Rüzgârlı sorular

Posted: 6 Ağustos 2017 Pazar by bülent usta in
0

İhtiyar balıkçı Macit Amca’yla denize açıldığımızda rüzgâr şiddetini artırmıştı. Geçenlerde olanları düşünüp tedirgin olsam da Macit Amca’nın hava ve deniz bilgisine güveniyordum. Bir koyun açıklarında tonoz atıp oltalarımızı hazırlarken, “Sende bir değişiklik var” dedi, “eskisi kadar siyasetten söz açmıyorsun.” Bunu sitem eder gibi söylemişti biraz, aslında benim de kendime sık sık sorduğum bir soruydu, gündelik siyasette olup bitenlere dikkatimi veremiyordum. “Haklısın” dedim, “En son Cumhuriyet gazetesi davasını yakından takip etmeye çalıştım. Ahmet Şık’ın o tarihî savunması heyecanlandırmıştı; ama müftülere resmî nikâh kıyma yetkisi gibi durumların taktik çıkışlar olduğu ve ne söylenirse söylensin iktidara yaradığı çok belli; çünkü ciddi bir meşruiyet ve motivasyon krizi içindeler ve ancak bu sayede nefes alıyorlar. Gerçekte karşı karşıya kalınan sorunlarla nasıl mücadele edeceklerine dair bir fikir ya da planları yok. Bir öyle bir böyle, yeter ki vakit kazanılsın. Bu arada o kadar çok acı ve haksızlık birikti ki…” Macit Amca gülümseyerek baktı, “Değişmemişsin” dedi.

İçinde olduğumuz kayık, dalgaların şiddetiyle ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Macit Amca, başını gökyüzüne çevirip üzerimizden geçen bulutları izledi bir süre ve “Geçer birazdan” dedi. Dediği gibi de oldu ve rüzgâr dindi. “Rüzgârla nasıl konuşulacağını öğretmedin bana” dedim. Macit Amca, o gür kahkahalarından birisini atıp, “Öğretilmez ki böyle şeyler, izlemeyi bileceksin, daha önceki fırtınaların nasıl koptuğunu hatırlayacaksın. Siyaset ve toplumsal olaylar da doğa olayları gibi, işaretleri var; ama ne yazık ki herkes görmek istediğini görme telaşı içinde, gerçekte olanı değil.”

Birkaç gündür, ‘Cogito’ dergisinin ‘Yaralanabilirlik’ sayısındaki yazılar üzerine düşünüyordum; özellikle Todd May’in yazısı ve Judith Butler’la yapılan söyleşiyi. Macit Amca’nın fikrini almak istedim okuduklarımla ilgili. “Macit Amca, şayet varlığın geçmişteki çok büyük bir acıyla ilişkili olsa, binlerce kişi öldüğü için sen doğmuş olsan… Mesela soykırım olmasaydı, annenle baban tanışamayacak ve sen dünyaya gelemeyecektin. Soykırımın olmamasını, var olmamaya tercih eder miydin?” Macit Amca, soruma şaşırdı, “Bu nasıl bir soru evlat” dedi, “Elbette var olmamayı tercih ederdim.” Todd May’den ve yazısından ona bahsettim ve diğer soruyu sordum: “Eğer geçmişteki dehşetleri önlemek adına varlığımızı feda etmeyi göze alıyorsak, şimdi ve gelecekte kendimizi ne için feda etmeye razı oluruz?” Todd May’e göre, geçmişle ilişkimiz gelecekle ilişkimizden ayrı değil, “Biri hakkında soru sorarken, diğeri üzerine yanıtlar öneririz.”

Macit Amca, düşündü durdu bir süre. “Geçmişle gelecek, birbirinden ayrı olmasa da aynı şeyler değil” dedi ve sustu. Söylediği mantıklı gelmişti. Geçmişi sonuçlarıyla bilebiliyorduk, ama şimdi ve gelecek bütün o belirsizliğiyle oyalayıcıydı. Belki de bu belirsizliği istiyorduk, umudun devam edebilmesi için bazı şeylerden emin olunmaması gerekmez miydi? Hani şu, büyük yazar olma hayali kurup kötü bir şey yazma ihtimalini düşünerek yazmayanlar gibi. Yazmadığı sürece, büyük yazar olma iddiasını sürdürebilir. Aynı şey, yaşama korkusu için de geçerli, yaşamadığın sürece ölmezsin; ama yaşıyorsundur ve öleceksin.

Todd May, ‘yaralanabilirlik’ ve ‘olumlama’ meselelerini ele alıyor yazısında. Bir futbol takımında sakatlanan bir oyuncunun yerine girip yıldızı parlayanlar, o sakatlanmayı esefle karşılayabilirler mi? Todd May, “Kişi olumladığı şeylerden bağımsız iyi bir geçmiş dileyemez” diyerek, geçmişi her şeyiyle onaylamak zorunda kalmanın açmazlarını, Wallace’ın ortaya attığı fikirler üzerinden tartışıyor. Wallace, bu açmazdan çıkmanın üç yolu olduğunu öne sürüyor: İnkâr, çekilme ve tövbe. Wallace’a göre bu üç strateji de işe yaramaz; Todd May ise ‘tövbe’ stratejisinin yine de işe yarayabileceğini öne sürüyor, yani insanın sahip olduğu ayrıcalıkları, o ayrıcalıkların altını oymak için kullanmasının dönüşüme neden olacağını...

Gökyüzüne bakıp, Macit Amca gibi rüzgârla konuşmayı denedim, bulutların hızına ve yönüne baktım, havayı kokladım, martıları izledim. Macit Amca, ne yapmaya çalıştığımı anlayıp kahkahayı bastı, “İnsan kendini dinlemeyi öğrenmeden, rüzgârın söylediklerini duyamaz evlat” dedi. “Çok bilmiş ihtiyar” diye söylendim kendi kendime gülümseyerek. Bulutlar, hızla üzerimizden geçiyordu.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 2 Ağustos 2017)

Bisiklet ve limonata

Posted: by bülent usta in
0

Bisikletimle Bostancı sahilinden şehrin içlerine doğru direksiyonumu kırdığımda bir planım yoktu. Bir süredir başıboş biriydim, aylaklık iyi gelmişti, yetiştirecek bir işim yoktu. Otoyol öfkeli bir yerdi, sürücülerde tahammül hiç yoktu. Araçlar ne kadar çoğalıyorsa öfke de büyüyordu. Sahile dönmem akıllıca olurdu ama bendeki akıl geri dönmeme yetmedi, bastım pedallara...

Neresi tam bilmiyorum, gökdelenlerin olduğu bir yokuştaydım, hava çok sıcaktı ve küçük bir bahçesi olan pastane gördüm, mola verip bir bardak limonata içebilirdim. Pastanede benden başka hiç müşteri yoktu, ihtiyar bir adam tezgâhın arkasında bir şeylerle uğraşıyordu. Yoldan vızır vızır otomobiller geçiyordu. Kimsenin uğradığı, uğrayabileceği bir yer değildi sanki, yüz yıl evvel de buradaymış da gökdelenlerin arasında unutulmuş gibiydi. İhtiyar adam, tek müşteri olmama rağmen varlığımı umursamamıştı. Limonata istediğimi söyleyince, yüzünde yorgun bir gülümsemeyle koca bir bardağa buz gibi limonatayı doldurup getirdi. Sohbet başlatma amacıyla, “Hava çok sıcak” dedim, gülümsemekle yetindi sadece, konuşmaya niyeti yoktu. “İşler nasıl?” diye sordum bu defa. “Terk edilmiş bir ülke burası” demekle yetindi. Ne demek istemişti “terk edilmiş” diyerek? Kendisine de limonata doldurup karşıma oturunca anlattı: “Karşılıklı bir korku var. İktidar giderse başlarına geleceklerden korkanlarla, iktidardan korkanlar. Bir de sadece ekmeğinin peşinde olanların korkusu var ki, onlar belirleyecek gidişatı.” Gökdelenleri göstererek, “Ama bunları ne yapacağız bilmiyorum” dedi. Pastanenin bahçesinden yükselen gökdelenlere bakıp sustuk bir süre. Sanki ilk defa gökdelen görüyormuş gibi uzun uzun inceledik, şehri işgal etmiş devasa uzaylı gemilerine benziyorlardı.

Limonatımı bitirip kalktım, cebimde para bulamadım, “Sonra verirsin” dedi. İkimiz de biliyorduk aslında, bir daha buraya gelmemin pek mümkün olmadığını. Ben de çantamdaki Ali Smith’in öykü kitabını uzattım, “Okursun belki, sonra alırım” dedim.

Gökdelenlerin arasında ilerlerken, gözüm sürekli yukarılardaydı, bir hayat belirtisi aradım, yoktu, tuhaf, şekilsiz bir yalnızlık hissi veriyordu binalara çarpan rüzgârın uğultusu. Bisikletle ilerledikçe bir sanayi bölgesinde buldum kendimi. Hafta sonu olduğu için ortalıkta kimse yoktu. İstanbul’un sadece eski semtlerini biliyordum, bu uçsuz bucaksızlık ürkütücü gelmişti. İhtiyar pastanecinin söylediği “Terk edilmiş bir ülke burası” sözünü düşünüyordum bir yandan. Tam o sırada sen aradın, telefonu cebimden çıkarmaya çalışırken bisikletin dengesi bozuldu ve karşıdan gelen bir hafriyat kamyonuyla karşı karşıya geldim. Kamyon, kulağımı sağır edecesine kornaya basarak hızla geçip gitti yanımdan. Ali Smith’in daha yeni okuduğum ‘Tez Olmak’ öyküsündeki ölümle karşılaşma ânı geldi aklıma. Gülümseyen, yakışıklı biri olarak tarif etmişti ölümü. Takım elbiseli, orta yaşlı, saçı seyrelmekte olan biri… Benimkisi neye benziyordu? Üstü başı toz içinde bir inşaat işçisi mi? Neden bilmiyorum, David Lynch’in yeni sezonunu çekmeye başladığı ‘Twin Peaks’ dizisindeki Chrysta Bell’in canlandırdığı FBI ajanı canlandı gözümde. Sonra ‘Pulp Fiction’daki Uma Thurman… Ölümü erkek olarak hayal edemiyordum. Belki de o ihtiyar pastaneciydi ölüm, soğuk limonata ikram eden biri. Sonra nedense ölümü Marguerite Duras’a benzettim. Denemelerinden birisinde, 1987’de gökyüzünden kayan bir yıldızı izlerken, o yıldızın gerçekte yüz yetmiş dört milyon önce yok olduğunu düşünerek şöyle yazmıştı: “Ölüm aynı zamanda işte o şimdiki andır, bu ânı bilemeyeceğimiz düşüncesidir.” Günümüz insanının ölümle yüzleşmekten kaçındığına dair okuduklarım mı, beni sürekli bu konuda düşünmeye teşvik ediyordu?

Durduğum yer, boş bir mağazanın önüydü, vitrindeki yansımama bakarken Ali Smith’in öyküsündeki bir cümleyi hatırladım: “Camdaki yansımama baktım ve içimde, arkamda karanlık diyar vardı. Sondu bu, gidebileceğim kadar gitmiştim.” Karanlık bir diyarda bisiklet yolculuğu… Gidebileceğim kadar gitmemiştim daha, yolculuğum yeni başlamıştı.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 26 Temmuz 2017)

Yağmur ve ölüm

Posted: by bülent usta in
0

Şiddetli bir yağmurla uyanıp sokağa baktığımda, apartmanın önünde küçük bir nehrin aktığını gördüm, ardından yağmurun altında su basan evlere giden itfaiye araçlarını… Eskiden de yağardı yağmur böyle ve akla hemen felaket gelmezdi, ipte unutulan çamaşırlar ıslanır, böylesi bir yağmura hazırlıksız yakalananların sevinçle karışık haykırışları duyulurdu. Ağaçlar kesilip plansız bir şekilde yapılaşmaya gidildiği için… Ah, hep aynı şeyleri evirip çevirip düşünmekten, söylemekten yoruluyor insan. Reich demiş, kitleler aldatılmaz, faşizmi arzular, asıl mesele de budur. Selden faşizme… Yağmur yağarken herkes biliyor evleri, işyerlerini suların basacağını. Biliyor ve bu bir yük, görmezden gelmeleri bu yükü daha da ağırlaştırıyor.

Günümüz insanı üzerinde ne çok yük var, özellikle hiçbir şey yapmadıklarında yoruluyor olmaları, bu yükün nedenlerini gösteriyor. Bütün bunlar psikolojik olduğu kadar siyasi. Psişik yorgunluğun toplumsal yorgunlukla bir ilişkisi var. Bu kadar olaydan sonra yorulmamak doğal olmazdı zaten.

Holland’ın ‘Anti-Oedipus’ ile ilgili kitabında vardı, Freud ve Nietzsche’ye göre, modern toplum nevrotik ve hasta. Bu hastalığın kaynağında da ölümle yüzleşme yetersizliği var. 

Javier Marias ‘Yarınki Yüzün’ üçüncü cildinde, ölümle yüzleşen Tupra’nın şu sözlerine yer verir: “İster bir misyonda olsun, ister savaşta, bir uçak filosunda, bombardıman sırasında, siperlerin olduğu zamanlarda siperlerde, bir sokak saldırısında, dükkân soygununda, turistlerin rehin alınışında, depremde, patlamada, suikastta, yangında, hangi durumda olursa olsun, insan istemeyerek de olsa daima yanındakinin ölmesini tercih eder: yoldaşının, kardeşinin, babasının, hatta çocuk yaşta bile olsa çocuğunun. Sevgilinin bile, evet, insan kendisinden önce sevgilisinin ölmesini tercih eder.”

Romanda Tupra’nın sözlerini ilk okuduğum zaman, şimdi bu yazıyı okuyan çoğu kişi gibi, “Ben tercih etmem, hatta tam tersi” diyerek tepki göstermiştim. Bu benim ölümle gerçek anlamda yüzleşmemiş olmamdan mı kaynaklı diye düşünmüştüm sonra. Öyleyse, bu şekilde ölümle yüzleşmek iyi bir şey değildi? Ya da tam tersi, Tupra mı ölümle yüzleşmekten kaçınıyordu?

2014 yapımı Ruben Östlund’un ‘Turist’ filminde vardı; ailece bir kayak merkezinde öğle yemeği yiyen Tomas, turistleri eğlendirmek için düzenlenen bir çığ gösterisini ciddiye alıp, gözlüğünü ve cep telefonunu kaparak kaçıyordu, eşi ve çocuklarını umursamadan. Kaçışı izlerken Tomas’la birlikte derin bir utanç yaşadığımı hatırlıyorum ama saçma gelmemişti, peki ya utanç?

Nietzsche, yalnızca ölümü olumlayanlar yaşamı gerçekten olumlayabilir diye yazmıştı, bastırmanın, yok saymanın toplumsal araçlarına ve işlevine işaret ederek. Holland, ölümün bastırılmasının “insanları geçmişte yok olmalarına izin vermedikleri bütün olası çocukluk projelerine takıntılı bırakır, böylece onları şimdide yaşayamaz kılar ve geleceğe -huzursuz tarihsel gelişime ve sonuç olarak kapitalizmin ürettiği tüketimcilik ve teknolojizmin yararsız ilerlemesine- doğru saplantılı bir yönelime itici kuvvet verir” diye yazmıştı. Şimdide yaşayamamak, takıntı çocukluk projeleri, tüketimcilik ve teknolojizm… Hepsi birbiriyle uyumlu ve bu çağın anlam krizini besleyen şeyler ama asıl mühimi bana hayal kırıklığı gibi geliyor, çocukluk projelerine takıntılı olmanın beklentilerle ilgisi var ve ölümle yüzleşememenin yaşamaktan korkmayla… Hayatı bir rüyadaymış gibi yaşamayı istemenin nedeni de belki budur.

Yağmur, şiddetini azalttı; bir dahaki sel baskınına kadar hızla unutulacak kötü bir rüya gibi şimdi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 19 Temmuz 2017)

Var bir umut...

Posted: by bülent usta in
0

Türkiye’de 600 binden fazla kişinin çiftçiliği bıraktığı yer almıştı gazetelerde. Köylerden kentlere göçün artması ve savaş vesilesiyle göç eden Suriyeliler, sosyolojik yapıda bir dönüşümü de peşinden getiriyor kaçınılmaz olarak. Bundan elli yıl sonra ülke nasıl olacak diye merak ediyorum. Bu soruyu Umberto Eco da soruyor, “Budalalıktan Deliliğe” adlı kitabında, torununu bekleyen hayatı düşünerek. Küresel ısınmanın sonucu olarak, torununun “ilkbahar” sözcüğünü duyduğunda ya da okulda sonbaharın ilk günlerine dair şiirler okunduğunda nasıl bir tepki göstereceğini merak ediyor. Sonra da kendisinin çocukken artık var olmayan dinazorları hayal ettiği günleri hatırlıyor. İlkbaharı hayal etmekle yaşamak arasındaki fark… Bir yandan teknolojik gelişmeler hayal etmenin anlamını da değiştiriyor. Bir filmin ya da romanın derin anlamını arayıp bulma gayretinin azaldığına tanık oluyorum. Ama Umberto Eco’nun da belirttiği gibi, olup bitene bakıp kestirmeden sonuca varmak da mümkün görünmüyor. Referans noktalarının kaybolduğu, her şeyin akışkanlaştığı bir zamanda, olup biteni anlamak kolay değil.

Örneğin görünür olmak, pek çok şeyin önüne geçmiş durumda. Umberto Eco, Javier Maris’la eskiden insanların “Neler çektiğimi Tanrı bilir” diyerek kendilerini avuturlarken, günümüzde televizyona çıkıp anlık da olsa tanınır olma ya da yaşadığı her ânı sosyal medyada paylaşarak bilinir ve görünür olma arzusu üzerine akıl yürütmüş ve Tanrı’nın yokluğunun bir etken olduğu sonucuna varmışlar. İnsanların dünyada var olduklarını bilmeleri için bir tanığa ihtiyaç duymalarının acıklı bir yanı da var sanki. Belki de yazıyor olmamın nedeni de budur, duygu ve düşüncelerime tanık arayışı, tanık olmanın tanıklığa ihtiyacı.

Geçmişe duyulan özlem ve bu akışkanlığın neden olduğu kaos ve anlam krizinden kurtulma çabaları, bu aralar en çok kafa yorduğum şeyler. Umberto Eco, savaş yıllarında sığınaklarda geçen çocukluğunu özlemesinin, hatta şefkatle anmasının nedenini açıklamamış kitabında. Babamın okula giderken giydiği karton ayakkabının su alıp dağılmasını anlatışında da o şefkati ve özlemi görmüştüm. Bütün o yoksulluk, zorluk ve acılar, sanki yaşanılan o ânı değerli kılıyordu. Neydi o özlemi ve değeri yaratan şey, yaşanılanların bir anlamının ve amacının olması mı?

Umberto Eco, yetişkinlerden farklı olarak çocukların savaşı bir macera gibi gördüklerini ve bu sayede olumsuzluklardan daha az etkilendiklerini yazmış. Çocukların sahip oldukları hayal güçleri ve bir akışın içinde yaşıyor olmaları, belki de bu etkiyi yaratıyordur.

Geçmişe özlemin ya da geçmişin daha da uzaklaşmasının bir nedeni olarak Umberto Eco, eskiden günlük gazetelerin en fazla sekiz sayfa olduğunu, günümüzde ise internet sayesinde olağanüstü bir güncel bilgi akışının olduğunu ve geçmişe hayatımızda ayrılan yerin gittikçe daraldığına değiniyor. Birkaç yıl öncesi bile uzak bir geçmiş gibi hissediliyor artık. 

Randall, “Bizi Biz Yapan Hikâyeler”de, insanların benliklerini oluştururken mutlaka hikâyelere ihtiyaç duyduklarına değinir. Savaş yıllarında geçirilen çocukluğa dahi duyulan o özlemin, bu hikâye ihtiyacıyla bir ilgisi olsa gerek. Hikâyesi olmayan bir hayat, yaşanmamış bir hayat mıdır? Randall, var olma düzeyi, geçmişte “gerçekte ne olduğu” düzeyidir diyerek, aslında geçmişe duyulan özlemi de açıklamış oluyor. Yaşanan bu anlam krizinden çıkış için bizim hikâyelere ihtiyacımız var, sadece bireysel değil, toplumsal hikâyelere, tıpkı Gezi’de olduğu gibi. Gezi’ye katılan insanların yüzlerine yansıyan o mutluluğun, bir hikâyenin parçası olmakla ilgisi olduğu kesin, kendi hikâyesini yaratabilmenin…

Umberto Eco, hikâyeler yaratmak için dünyaların hayal edildiği düş evreniyle, dünyayı anlamak için hikâyelerin yaratıldığı gerçeklik evreninin birbirine yaklaşmasının öneminden bahsederken, yaşanılan anlam krizi için bir çıkış yolu da göstermiş oluyor aslında. Var bir umut, geçmiş ve gelecek arasında bağ kuran hikâyelerle…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 12 Temmuz 2017)

"Uyu ki uyan!"

Posted: by bülent usta in
0

Sözcüklerin gücü ve büyüsü, bilinen bir şey; ama bilmekle hissetmek farklı. Deniz Gezgin’in yeni çıkan romanı ‘YerKuşağı’nı okurken hissettim bunu yeniden. Önce romanın içine giremedim, çünkü roman gibi okumaya çalışmıştım. Bu başka bir şeydi, başka bir okuma talep ediyordu. Balıkçı kulübesinden denizin üzerinde uçan martıları görebiliyordum.

Bu romanı martıların gözünden okumalıydım, bildiğim, yıllarca okuya yaza biriktirdiğim her şeyi unutarak. Kolay bir şey değil unutmak, hatırlamak da kolay değil. Cümleleri bölüp parçalayarak dizgeler oluşturmak, göstergeler ve metinler arası ilişkiler kurmak değildi mesele, kendini bırakmak… Hani şu ‘anlam’ diye dayatılan köşeli ve yargılayıcı şeyin dışında, başka bir anlama kavuşmak için kendini sözcüklere bırakmak…

Oldu bitti ‘akış’ diye sayıklarım her konuda, akış yoksa olmaz bir şey. Zorla güzellik olmaz, ama akışı yakalamak da maharet ister, cesaret ister… Sözcüklerin ve yaşamın akışını, kendini sözcüklere ve yaşama bırakmadan nasıl bulabilirsin ki? Sonra, okuduğum romanı, okurken gerçekte yeniden yazıyormuş gibi hissetmeye başladım, cümleler romanda olmayan başka cümleleri, imgeler başka imgeleri çağırdı. İşte bu dedim kendi kendime, şimdi okumaya başlıyorsun, kanatlanarak…

Ne kadar zamandır okuduğumu hatırlamıyorum, güneş doğmuş ve batmış. Edebiyat zevki denilen şeyi hatırlamanın etkisiyle belki de, gerçekte uzun zamandır hayattan tat alamadığımı fark ediyorum.

Suruç’taki katliamın yaşandığı günlerdi. Adalet Ağaoğlu ile telefonda konuşuyordum. Bana, gazete yazımla ilgili “Umutsuzluk hastalığına yakalanmışsın” demişti, “çabuk kurtul ondan.” O günlerin bir sloganıydı, katliamdan yaralı kurtulan Elva’nın hastanedeki sözleri: “İyi değilim, iyi olmayacağım…” Bu sözler, “unutmayacağım, yaşanan bu acının unutulması mümkün değil” gerçeğini dile getiriyor ve acıda ortaklaşma çağrısı yapıyordu. Ben böyle anlamıştım, ama gerçekte hissettiğim derin bir umutsuzluktu, çoğu kişi gibi.

İyi olmak istesem bile, sonrasında acıların ve ölümlerin katlanarak devam etmesi, pek fazla bir seçenek bırakmamıştı. Psikolojide anhedonia diye tarif edilen, yaşama arzusunun ve zevkin kaybedildiği bir sürece girdiğimi fark ediyorum bugünlerde, kendimi okuduğum kitapların ve hayatın akışına bıraktıkça…

‘Adalet Yürüyüşü’, eğer Suruç’taki katliamın ardından yapılabilseydi, belki de umutsuzluk hastalığı böylesine yayılmazdı. Judith Butler, yas tutmanın, keder ve yas aracılığıyla acıda ortaklaşmanın insanları birer siyasal özneye dönüştürerek iyileştirdiğini söyler. Bu topraklarda olmadı bir türlü böyle bir iyileşme, izin verilmedi. Döngüsel olarak benzer acıların yaşanmasından kurtulmak mümkün olmadı bu yüzden. Anhedonia, zehirli bir sarmaşık gibi sardı her yeri. Edebiyat ve sanat, ilacı olmalı bu hastalığın, unutmanın ve hatırlamanın. Romanda vardı, “Uyu ki uyan! Uyu ki uyan!” Ne uyuyor, ne de uyanıyoruz.

Gecenin sessizliğinde deniz kenarında yürürken, romandaki Hagrin’in sözleri karışıyordu dalgaların sesine: “Oy Moy, dünya anca bir dil yarası, zamanı neyden nasıl duyuşunla alakalı.” Gökyüzüne, yıldızlara bakarken Hagrin konuşmaya devam ediyor: “Biliyor musun, bu olmadan evvel insan gündüzleri de yıldızları görür, göğün kapak olmadığını bilirdi. Sonra geceyi de zamana kattılar, yıldızlar dokunulabilir ama görülemez oldu. Gezegenler mıncıklanmış yüzeyleriyle nasıl da soluk ha, bir hayat izi uğruna. Bunlar hayatı içli dışlı bir şey sanıyor Moy, sahip olunacak bir şey, bu yüzden ölüleri de hayatını yitiriyor.”

Akışın içinde olduğun zaman, acı bile değişiyor, acıdan korkan nasıl hayattan zevk alsın… Yaklaşıyor yağmur bulutları…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 5 Temmuz 2017)

Küçük bulutlar

Posted: by bülent usta in
0

Bayramda çocukluğumun geçtiği yerdeydim. Çocukluğuma dair her şeyin hem uzak, hem çok yakın olmasının verdiği his... Çocukluğumu hatırlamamın bayramla da bir ilgisi olduğu kesin. Çocukken çeteydik, şeker çetesi… Hangi evden şeker ya da harçlık alacağımızı bilir, ona göre plan yapar, sokakları bölüşürdük. Şimdi öyle ev ev dolaşan çocuklar yok. Büyüdü, kentleşti çünkü buraları. Yüksek apartmanlar çoğaldıkça insanlar yalnızlaştı.

Sokaklarda dolaşırken, yükselen apartmanların ve yalnızlaşmanın, dünyayı güçten düşüren atalete neden olduğunu düşündüm. Çocukken ne kadar kolaydı bir şeyleri değiştirmek, akışın içindeyken.

Bu aralar aklıma Bataille’ın ‘metafizik ayaklanma’sı geliyor, ‘tarihsel ayaklanma’ fikrine karşı geliştirdiği. Gençliğimde Besnier’in ‘İmkânsızın Politikası’ kitabını sürekli yanımda taşırdım, ‘Gençler İçin Hayat Bilgisi’ kitabı gibi. Belki de çocukluktaki o akışa uygun fikirler bulduğum için bu kitaplar benim için değerliydi. Yeni fikirler, çocukken bayramda topladığım şekerlerin verdiği hisse benziyordu. Şekerler kalıcı olmaz, uzun süre onları saklayamazsın, en doğru anda o rengârenk ambalajlarından çıkarıp yemen gerekir. Fikir dediğin şey, öncelikle zevk ve enerji vermeli, seni ataletten kurtaracak, olaylara başka türlü bakmanı sağlayarak harekete geçirecek bir tür tılsım etkisi… Eğer öyle bir etkisi olmayacaksa, okumanın ve yazmanın anlamı ne?

Besnier, Bataille için şöyle yazmıştı: “Ona göre, bireyleri ve toplumları harekete geçiren güçler, anlamın ötesinde varlıklarını sürdürürler. Bu nedenle, ‘duyumsamaların şiddeti’ni artıran, vücudu gerginleştiren ve iradeyi tahrik eden her şey, onur kırıcı politikaların hâkim kıldıkları düzeni yıkmaya yönelik yararlı erdeme sahiptir.”

“Her şey” diye yazmış Besnier, duyumsamaların şiddetini arttıran her şey…

Hava sıcak, çok sıcak… Denizin üzerinde küçük bir bulut gözüme çarpıyor, tek başına kalmış koca gökyüzünde. Bir akışın içinde belli bir yöne doğru gidiyor. İnatçı bir bulut olmasa dağılır yok olurdu. İşte bu çocukça bir düşünce. Kendimi bulutla özdeşleştirmenin keyfi. Sonra ileriden daha büyük bir bulut yaklaşıyor ve birbirlerine karışmadan kavuşuyorlar. Artık onları dağıtacak daha güçlü bir rüzgâr lazım. Gazetede ‘Adalet Yürüyüşü’ ile ilgili haberlere takılıyor gözüm, tıpkı o küçük bulut gibi, daha büyük bulutlara doğru yol alıyor, dağılmadan, kararlılıkla.

Dağılmamak ve kararlılık, Bataille için varoluşu trajediyle birleştirmekle, lanetlenen bütün taraflara sahip çıkarak bütünsel bir insanlığın derdine düşmekle, insanlığın yüceliklerine olduğu kadar güçsüzlüklerine de maruz kalmayı göze almakla ilgilidir.

Nuriye ve Semih de birer bulutlar; kararlı duruşları, ödedikleri bedel, Bataille’ın ‘metafizik ayaklanma’ fikriyle açıklanabilir belki. Uç bir durumda deniyorlar kendilerini ve yaşama değerlerini sorgulatıyorlar. Sadece kendileri için bir devlet ve ülke isteyenlerin, adalet ve hukuk anlayışlarındaki yıkıcı şiddet, dağılmış bütün küçük bulutları birleştiriyor yavaş yavaş. 

Sessizliğin yanıltıcılığını bilmeyenler, Claude Lefort’un dediği gibi, devrimci olgudan habersizdirler.

Gökyüzünde toplanan küçük bulutlarla birlikte rüzgâr da şiddetini artırıyor. Çocukluğumu hatırlıyorum, sahil kasabasında. İmkânsız diye bir şey yoktu çocukken. İnsanı çaresiz hissettiren bozulmaz bir nedensellik zincirinden haberdar değildir çocuklar. Zincirler kopabilir, bulutlar dağılıp yeniden birleşebilir. Yeter ki oyun oynama hazzıyla, şeker toplar gibi fikirler toplayabilelim ve torbalarımızdakini bir kuytulukta paylaşabilelim. 

Bayramları bayram yapan, kutsallığı değil neşesidir, birlikte olmanın verdiği umuttur, geniş sofraların paylaşılan hürlüğü…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Haziran 2017)

Çelik kalp

Posted: by bülent usta in
0

İstanbul dökülüyor, imgesel ve gerçek… Dökülen bu şehirde bir süre sonra kimsenin hatırası kalmayacak. İşte bu bir felaket!

“Ah işte şurada bir pastane vardı, ilk aşkımla orada buluşurduk. İlk defa profiterolü orada yemiştim, ismini aklımda tutmak için sürekli içimden tekrarlamıştım. Sipariş almak için garson gelince heyecanlanıp prolifetör gibi saçma bir sözcük çıkardı ağzımdan. Gülerdik, garson da gülerdi.”

“Beyoğlu Sineması’nın kafesinde oturup çayımızı yudumlayarak romanlardan konuşurduk.” Neden filmlerden değil de romanlardan? “Romanlardan konuşamayan filmlerden konuşamaz, sadece şu oyuncu güzel, şu sahne müthiş der, o kadar. Bütün iyi yönetmenler, iyi birer roman okurudurlar. Romanlardan konuşmak için de topluma ve insana dair bir fikrin olması gerekir.” Sanırım her şey için geçerli bir koşul bu. “Hafızası olmayanın fikri nasıl olsun?”

“İlk filtreli kahve içtiğim yer şurasıydı, liseye yeni başlamıştım, şimdi cep telefonu satan bir dükkân.”

“Beşiktaş’ta ve Kadıköy’de hasır diye bilinen çay ocakları vardı, oralarda toplanırdık.” Bunun sonu yok, hatırlamanın ve yazıklanmanın. Neden hep yediğin içtiğin yerleri hatırlıyorsun?

“Şimdi AVM aşkları vardır belki.” Olmaz mı, vardır. Belediyenin sokak lambalarına astığı saksılardaki çiçekler gibi. Onlar da çiçek… Neden o kadar yukarıda çiçekler, neden hep bir yukarı, gökdelenler…

Hatırlamak, hep hüzünlü mü olmak zorunda? Bu topraklarda hüzne doyuyor insan, bir süre sonra kusmak istiyor bütün hüzünlerini.

“Geçen gün, Paşabahçe vapurunun batırılacağına dair bir haber okudum. 1952 İtalyan yapımı. Önce savaş gemisi olarak yapımına başlanmış, İkinci Dünya Savaşı sona erince vapura dönüştürmüşler. Makine dairesinde, diğer vapurlarda olmayan çelikten bir kalp varmış.” Çelik kalpli bir vapur…

“Dağınıksın, çabuk dağılıyorsun.”

Aşktan konuşurken çelik kalpli vapuru hatırlamak mı dağılma?.. Deleuze’ün 'Klinik ve Kritik'te Whitman için yazdıkları geliyor aklıma. Amerikalılar, Avrupalılar gibi bütünsellik hissine sahip değillerdir diyordu: “Avrupalılarda, doğuştan bir organik bütünsellik ya da kompozisyon hissi vardır, ama parça hissini edinmelidirler ve bunu ancak trajik bir düşünce ya da felaket deneyimi yoluyla yapabilirler.” 

Amerikalıların edinmesi gereken de tam tersidir, doğal ve kendiliğinden bir parça hissine sahiptirler ve güzel kompozisyon hissine sahip olmaları gerekir. Benzer bir farklılık, ünlü psikanalistlerden Karen Horney’nin kitabında da rastlamıştım, ilk defa nevrotik bireylere ABD’ye gittiğinde rastladığını, Avrupa’nın derinlikli ve bütünsel tarihî yapısının insanlara nasıl yaşayacakları konusunda belirsizliklere neden olmadığını dile getiriyordu. Bir tarihin içinde yaşıyordu insanlar. ABD’de bilimkurgunun bu kadar gelişmesini, boş bir uzam içinde yaşıyor olmalarına bağlayan sinemacıları da düşününce…

Bütünsellik hissi, bu dökülen şehirde, ülkede gittikçe zorlaşıyor. Bu yüzden derin bir huzursuzluk içten içe… Sonu gelmeyen felaket deneyimleri de bu parçalanma hissini çoğaltıyor. Anılara tutunmaya çalışmak, nafile… Anıların tutunacağı mekânlar kalmıyor çünkü… Totalitarizm, yayılan bu parçalanma hissini, bir liderle simgeleştirdiği sahte bir bütünsellik inşa ederek telafi etmeye çalışır. Whitman’ın “arkadaşlar toplumu” düşü, Deleuze’e göre bu sorun için en gerçekçi çözüm: “Demokrasi bile, Sanat bile, ancak Doğa ile kurduğu bağıntılar dahilinde bir bütün oluşturur (açık hava, ışık, renkler, sesler, gece…); aksi halde sanat hastalıklı bir duruma, demokrasi de aldatmaca içine düşer.”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Haziran 2017)

Denizsizlik

Posted: 5 Ağustos 2017 Cumartesi by bülent usta in
0

Güneşli bir gün. Kadıköy sahilde, liseli oldukları belli bir grup genç müzik yaparak para topluyor. Genç kızlardan biri, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, şarkı bitip diğerine geçileceği sırada, önlerinden geçenleri durdurup “Bu şarkı sizin için olsun mu?” diye soruyor. Genç kız, kimseyi, yaşına, cinsiyetine, giyimine göre ayırt etmeksizin durdurup şarkı armağan ederken, muhafazakâr olduğu belli bir ihtiyarı da durduruyor, koluna hafifçe dokunup gülümseyerek. İhtiyar, genç kızın dokunmasından rahatsız olup geri çekiliyor. Genç kız, “Bu şarkı sizin olsun mu?” diye herkese sorduğu soruyu yineliyor. İhtiyar, “Olmasın” deyip hızlı adımlarla uzaklaşıyor tehlikeli bölgeden. Genç kızın yüzündeki gülümseme bir yere gitmiyor, hiç önemli değil, başka birini durdurup soruyor, “Olsun” diyor annesi olacak yaşta bir kadın, hatta kendisi için söylenen şarkıya eşlik de ediyor. Çalan şarkı “Çemberimde Gül Oya…”

Genç kız, farkında olarak mı yapıyor bilmiyorum; ama yaptığı şey gündelik hayata bir müdahale, devrimci bir müdahale. İnsanları ayırmadan aynı güler yüzle ve sözle seslenmesi, müzik aracılığıyla paylaşmaya davet etmesi ve bunu kibarca yapması. O ihtiyar adama belki kimse şarkı hediye etmemişti, şarkı söyleyenlere karşı önyargısı vardı belki, bir genç kızın sokakta tanımadığı kişilere şarkı armağan etmesine anlam verememiş, ayıplamış olabilir. Belki hiçbiri değil, belki sadece utandı, çekindi.

Şu yaşam tarzı çatışması meselesi, o kadar çok şeyi perdeliyor ki. Deleuze ve Guattari, 'Felsefe Nedir?'de, “insanların mutsuzluğu, kanılarından kaynaklanır” diyorlardı ve kanılara karşı verilen mücadelenin önemine değiniyorlardı. Kanı, “yeterli dayanağı olmasa da doğru olduğuna inanılan yargı” diye tanımlanıyor sözlükte. Cogito’nun Deleuze sayısında İlke Karadağ’ın yazısına rastladım sonra; aptallıktan bahsediyordu ve şöyle diyordu: “Yaşam ancak katılaştığı, gerçekleştiği formun dışına çıkma imkânı bulduğunda yeni imkânlarını gösterir; yani devam eder.”

Karadağ’ın Deleuze aracılığıyla yaptığı tespit ise şöyle: “Bir metni ya da bir insanı, ondaki kuvvetleri ve bu kuvvetlerin başka kuvvetlerle zorunlu bağlantılarını görmeden, henüz gerçekleşmemiş imkânlarını, sunduğu yeni patikaları hesaba katmadan değerlendirmek, bir anlamda onu öldürmek anlamına gelir.”

Kendimizi, başkalarını ve hayatı nasıl öldürdüğümüzün izahını, bu cümlede görmek mümkün. Zaten Deleuze de, “İnsan hiç durmadan yaşamı öldürür” diye yazmıştı. Deleuze, 'Kritik ve Klinik'te Melville’in 'Kâtip Bartleby' öyküsünü bu anlamda anar ve Karadağ’ın da belirttiği gibi, sanki sadece bir inat yüzünden kendisini açlığa ve ölüme mahkûm eden Bartleby’nin, gerçekte katılaşmanın tersi yönünde hareket ederek hayatta kalma mücadelesi verdiğini söyler.

Yaşamı yaşatmak, yaşamı hapseden ve katılaştırarak öldüren kanıların yaratıcı düşünceler aracılığıyla değiştirilmesiyle mümkün olacak. Belki de sahilde müzik yapan gençler ve o ihtiyarın tavrı, beni bu yüzden duygulandırdı. Blanchot’nun 'Karanlık Thomas'ta yazdığı, “umutla umutsuzluğun içinde birlikte boğulduğu” gündelik hayat, kaçırılan fırsatlar, yaşamı yaşatma ve öldürme mücadeleleri…

Sonra kendi katılaşmamı, hapsettiğim varlığımı düşünüyorum, sokağımızın kedisi Karagöz’ün yavrusunu emzirirken gösterdiği özeni izlerken. Ne zaman ki denizden uzaklaşsam başka birine dönüştüğümü, kara insanları gibi davrandığımı, akışkanlığımı yitirdiğimi fark ediyorum. Zupancic’in 'Gerçeğin Etiği'nde Paul Claudel’den yaptığı alıntıyı hatırlıyorum sonra: “Yaşamını kaybetmektense, yaşama sebebini yitirmek daha acıdır.” Yaşamını kaybetmemek için onu katılaştırmak, güvenlik ihtiyacıyla hapsetmek, yani yaşamaktan korkarak yaşamanın çelişkisi… Turgut Uyar’ın şiirindeki gibi “Deniz karşısında denizsizlik…” Bu düşünceler beni, farkında olmadan denize doğru sürüklüyor, yelkenlerim açılmış da kendimi rüzgâra bırakmışım gibi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Haziran 2017)

Umut canavarı

Posted: by bülent usta in
0

Alain Badiou’nun “Sonsuz Düşünce”de Paul Celan’ın bir şiirinde verdiği öğüdü yineleyişini düşünüyorum: “Tutarsızlıklara dayan…” Zor bir şey, böylesine bir tutarsızlık batağı içine gömülmüşken dayanmak. Üstelik tutarsızlıktan korkmamayı savunurken, tutarlı olmak için hakikate gözlerini yumanları eleştirirken.

Denize yüzümü dönüp sisin içinde bir görünüp bir kaybolan anılarımı seyre dalıyorum. Benimki tutarlı bir hayat mı, tutarsızlıklarım gerçekte kendi içinde bir tutarlılığa sahip mi? Başka türlü, insanın bir hikâyesi nasıl olur, tutarsızsa… Belki de bütün dert, hikâyesizlik; herkesin kendini rahatça içinde bulabileceği bir hikâyenin yokluğu.

Randall, “Bizi Biz Yapan Hikâyeler”de bu meseleyi, hikâyesiz yaşamanın zorluğunu pek güzel irdeler. Rukeyser’in dediği gibi, evren, atomlardan değil, hikâyelerden oluşur. Her çağın bir hikâyesi varsa, bu çağınki kadar yüzeysel bir hikâye olmamıştır diye düşünürüm bazen. Sanırım hikâyesini en çok sevdiğim de 19. yüzyıl. O hikâyedeki gelecek güzel günlere duyulan inanç büyüleyici. Ama çağların tek bir hikâyesi de yok, siz hangi hikâyesini yaşıyorsunuz, bu önemli. Günümüzde bir hikâyede karar kılmak zor, çoğu kişi için.

Benimkisi bir balıkçı hikâyesi. Düşüncelere dalan bir balıkçı… Geçip giden zamanı denizin ortasında dalgaların sarsıntısıyla hisseden. Blanchot’nun “Karanlık Thomas”ı da denize bakarak düşüncelere dalıyordu, şöyle yazmıştı: “İşte bu yeni durumun içindeyken kimsenin, kendisinin bile hakkında bir şey bilmediği bir canavarı besler gibi içinde umudunu beslediği…” İnsanın içinde beslediği bir canavar olarak umut… Her hikâye kendi içinde bir umudu, onu yiyip bitirecek bir canavarı taşımaz mı?

İçimdeki umut canavarı, karnını doyurmak için istemiyor bu ara yeni fikirler, hayaller. Gazetelere göz ucuyla bakıyor, geleceğe dair planlar yapmamı istemiyor, hep bir gitme arzusu, doğanın kucağına. Onun bu hâli gülümsetiyor beni, genetiğiyle oynanmış şeylerle karnını doyurmak istemiyor sanki, hakiki bir şeyler arzuluyor. Ona, önce unutmamız lazım diyorum böyle anlarda. Neyi unutmak? Mutsuzlukları… Paul Ricoeur, “Hafıza, Tarih, Unutuş”ta, mutlu hafıza var mıdır diye sorar; mutlu tarih var mıdır ki, hatırladıklarımız mutlu olsun? Adil olmadan mutlu olabilecek bir hafıza olmayacağına göre… Bireysel tarihlerde, yani herkesin kendi hikâyesinde ne çok adaletsizlikler vardır kim bilir, pek çoğu unutulmuş olsa da… 

Eski Yunan’daki “Atina Genel Affı”yla sitenin yurttaşlarına “kötülükleri hatırlamama” emrinin verilmesi gibi, iç savaşın gizlenmesi mi, mutlu unutuş?.. Ricoeur, “Bir toplum sonsuza dek kendine öfke besleyemez?” diye yazar. Peki bir insan, kendi hikâyesini mutlu unutuşlar üzerine kurmadan, içindeki canavarı nasıl besleyip büyütebilir? Belki de böyle olduğu için, umut bir canavar, sürekli karnı acıkan…

“Hayır” diyor, içimdeki canavar, “unutmak, özellikle mutsuzlukları unutmak, beni öldürür.” Umudun ölmemesi hatırlamaya bağlı, bu çağı bir unutuş çağı yapmaya çalışanlara inat. Belki de burada, sakin ve huzurlu denize bakarak böyle söylemek kolay. Bütün o savaş ve katliam alanlarında, açlığın ve acının ortasında olsaydık, kim bilir onun ve benim aklımdan neler geçecekti?

“Karanlık Thomas”ı düşünüyorum, tam da onun gibi denize bakarken, Blanchot’nun sözleriyle, “umutla umutsuzluğun içinde birlikte boğulduğu bir günün akışından başka hiçbir dramın yaşanmayacak oluşunun kesinliği”ni… “Karanlık Thomas”ta da hafıza ve umut hep aynı cümle içinde geçiyor.

Yazmak, belki de hep bir hatırlama mücadelesidir, hatırlamadan unutulamaz çünkü. Biliyorum içimdeki canavarın neden hüzünlendiğini, tutamadığı yasla ilgili bütün derdi; bu yüzden bu kadar öfkeleniyor, çekip gitmek istiyor bazen. Hava o kadar güzel ki, huzurlu ve sakin denizin ortasında mutlu bir unutuş rüzgârı sarıp sarmalıyor bir an ikimizi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Haziran 2017)

Her gün doğan güneşle biz

Posted: by bülent usta in
0

Tıkış pıkış bir metrobüs yolculuğu. Yüzüm cama yapışmış, herkes birbirine sımsıkı sarılı halde. Biri neredeyse başını omzuma koyup uyudu uyuyacak. Youtube’da bir video izlemiştim, üniversite öğrencileri, sıradan yolcularmış gibi toplu halde bir durakta metroya biniyor ve birden müzikal bir gösteri sergiliyorlardı. Yolcular, yerlerinden kalkıp onlarla dans ediyorlardı.

Bu sıkışıklıkta cep telefonuna gömülmenin bir yolunu bulanların bedenleri burada ama ruhları başka yerlerde, belki öyle bir video izliyorlardır, içlerinden bağıra çağıra şarkı söylemek geçiyordur, kim bilir. Sanmıyorum. Belki bağırmak istiyorlardır, ama bunun melodik olma ihtimali düşük.

Gerçekçi olmayı sevmiyorum. Gerçekçi olmak, çatık kaşlı, sürekli vicdan dersi vermek gibi bir şey oldu sanki. Gerçekçi olmak, televizyon programlarına çıkan uzman ya da akademisyenler gibi devlet aklıyla düşünmek, olayların iç yüzünü biliyormuş da birazdan açıklayacakmış gibi konuşarak sürekli lafı dolandırmaktı; ama gerçekte olayların iç yüzü yoktu, her şey göründüğü gibiydi. Kurnazlık kurnazlıktı, güç güçtü, kurnazlık güçtü. Her şey, böyle bir mantıkla kuruluyordu. Barış istediklerini söyleyenler terörist diye damgalandığına göre, savaş isteyenler terörist değildi. Barış savaştı, kölelik özgürlüktü, açlık tokluktu, muhalefet iktidardaydı, iktidarsa mağdurdu.

Gazeteleri baştan sona okuyup ülkenin sosyo-ekonomik ve siyasal gidişatına dair gerçekçi bir şeyler düşünürken, birden Taksim’e okçu heykelleri konulduğunu öğreniyordun mesela, dümdüz, hiçbir estetik kaygı duyulmadan yapılmış, oyuncak şeylere bakarken, geliştirdiğin bütün o derinlikli teoriler heykellerdeki yaylardan çıkan oklarla tuz buz oluyordu.

John Fowles’un 'Koleksiyoncu' romanında geçen bir söz: “O kadar sıradandı ki olağanüstüydü.” Sıradanlığın bu düzeyi, bütün insan hakları ihlallerinden ya da hukuksuzluklardan daha ürkütücü. Arendt’in faşizmi “kötülüğün sıradanlaşması” olarak tanımlayışı, Arno Gruen’in kitaplarında normalliğin ve sıradanlığın neden olduğu dehşeti anlatan tespitlerini düşününce... Kitap okuma oranlarında Türkiye diplerde bir yer edinmiş örneğin.

Hayal kurmayınca azaldığımı hissediyorum, gerçekliğin karşısında gerçekçi mücadele yöntemleri geliştirmek için, önce gerçekçi hayaller kurmak.... Hayal gücü, yenilgi ve umutsuzlukları dengelemek ya da gerçeklikten kaçmak için değil, çözüm yolları üretebilmek için kullanılırsa bir güce dönüşebilir. Bu olağanüstü sıradanlık içinde hayal kurmayı başarmak bile başlı başına bir eylem biçimi.

Gözlerimi kapatıp hayal kurmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Foucault’nun Homeros’un 'Odysseia'sındaki Sirenler için söylediği sözlerini hatırlıyorum: “Yaşamaya devam edebilmek ve dolayısıyla şarkı söylemeye başlayabilmek için kulakları tıkamak, sanki sağırmış gibi onun içinden geçmek gerekir…”

Aklıma bir düşünce geldiği anda o hemen başka bir düşünceyi çağrıştırıyor, o da bir başkasını derken, asıl düşünmek istediğim konudan uzaklaşıyorum. Yazmakla düşünmek arasındaki mesafeden bahseden Paul Auster’ın 'Yalnızlığın Keşfi'ndeki sözleri geliyor aklıma. Üzerine çok düşündüğün bir meselede çok ama çok önemli bir şey söyleyecekken söyleyemeyecek olma duygusu. “Yaralanmıştım, bu yaranın ne kadar derin olduğunu şimdi anlıyorum. Bu yazıların beni iyileştireceğini sanmıştım, ama onun yerine yaramın açık kalmasına neden oldular” diye yazmıştı Auster. 

Yazmak denilince akla yara geliyor önce, sonra Duras’ın 'Yazmak'ta bahsettiği yalnızlık, sonra hayaller… Ne kadar derin yaraların varsa, yalnızlığın ve hayallerin de çoğalıyor sanki. Yaralarına bakmaktan ve yalnızlıktan korkmayınca yazabiliyorsun. Metrobüste olduğumu unutmuş, tanımadığım biri başını omzuma koymuş uyurken bir şarkının sözlerini mırıldanıyorum: “Selam size Nicola ve Bart, özgürlüğe inananlar, her gün doğan güneşle biz, sizle yola düşeriz…”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 31 Mayıs 2017)

Ruhların aydınlanması

Posted: by bülent usta in
0

Walter Benjamin, “Pasajlar”da, savaş övgüsü yapan fütürizmin manifestosundan bahsederken, “bu manifestonun ayrıcalığı, çok açık oluşudur” der. Bu “çok açık olma” sözü, aklımda sürekli. Her şey o kadar açık ki, bütün bu olup bitenler, her şeyin ve elbette kötülüğün, intikamcılığın bu kadar açık ve doğrudan oluşu, nedense kabul edilemiyor. Bazen kabul edilse de, hemen ardından gelen çaresizlik ve umutsuzluk, her şey apaçık ortadayken örtme, görmezden gelme davranışına yol açıyor sanki.

Benjamin, faşizmin politikayı estetize etme çabasının mutlaka savaşla vücut bulacağını da söylüyordu. Televizyonda savaşla ilgili dizilerdeki artış, bu açıdan estetize etme çabası olarak görülebilir, psikolojik bir hazırlık. Savaşlar, işsizlik ve ekonomideki çöküş gibi nedenlerle açıklanmaz; çünkü o zaman siyasete girilir. Siyaset sorunları çözmek için değil, sorunların nedeni olarak gösterilmelidir.

Her şeyin bu kadar açık ama görünmez oluşu, edebiyatı ve sanatı da etkiliyor. Gerçekçi olma iddiasında olan yazarlar, eskisine oranla daha azmış gibi geliyor bana. Ya hep bir nostalji ve geçmişe dönüş ya da geleceğe dair karamsar kitaplar, filmler… Kimse bu çağda yaşamaktan memnun değil sanki. Bir geçiş çağında olunması, teknolojik gelişmişliğe karşın kimlik düzeyinde yaşanan kültürel açmaz ve çatışmalar da bu memnuniyetsizliği besliyor olabilir. 

Apaçık olanı görmemeyle, yaşanan travmalar arasında bir ilişki de kurulabilir belki. Travma sonrasında ya güvenlik konusunda takıntılı olunur, her tür tehlikeyi önceden fark edip önlem alınmaya çalışılır ya da tam tersine savaş kışkırtıcısı, kavgacı bir ruh haline girilir. İnkâr ve bastırma mekanizmaları zaten devrededir. Travmaya dair en dikkat çekici durum, travma yaşayan kişinin geçmişi anımsamadığı ve dile getirmediği sürece, travmasını eyleme dökerek ısrarla tekrarlamasıdır. Yüzleşme bu yüzden sihirlidir; ama sarsıcı olduğu için de korkulan ve kaçınılan bir şeydir. Sarsıcılığı, yüzleştikten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı gerçeği, varoluşsal travmaların yeni bir dünya görüşünü ihtiyaç olarak dayatacak olmasıdır.

Bizim yeni bir dünya görüşüne ihtiyacımız var, güvenlik takıntılı ya da savaş kışkırtıcısı olmayan, travmaya göre değil, travmalardan yola çıkan yüzleşmeci bir dünya görüşüne. Saplantılı bir yineleme yerine, yitirilen nesneye karşı etkin, yoklukla oynayarak ona egemen olan bir tavra… Faşizm ya da kötülük ile suçluluk duygusu arasındaki ilişkiyi Paul Ricoeur “Yoruma Dair”de pek güzel tartışır. Üstbenin saldırganlığını içselleştirmiş olmayla kölelik ve tutuculuk arasındaki ilişki…

Manchester’da intihar bombacısı 22 kişiyi öldürdü. Niye ve nasıl öldürüldükleri belliyken sadece bombanın türü tartışılıyor, güvenlik önlemlerinin yetersizliği konuşuluyor. Sonra unutulacak. Katliamlar sadece polisiye tedbirler üzerinden ele alındıkça, travmaya uygun güvenlikçi ya da saldırgan politikalar üretildikçe, katliamların El Nino kasırgası gibi doğal afetlerden bir farkı kalmayacak. Doğal afetlere karşı bile sadece tedbir alınarak mücadele edilmez, küresel ısınma gibi siyasetle ilişkisi üzerinde durulurken…

Muriel Barbery’nin “Elflerin Yaşamı” adlı romanını okurken takıldığım bir cümleydi, “Budala bir mutluluk içinde ölmek…” Gelincikler ve yaz yusufçukları nasıl ölüyorsa öyle ölmeyi istemek. Kim istemez? Ben istemem. Hem yaşayacağımız zamanı seçme hakkımız olsaydı, olduğum kişi olarak bu zamanda ve bu ülkede yaşamayı isterdim. Bu beni daha da budala yapar belki, belki de yapmaz, güçlü kılar. Barbery, “ruhların aydınlanması, büyük bir kederin ve yasın emeğini de gerektiriyordu” diye yazmıştı romanında. Bu çağı bu kadar zor yapan da kimsenin yas tutmaya vakti olmaması, yani yaşamaya…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 24 Mayıs 2017)

Biz durmadan...

Posted: by bülent usta in
0

Sartre, umutsuzluğa kapılmanın neden olduğu sevinçten bahseder, Paul Nizan’ın ‘Aden’ kitabındaki 1960 tarihli yazısında, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir moda hâline gelen umutsuzluktan. Nasıl bir zevktir bu? Her şey için kendilerini özgür hissederler, özgürlükleri, dünyevi zevklere düşkünlüklerinin gerekçesi olur umutsuzluk. Umut etmek, bir sorumluluk yükler çünkü. Âşık olursun, sevişirsin, okursun, kavga edersin, mutlulukları hemen şimdi istersin, ama bütün bunları umutsuzca yaparsın, gerçekte hiçbir şeyin tadına varamazsın, çünkü umutla birlikte erdemler de sona ermiştir; artık hiçbir şeye saygı duymaz, gerçekte kim olduğunu ve neyi niçin yaptığını bilmeden yaşarsın.

Kadıköy’de, evimin civarında canlı müzik yapılan mekânlarda her gece Ahmet Kaya’nın ‘Kum Gibi’ şarkısı söylenirken, özellikle “Şehirlere bombalar yağardı her gece / Biz durmadan sevişirdik” sözlerine neredeyse herkesin kendinden geçercesine eşlik ettiğini ne zaman görsem, aklıma Sartre’ın bu tespiti gelir. Eskiden bu şarkı sözüne başka bir anlam yüklerdim, savaşa ve öldürmeye karşı bir duruş olarak sevişme eylemi gibi düşünürdüm. Bu şarkı için her iki ihtimal de geçerli olabilir. Şarkıyı kötülemek değil niyetim, severek dinliyorum ben de. Ama İstanbul’daki bombalı saldırılar olduğunda da bu şarkıyı dinleyenlerin zevkle kendilerinden geçmelerine tanık olduğumda, acı bir umutsuzlukla sersemlemiştim.

Umutsuzluktan zevk alma, Sartre’ın da altını çizdiği gibi, eninde sonunda sisteme uyumla sona erer; çünkü umutsuzluktan zevk almak bir yanılsamadır, sonuçsuz ve amaçsız. Köktendinci akımların yuvalandığı bir yerdir buradaki varoluşsal boşluk, yavaşça bütün toplumsal bünyeye yayılır faşizmin her türü. Almanya’dan gelen bir sosyologla, IŞİD gibi örgütlere katılan Alman gençlerinin gerekçelerinin neler olabileceğini konuşurken, sadece ekonomik krizlerden bahsediyoruz, ama asıl kriz anlam dünyamızda sonucuna varmıştık. Belki de yanılıyoruz, hem anlam krizi dediğin şey nedir ki? Her şeyin bir gösteriye dönüşmesi mi, tüketim toplumunun neden olduğu tecrit edilmiş bireyler mi, bir yandan salgın hastalıklar ve şiddet sarmalıyla yaşanan çaresizlikler, bir yandan teknolojideki gelişmelerin neden olduğu sınırsızlık ve ölümsüzlük yanılsaması mı? Bütün sınıfların ve kültürlerin kitle kültürü içinde erimesi mi bu anlam krizinin nedeni? Yaratılan sistemin, siyasetle ilişkili gelecek tahayyüllerini sınırlandırması, oy vermeye indirgeyerek gerçekte yok etmesi mi?

