe -huzursuz tarihsel gelişime ve sonuç olarak kapitalizmin ürettiği tüketimcilik ve teknolojizmin yararsız ilerlemesine- doğru saplantılı bir yönelime itici kuvvet verir” diye yazmıştı. Şimdide yaşayamamak, takıntı çocukluk projeleri, tüketimcilik ve teknolojizm… Hepsi birbiriyle uyumlu ve bu çağın anlam krizini besleyen şeyler ama asıl mühimi bana hayal kırıklığı gibi geliyor, çocukluk projelerine takıntılı olmanın beklentilerle ilgisi var ve ölümle yüzleşememenin yaşamaktan korkmayla… Hayatı bir rüyadaymış gibi yaşamayı istemenin nedeni de belki budur.

Yağmur, şiddetini azalttı; bir dahaki sel baskınına kadar hızla unutulacak kötü bir rüya gibi şimdi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Temmuz 2017)

Var bir umut...

Posted: by bülent usta in
0

Türkiye’de 600 binden fazla kişinin çiftçiliği bıraktığı yer almıştı gazetelerde. Köylerden kentlere göçün artması ve savaş vesilesiyle göç eden Suriyeliler, sosyolojik yapıda bir dönüşümü de peşinden getiriyor kaçınılmaz olarak. Bundan elli yıl sonra ülke nasıl olacak diye merak ediyorum. Bu soruyu Umberto Eco da soruyor, “Budalalıktan Deliliğe” adlı kitabında, torununu bekleyen hayatı düşünerek. Küresel ısınmanın sonucu olarak, torununun “ilkbahar” sözcüğünü duyduğunda ya da okulda sonbaharın ilk günlerine dair şiirler okunduğunda nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyor. Sonra da kendisinin çocukken artık var olmayan dinazorları hayal ettiği günleri hatırlıyor. İlkbaharı hayal etmekle yaşamak arasındaki fark… Bir yandan teknolojik gelişmeler hayal etmenin anlamını da değiştiriyor. Bir filmin ya da romanın derin anlamını arayıp bulma gayretinin azaldığına tanık oluyorum. Ama Umberto Eco’nun da belirttiği gibi, olup bitene bakıp kestirmeden sonuca varmak da mümkün görünmüyor. Referans noktalarının kaybolduğu, her şeyin akışkanlaştığı bir zamanda, olup biteni anlamak kolay değil.

Örneğin görünür olmak, pek çok şeyin önüne geçmiş durumda. Umberto Eco, Javier Maris’la eskiden insanların “Neler çektiğimi Tanrı bilir” diyerek kendilerini avuturlarken, günümüzde televizyona çıkıp anlık da olsa tanınır olma ya da yaşadığı her ânı sosyal medyada paylaşarak bilinir ve görünür olma arzusu üzerine akıl yürütmüş ve Tanrı’nın yokluğunun bir etken olduğu sonucuna varmışlar. İnsanların dünyada var olduklarını bilmeleri için bir tanığa ihtiyaç duymalarının acıklı bir yanı da var sanki. Belki de yazıyor olmamın nedeni de budur, duygu ve düşüncelerime tanık arayışı, tanık olmanın tanıklığa ihtiyacı.

Geçmişe duyulan özlem ve bu akışkanlığın neden olduğu kaos ve anlam krizinden kurtulma çabaları, bu aralar en çok kafa yorduğum şeyler. Umberto Eco, savaş yıllarında sığınaklarda geçen çocukluğunu özlemesinin, hatta şefkatle anmasının nedenini açıklamamış kitabında. Babamın okula giderken giydiği karton ayakkabının su alıp dağılmasını anlatışında da o şefkati ve özlemi görmüştüm. Bütün o yoksulluk, zorluk ve acılar, sanki yaşanılan o ânı değerli kılıyordu. Neydi o özlemi ve değeri yaratan şey, yaşanılanların bir anlamının ve amacının olması mı?

Umberto Eco, yetişkinlerden farklı olarak çocukların savaşı bir macera gibi gördüklerini ve bu sayede olumsuzluklardan daha az etkilendiklerini yazmış. Çocukların sahip oldukları hayal güçleri ve bir akışın içinde yaşıyor olmaları, belki de bu etkiyi yaratıyordur.

Geçmişe özlemin ya da geçmişin daha da uzaklaşmasının bir nedeni olarak Umberto Eco, eskiden günlük gazetelerin en fazla sekiz sayfa olduğunu, günümüzde ise internet sayesinde olağanüstü bir güncel bilgi akışının olduğunu ve geçmişe hayatımızda ayrılan yerin gittikçe daraldığına değiniyor. Birkaç yıl öncesi bile uzak bir geçmiş gibi hissediliyor artık. 

Randall, “Bizi Biz Yapan Hikâyeler”de, insanların benliklerini oluştururken mutlaka hikâyelere ihtiyaç duyduklarına değinir. Savaş yıllarında geçirilen çocukluğa dahi duyulan o özlemin, bu hikâye ihtiyacıyla bir ilgisi olsa gerek. Hikâyesi olmayan bir hayat, yaşanmamış bir hayat mıdır? Randall, var olma düzeyi, geçmişte “gerçekte ne olduğu” düzeyidir diyerek, aslında geçmişe duyulan özlemi de açıklamış oluyor. Yaşanan bu anlam krizinden çıkış için bizim hikâyelere ihtiyacımız var, sadece bireysel değil, toplumsal hikâyelere, tıpkı Gezi’de olduğu gibi. Gezi’ye katılan insanların yüzlerine yansıyan o mutluluğun, bir hikâyenin parçası olmakla ilgisi olduğu kesin, kendi hikâyesini yaratabilmenin…

Umberto Eco, hikâyeler yaratmak için dünyaların hayal edildiği düş evreniyle, dünyayı anlamak için hikâyelerin yaratıldığı gerçeklik evreninin birbirine yaklaşmasının öneminden bahsederken, yaşanılan anlam krizi için bir çıkış yolu da göstermiş oluyor aslında. Var bir umut, geçmiş ve gelecek arasında bağ kuran hikâyelerle…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 12 Temmuz 2017)

"Uyu ki uyan!"

Posted: by bülent usta in
0

Sözcüklerin gücü ve büyüsü, bilinen bir şey; ama bilmekle hissetmek farklı. Deniz Gezgin’in yeni çıkan romanı ‘YerKuşağı’nı okurken hissettim bunu yeniden. Önce romanın içine giremedim, çünkü roman gibi okumaya çalışmıştım. Bu başka bir şeydi, başka bir okuma talep ediyordu. Balıkçı kulübesinden denizin üzerinde uçan martıları görebiliyordum.

Bu romanı martıların gözünden okumalıydım, bildiğim, yıllarca okuya yaza biriktirdiğim her şeyi unutarak. Kolay bir şey değil unutmak, hatırlamak da kolay değil. Cümleleri bölüp parçalayarak dizgeler oluşturmak, göstergeler ve metinler arası ilişkiler kurmak değildi mesele, kendini bırakmak… Hani şu ‘anlam’ diye dayatılan köşeli ve yargılayıcı şeyin dışında, başka bir anlama kavuşmak için kendini sözcüklere bırakmak…

Oldu bitti ‘akış’ diye sayıklarım her konuda, akış yoksa olmaz bir şey. Zorla güzellik olmaz, ama akışı yakalamak da maharet ister, cesaret ister… Sözcüklerin ve yaşamın akışını, kendini sözcüklere ve yaşama bırakmadan nasıl bulabilirsin ki? Sonra, okuduğum romanı, okurken gerçekte yeniden yazıyormuş gibi hissetmeye başladım, cümleler romanda olmayan başka cümleleri, imgeler başka imgeleri çağırdı. İşte bu dedim kendi kendime, şimdi okumaya başlıyorsun, kanatlanarak…

Ne kadar zamandır okuduğumu hatırlamıyorum, güneş doğmuş ve batmış. Edebiyat zevki denilen şeyi hatırlamanın etkisiyle belki de, gerçekte uzun zamandır hayattan tat alamadığımı fark ediyorum.

Suruç’taki katliamın yaşandığı günlerdi. Adalet Ağaoğlu ile telefonda konuşuyordum. Bana, gazete yazımla ilgili “Umutsuzluk hastalığına yakalanmışsın” demişti, “çabuk kurtul ondan.” O günlerin bir sloganıydı, katliamdan yaralı kurtulan Elva’nın hastanedeki sözleri: “İyi değilim, iyi olmayacağım…” Bu sözler, “unutmayacağım, yaşanan bu acının unutulması mümkün değil” gerçeğini dile getiriyor ve acıda ortaklaşma çağrısı yapıyordu. Ben böyle anlamıştım, ama gerçekte hissettiğim derin bir umutsuzluktu, çoğu kişi gibi.

İyi olmak istesem bile, sonrasında acıların ve ölümlerin katlanarak devam etmesi, pek fazla bir seçenek bırakmamıştı. Psikolojide anhedonia diye tarif edilen, yaşama arzusunun ve zevkin kaybedildiği bir sürece girdiğimi fark ediyorum bugünlerde, kendimi okuduğum kitapların ve hayatın akışına bıraktıkça…

‘Adalet Yürüyüşü’, eğer Suruç’taki katliamın ardından yapılabilseydi, belki de umutsuzluk hastalığı böylesine yayılmazdı. Judith Butler, yas tutmanın, keder ve yas aracılığıyla acıda ortaklaşmanın insanları birer siyasal özneye dönüştürerek iyileştirdiğini söyler. Bu topraklarda olmadı bir türlü böyle bir iyileşme, izin verilmedi. Döngüsel olarak benzer acıların yaşanmasından kurtulmak mümkün olmadı bu yüzden. Anhedonia, zehirli bir sarmaşık gibi sardı her yeri. Edebiyat ve sanat, ilacı olmalı bu hastalığın, unutmanın ve hatırlamanın. Romanda vardı, “Uyu ki uyan! Uyu ki uyan!” Ne uyuyor, ne de uyanıyoruz.

Gecenin sessizliğinde deniz kenarında yürürken, romandaki Hagrin’in sözleri karışıyordu dalgaların sesine: “Oy Moy, dünya anca bir dil yarası, zamanı neyden nasıl duyuşunla alakalı.” Gökyüzüne, yıldızlara bakarken Hagrin konuşmaya devam ediyor: “Biliyor musun, bu olmadan evvel insan gündüzleri de yıldızları görür, göğün kapak olmadığını bilirdi. Sonra geceyi de zamana kattılar, yıldızlar dokunulabilir ama görülemez oldu. Gezegenler mıncıklanmış yüzeyleriyle nasıl da soluk ha, bir hayat izi uğruna. Bunlar hayatı içli dışlı bir şey sanıyor Moy, sahip olunacak bir şey, bu yüzden ölüleri de hayatını yitiriyor.”

Akışın içinde olduğun zaman, acı bile değişiyor, acıdan korkan nasıl hayattan zevk alsın… Yaklaşıyor yağmur bulutları…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 5 Temmuz 2017)

Küçük bulutlar

Posted: by bülent usta in
0

Bayramda çocukluğumun geçtiği yerdeydim. Çocukluğuma dair her şeyin hem uzak, hem çok yakın olmasının verdiği his... Çocukluğumu hatırlamamın bayramla da bir ilgisi olduğu kesin. Çocukken çeteydik, şeker çetesi… Hangi evden şeker ya da harçlık alacağımızı bilir, ona göre plan yapar, sokakları bölüşürdük. Şimdi öyle ev ev dolaşan çocuklar yok. Büyüdü, kentleşti çünkü buraları. Yüksek apartmanlar çoğaldıkça insanlar yalnızlaştı.

Sokaklarda dolaşırken, yükselen apartmanların ve yalnızlaşmanın, dünyayı güçten düşüren atalete neden olduğunu düşündüm. Çocukken ne kadar kolaydı bir şeyleri değiştirmek, akışın içindeyken.

Bu aralar aklıma Bataille’ın ‘metafizik ayaklanma’sı geliyor, ‘tarihsel ayaklanma’ fikrine karşı geliştirdiği. Gençliğimde Besnier’in ‘İmkânsızın Politikası’ kitabını sürekli yanımda taşırdım, ‘Gençler İçin Hayat Bilgisi’ kitabı gibi. Belki de çocukluktaki o akışa uygun fikirler bulduğum için bu kitaplar benim için değerliydi. Yeni fikirler, çocukken bayramda topladığım şekerlerin verdiği hisse benziyordu. Şekerler kalıcı olmaz, uzun süre onları saklayamazsın, en doğru anda o rengârenk ambalajlarından çıkarıp yemen gerekir. Fikir dediğin şey, öncelikle zevk ve enerji vermeli, seni ataletten kurtaracak, olaylara başka türlü bakmanı sağlayarak harekete geçirecek bir tür tılsım etkisi… Eğer öyle bir etkisi olmayacaksa, okumanın ve yazmanın anlamı ne?

Besnier, Bataille için şöyle yazmıştı: “Ona göre, bireyleri ve toplumları harekete geçiren güçler, anlamın ötesinde varlıklarını sürdürürler. Bu nedenle, ‘duyumsamaların şiddeti’ni artıran, vücudu gerginleştiren ve iradeyi tahrik eden her şey, onur kırıcı politikaların hâkim kıldıkları düzeni yıkmaya yönelik yararlı erdeme sahiptir.”

“Her şey” diye yazmış Besnier, duyumsamaların şiddetini arttıran her şey…

Hava sıcak, çok sıcak… Denizin üzerinde küçük bir bulut gözüme çarpıyor, tek başına kalmış koca gökyüzünde. Bir akışın içinde belli bir yöne doğru gidiyor. İnatçı bir bulut olmasa dağılır yok olurdu. İşte bu çocukça bir düşünce. Kendimi bulutla özdeşleştirmenin keyfi. Sonra ileriden daha büyük bir bulut yaklaşıyor ve birbirlerine karışmadan kavuşuyorlar. Artık onları dağıtacak daha güçlü bir rüzgâr lazım. Gazetede ‘Adalet Yürüyüşü’ ile ilgili haberlere takılıyor gözüm, tıpkı o küçük bulut gibi, daha büyük bulutlara doğru yol alıyor, dağılmadan, kararlılıkla.

Dağılmamak ve kararlılık, Bataille için varoluşu trajediyle birleştirmekle, lanetlenen bütün taraflara sahip çıkarak bütünsel bir insanlığın derdine düşmekle, insanlığın yüceliklerine olduğu kadar güçsüzlüklerine de maruz kalmayı göze almakla ilgilidir.

Nuriye ve Semih de birer bulutlar; kararlı duruşları, ödedikleri bedel, Bataille’ın ‘metafizik ayaklanma’ fikriyle açıklanabilir belki. Uç bir durumda deniyorlar kendilerini ve yaşama değerlerini sorgulatıyorlar. Sadece kendileri için bir devlet ve ülke isteyenlerin, adalet ve hukuk anlayışlarındaki yıkıcı şiddet, dağılmış bütün küçük bulutları birleştiriyor yavaş yavaş. 

Sessizliğin yanıltıcılığını bilmeyenler, Claude Lefort’un dediği gibi, devrimci olgudan habersizdirler.

Gökyüzünde toplanan küçük bulutlarla birlikte rüzgâr da şiddetini artırıyor. Çocukluğumu hatırlıyorum, sahil kasabasında. İmkânsız diye bir şey yoktu çocukken. İnsanı çaresiz hissettiren bozulmaz bir nedensellik zincirinden haberdar değildir çocuklar. Zincirler kopabilir, bulutlar dağılıp yeniden birleşebilir. Yeter ki oyun oynama hazzıyla, şeker toplar gibi fikirler toplayabilelim ve torbalarımızdakini bir kuytulukta paylaşabilelim. 

Bayramları bayram yapan, kutsallığı değil neşesidir, birlikte olmanın verdiği umuttur, geniş sofraların paylaşılan hürlüğü…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Haziran 2017)