Düşler ve gerçekler
Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0
“Her gün denizi görmezsem yaşayamam” derdi, yılların
balıkçısı Palavra Basri. Balıkçılığı bırakıp karada iş bulanlar, belki ekonomik
olarak daha rahat ederlerdi ama ruhsuzlaştıklarını söyleyerek yakınmaya
başlarlardı bir süre sonra. Ruhsuzlaşma diyerek anlattıkları şeyi sorgulayınca
da, varoluşsal bir yalnızlıktan bahsettiklerini anlardım. Her gün denizi
görmezse yaşayamayacağını düşünen Palavra Basri ile yazmazsa delireceğine
inanan Sait Faik arasında bir benzerlik var mıydı? Şöyle yazmıştı Sait Faik, “Haritada
Bir Nokta” öyküsünde: “Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın
tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde
taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm.
Yazmasam deli olacaktım." Öyküyü okuyunca, Sait Faik için yazmanın hayata
dahil olmakla ilgili olduğu anlaşılıyordu.
Zygmunt Bauman ve Rein Raud’un Ayrıntı Yayınları’ndan
çıkan “Benlik Pratikleri” kitabında da vardı bu varoluşsal yalnızlık bahsi. İnternetten
bir süre ayrı kaldığında yaşadığı huzursuzluğu, her gün ibadet eden dindar
birisinin ibadet edemediğinde yaşadığı huzursuzluğa benzetiyor Raud: “Eğer bir
süreliğine e-posta ve Facebook hesaplarımı kontro etme imkânım olmamışsa,
önümdeki işlere odaklanmakta aşırı zorlanıyorum…” Raud’un yaşadığı kaygının
nedeni, parçası olması gereken şeylerden uzak kaldığı düşüncesiydi. Varoluşsal
yalnızlığa tahammül etmek, öylesine güç ki…
Rollo May, “Kendini Arayan İnsan” adlı kitabında, yalnızlığın
günümüz insanı için ağır bir tehdit olarak algılanışından bahseder, her şeyin
dışında kalma, dışa itilme ya da ortamda olup bitene yabancı kalma olarak
yaşanan: “Birey, iç dünyasında neler olduğunu tam olarak bilemediği zamanlarda,
çareyi etrafına bakınıp başka insanlarla bağlantı kurmakta arar.” Çünkü insan,
kendi sorunlarını ancak dünyayla ilişkisinde kavrayarak çözebilir. Diğer
insanlar onun için öncelikle bir umuttur, başkalarının kendisine yol
gösterebileceğine, korkularında yalnız olmadığına dair bir umut. İnsanları dine
ya da ideolojilere yönelten şey de bu umut… Sosyal medya, parçalanan
toplumsalın yerini böylesi bir umut vaat ederek dolduruyor. Peki ama neden böyle
bir umuda ihtiyaç duyuyoruz, baş edemediğimiz şey gerçekte ne?
Evde tek başına olunca, sırf ses olsun diye televizyonu
açanlar, sessizliğin çağrıştırdığı bu varoluşsal yalnızlıktan mı
ürkmektedirler? İnsanlar uzun süre tek başlarına kalınca, ne olacağı belirsiz
bir sona yaklaştıklarını hissederler diyor May. Akla, cezaevlerindeki tek
kişilik hücrelerdeki tecrit uygulamalarını getiriyor May’in bu sözleri. Uzun
süre tek kişilik bir hücrede yaşayanlarda gerçeklik algısının ve belleğin
zayıflaması gibi belirtilerin görülmesi, en önemlisi insanın kendisini
hissedememesi ve yaşanan ruhsal çöküntü, varoluşsal yalnızlığın insana neler
yapabileceğini gösterir bir bakıma. Benliği yitirme, gerçekliği de yitirmeyle
sonuçlanır; benliğin parçalanması, gerçekliğin parçalanmasıyla…
Victor Serge’nin Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “İçeridekiler”
adlı romanında vardı, Kropotkin kâğıtsız kalemsiz kapatıldığı hücrede, ruh
sağlığını korumak için zihninde her gün bir gazete tasarlarmış, manşetinden
köşe yazılarına kadar detaylı bir biçimde. Sait Faik’in yazmasam delirecektim
dediği şey, tam da böyle bir şey değil mi? Kropotkin de hücresinde bir kurşun
kalem bulsaydı, tıpkı Sait Faik gibi tutup onu öpecekti muhtemelen. Kropotkin’in
yaşadığı zamanlarda internet diye bir şey yoktu. Belleği ve benliği daha zayıf
olan günümüz insanı için, Kropotkin gibi tek kişilik bir hücreye kapatılmanın
sonuçları muhtemelen daha ağır olacaktır. Ama bir yandan, hâlihazırda tecrit
edilmiş hayatlar sürmüyor muyuz? İnternet ve televizyonun, bir yandan tüketim
toplumuna özgü tecrit edilmeyi kolaylaştırdığı, bir yandan da tecrit edilmenin
sonucu olan varoluşsal yalnızlığı uyuşturarak bağımlılığa neden olduğu bir
yaşam…
Simon Critchley, “İmansızların İmanı” adlı kitabında, yaşadığımız
çağı “karanlık zamanlar” olarak tarif ediyor, dünyanın düşler ve gerçekler
olarak ikiye bölündüğü, hatta birbirinin yerine geçtiği. Zygmunt Bauman da,
günümüz insanının iki ayrı evrende yaşadığını iddia ediyordu, ‘çevrimiçi’ ve
‘çevrimdışı’ olarak. Çevrimdışı evrene, ‘gerçek dünya’ demek, günümüzde artık
ne kadar doğru? Sanal âlem denilen şeyin sınırları nerede başlayıp nerede
bitiyor belirsizken... Yapay zekâ tartışmalarını da işin içine katınca,
gerçeklikle beraber insan ve benliği hakkında başka başka sorular ve sorunlar
gündeme geliyor.
Toplumda yaşanan karışıklıkların içimizde kopan
fırtınalarla ilişkisi… Merak ettiğim bu...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Nisan 2018)