Peki umutsuzluktan zevk almanın hiç mi olumlu bir yanı yok? Üniversite öğrencisiyken Rus ve Fransız yazarların romanlarını okumayı daha çok severdim. Rus yazarlar, yoksulluğu pek güzel estetize ederlerdi; Fransız yazarlar da acıdan zevk almanın yollarını gösterirlerdi. Bütün o romanlar, yaşadıklarıma tahammül etmeme ve her şeyden anlam çıkarmama yardımcı olurdu. Yaşadıklarımı anlamlı kılmak, beni güçlendiren bir şeydi ve umutsuzluktan zevk almak, eğer bir anlam yükleyebiliyorsam umutsuzluğu dönüştüren bir şeydi, umudumu daha da sahici kılan.

Rollo May’in ‘Varoluşun Keşfi’nde bahsettiği, sahici olmayı beceremeyip konformist kimliksizliğe sığınmanın neden olduğu o derin suçluluk duygusu, bu çağın ‘kaygı çağı’ diye nitelendirilmesinin temel gerekçesi.

Edebiyat ve sanat, umutsuzluktan zevk almayı öğreten ya da konformist kimliksizliği meşrulaştıran bir yerde mi, ya da nerede? Belki de bunun için ‘deneyim’ üzerine daha çok kafa yormak gerek. Gadamer, deneyimli olmayı, herhangi bir şeyi nihai olarak bilmek olarak tanımlamıştı. Bu tanım, bugün yaşananları ne kadar açıklıyor; nihai bir bilinmezlik ve belirsizlik içinde dolanılıyor olmasının söylem çeşitliliğiyle ilişkisi ne? Martin Jay’in ‘Deneyim Şarkıları’nda uzun uzun bahsettiği, deneyimlerin tarihsel ve siyasi bağlarından koparılmasının yaşanılan anlam kriziyle bir ilişkisi var mı?

Sartre, bir felaketten bahseder, umudun ve umutsuzluğun terk ettiği, içsel boşluklarını tüketerek doldurmaya çalışan, çağa başarıyla uyum sağlamış olsalar da uyumsuzluktan şikâyet ederek ağırlıksız sivrisinekler gibi esen rüzgâra kapılıp kaybolmamak için yere yakın kanat çırpanlardan… “Şehirlere bombalar yağardı her gece”, biz durmadan bu şarkıyı söylerdik, sevişeceğimize…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 17 Mayıs 2017)

Kuvvetli düşler ve açlık

Posted: by bülent usta in
0

Yorgun hissediyorum kendimi. Dirençsiz bir yorgunluk değil. Belediye otobüsünün penceresine başımı dayamış, otobüsün geçtiği sokakları izliyorum…. Ne çok bina, insan, taşıt… Olaylar, düşünceler beynimize çarpar, etkiler ve arkasında duygu izleri bırakır. Sonra o izleri takip ederek düşüncelerin geldiği yeri buluruz.

Açlık grevindeler, Ankara’nın göbeğinde, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça. Devlet kurumu karşısında bedenleri dışında öne sürecekleri bir şeyleri kalmadığı için mi? Açlık grevi denilince, Deleuze ve Guattari’nin “Kafka, Minör Edebiyat İçin” kitabındaki, ‘dil’ üzerine tespitleri gelir aklıma. Yemek yerken, ağzınız doluyken konuşamazsınız. Konuşabilmek, sesini duyurabilmek için kendini aç bırakmak, bir gösteri olarak milyonlarca insanın gözü önünde eriyip gitmek… 
Bedenin bir siyaset mekânı olarak kurgulanması, Melville’in ‘Kâtip Bartleby’si ve pasif direnişle ilgili bütün o yazılıp çizilenler… Açlık grevi güzellemesi yapacak değilim, ama insanların bedenlerini öne sürmelerindeki cesaret ve bu cesarete zorlayan çaresizlik, aklımdan bir türlü çıkmıyor.

Barthes, Michelet hakkında yazdığı bir yazıda, kişileri bedenlerinden yoksun bıraktığınızda kimliklerinin de yok olacağını söyler. Beden hem soyut bir kurumdur, hem de bireysel oluşun gerçekleştiği yer. Nasıl düşünürsem düşüneyim, açlık grevini meşrulaştıramıyorum. Aklım sürekli olarak cesaret ve çaresizliğe kayıyor. Oğlunun cenazesini alabilmek için açlık grevi yapan Kemal Gün’ün yaşadığı çaresizliği dirence dönüştürmesindeki umut, bize ne söylüyor? Umudu, kamuoyunda oluşacak tepkiyle devletin sesini duyması mı? Ortada bir kamuoyu yokken, kamplaşmış bir toplumda acılar ve vicdan da kamplaşmışken.

Otobüsün penceresinden bakarken bir şeylerin sonuna geldiğimiz hissi doluyor içime. Hava da güzel, baharın canlılığı sarmışken her yeri, düşündüğüm şeyler daha bir canımı yakıyor sanki. Ama bu can yanması, nefes almak gibi bir şey oldu artık. Canımın yanmasından kaçacak değilim, gazetelerin sadece yemek tarifi, nasıl yaşanırsa mutlu olunur sayfalarıyla ilgilenmiyorum. Acı veren bir duygu ya da düşüncede, o duyguyu ve düşünceyi tamamen yaşayana kadar durabilmek, istediğim bu. Yoksa dağılacağımı biliyorum, insanın kendisinden kaçması sadece bir yanılsama, kaçamaz. İstediğiniz kadar, seslerini duyurmak için kendini aç bırakan insanları görmemeye çalışın, başkentin ve hayatın tam ortasında onların eriyip gittikleri gerçeğini değiştirmiyor görmemeniz, hissetmemeniz. Onlar orada ve siz buradasınız, aynı zamanı paylaşıyorsunuz.

Otobüsten inip kalabalığın arasına karışıyorum. Bu şehirde yaşayan milyonlarca insandan biriyim. Böyle düşünmek beni her zaman rahatlatır. Gözümün önüne, gazetedeki fotoğraflarından gördüğüm Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın gülümseyişleri geliyor. Göze aldıkları şeyler mi, kendi oluşlarını yaşamak konusunda gösterdikleri direnç mi, gülümsemelerini sihirli bir şeye dönüştürüyor? Bulunduğum sokakta gülümseyen bir insan aramaya koyuluyorum. İş çıkış saati ve kimsenin yüzü gülmüyor. Arendt’in elini omzumda hissediyorum sanki o an. Dünyayı kendinden daha çok seven insanların acıya ve mutsuzluğa direnme gücü farklı. Belki de direnenlerin yüzündeki o sihirli gülüşün nedeni budur.

Düşün hayal kırıcı statüsü yüzünden düşlerden nefret eden Barthes’ın sözleri geliyor aklıma. Bloch, düşleri ikiye ayırıyordu ‘Umut İlkesi’nde, ‘istismar’ eden ve kuvvetli düşler olarak. Kuvvetli düşlerin ardından yaşanan hayal kırıklıkları da muhtemelen kuvvetli olacaktır, ama istismar eden düşler kadar zarar vermeyecektir. Insanları istismar eden düşlerle oyalayan iktidarlara karşı, hakikat uğruna harekete geçirilen kuvvetli düşler arasındaki fark…

Sokakta nihayet gülen birilerine rastlıyorum. Tuhaf bir etki uyandırıyor üzerimde attıkları kahkaha. Bloch’un ‘regresyon’ diye tarif ettiği, anlamsız, sıkıntı ve umutsuzluktan boşalmış gürültülü bir kahkaha. Bu çağı simgeleyen bir yanı var bu kahkahanın, korku filmi efekti gibi. Sonra nedense bir gülümseme yerleşiyor dudaklarıma. Balıkçılar Kahvesi’nin yolunu tutuyorum.


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 10 Mayıs 2017)