Boş sandalye

Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0


Balıkçılar kahvesinde sobanın yanında oturmuş, pencereden gökyüzünü kapatan bulutları, dalgaların usulca dalgakırana çarpışını izliyorum. Engin Geçtan’ın ölüm haberini aldığımdan beri içim buruk. Gözüm bir ara, önümdeki boş sandalyeye takılıyor. Sanki az evvel o sandalyede Engin Geçtan oturuyordu ve sessizce kalkıp gitmişti, masada kitaplarını bırakarak.

Sait Faik’in “Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye” adlı öyküsündeki boş sandalye geliyor aklıma. Şehirden uzakta bir odadadır Sait Faik, pencereden gördüğü manzara dondurucudur ve kar yağıyordur bir yandan. Odadaki boş sandalyeye bakıp düşüncelere dalar: “Bu boş sandalye birdenbire doluvermeli. Kim gelip oturmalı? Hiç kimseyi istemiyorum. Ama sandalye… Bir insan bekler gibi duran sandalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandalyeye insan bekletmesini bilmiş.”

Rene Char’ın bir şiirindeydi galiba, kafede az evvel oturduğu sandalyenin boş oluşuna dışarıdan bakıp hüzünleniyordu şair… Gözümü boş sandalye ve önündeki masada duran Engin Geçtan’ın kitaplarından alamıyorum.

Engin Geçtan’ın yas tutmayla ilgili sözlerini hatırlıyorum: “Ölen kişinin bizi terk etmiş ve sevgisinden yoksun bırakmış olmasından ötürü yaşanan kızgınlığın bilince ulaşması, her şeyden önce bir ölüye kızılamayacağı için engellendiğinden, bu duyguyu kendimize yöneltiriz.” Psikolojik onarım mekanizmalarının devreye girmesiyle iki aylık bir sürenin sonunda bu acı, eski yoğunluğunu yitirir diye de ekliyordu. İki ay… Ama bazen böyle olmaz diyordu “İnsan Olmak” adlı kitabında, “kaybettiğimiz kişiye karşı yaşadığımız bilinçdışı düşmanlık duyguları” yüzünden kendimizi cezalandırma sürecine gireriz farkında olmadan.

Erdoğan Özmen, yas tutmayı çabucak geçiştirme ve eski canlılığa ulaşma çabasının modern kapitalist hayatın bir dayatması olduğunu yazmıştı “Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan” adlı kitabında. “Herkes yasını tutmalı; geride yası tutulmamış bir yoksunluk, kayıp, eksik kalmamalı!” desturunun, yaşamımıza gölge düşüren, enerjimizi yutan bir şey olarak tarif edilen hüzünden kurtulmamız gerekliliğine işaret etmesini, insan olma inceliklerinden yoksun acımasız bir dayatma olduğunun altını çiziyordu. İnsan hemen kurtulmak için çareler aramak yerine acısına sahip çıkarsa, o acıdan kendisine ve hayata dair öğreneceği ne çok şey vardır hâlbuki.

Bir psikoterapist arkadaşım, Engin Geçtan’la buluştuğunda, yaşlılık üzerine konuşurlarken “Ölümden korkmuyor musun?” diye sormuş. Engin Geçtan, her zamanki gibi nazik bir gülümsemeyle yanıtlamış: “Yaşadıklarımdan hiç pişmanlık duymadım ki.”

Dünyada iki tür insan olduğunu söylemişti Engin Geçtan: “Yaşayanlar ve yaşayanları seyredip eleştirenler. Seyretmek ölümü, katılmak ise yaşamı simgeler!” Kendi sorumluluğunu alarak yaşama etkin bir biçimde katılanlar, ölümden daha az korkarlar. Ölümden hiç korkmamak insani değildir. Ölümden daha az korkanlar da, acı çekmeyi, hüzünlenmeyi hemen kurtulunması gereken bir hastalık gibi yaşamazlar.

Bu çağda yaşanan anlam krizinin, yaşama katılanlardan çok seyredenlerin çoğalmasıyla bir ilgisi olmalı. Bauman’ın “Bireyselleşmiş Toplum” adlı kitabında bahsettiği gibi, bu çağın insanı yalnızdır, yaşamının tanığı yalnızca kendisidir, sosyal medyada kendini gösterme çabası tam da duyduğu bu eksiklikle ilgilidir. Yaşanan bu yabancılaşma insanı tepkisizleştirir, tanık olduğu olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kuramaz, sahip olmak kendini yaşamaktan daha önemli bir hale gelir bu belirsiz ve güvensiz ortam içinde, ölüm korkusu dayanılmaz bir hal alır. İşte bu yüzden yas tutmak, hemen kurtulunması gereken bir hastalık gibi yaşanır, ölümü hatırlattığı için. Roland Barthes, annesinin ölümünden sonra tuttuğu “Yas Günlüğü”nde, yasın bir hastalık gibi değerlendirilmesine isyan ediyordu; bir insana yaşadığı ‘yas’ı hastalık gibi göstermek, çektiği acıya ve o insana saygısızlıktan başka bir şey değildi.

Karla karışık bir yağmur başlıyor dışarıda, Sait Faik’in “dondurucu” diye tarif ettiği bir manzara… Dışarı çıkınca pencereden az evvel oturduğum ve şimdi boş duran sandalyeye bakıp hüzünleniyorum. Sıcak sobanın önündeki iki boş sandalye, öyle güzel bekliyorlar ki…


Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Şubat 2018)

0 yorum: