Esaslı kederlerimiz
Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0
Katalan yazar Cabré’nin “İtiraf Ediyorum” romanını yeniden
okuyorum. Çayın bir lira olduğu Bostancı’da bir kahvede. Bazı romanların
okunması aceleye gelmemeli, aslında hiçbir şey aceleye gelmemeli. Neyi acele
yaşıyorsan gerçekte yaşamıyorsundur.
İyi bir roman, insana bir ruh giydirir, bana da öyle oldu.
Roma’da papaz okulu öğrencisi Ardevol, âşık olduğu Carolina’yı manavın önündeki
kamyonetten elma dolu kasaları indirirken izler. “Üç kasa elma, savaş zamanında
Tanrı’nın armağanı; güzelliğin yanı başında geçirilen üç tatlı an…”
Carolina’nın annesi Ardevol’u fark edince ona kasadan iki tane elma alıp verir,
iki kırmızı elma… Yüzü kızarır Ardevol’un, elmaların çağrıştırdığı şeyler
yüzünden.
Bu satırları okurken aklıma Cemal Süreya’nın “Elma” şiiri
geldi, “Sen çırılçıplak elma yiyorsun / Denizin ortasına kadar elma yiyorsun / Yüreğimin
ortasına kadar elma yiyorsun / Bir yanda esaslı kederler içinde gençliğimiz…”
İnsanın kederi olacaksa esaslı olmalı değil mi ama, öyle
eften püften kederlerle nereye kadar. Esaslı kederler içinse şiire inanmak
gerekli galiba, hani sadece yazılan, söylenen, edebi bir tür olarak şiiri
kastetmiyorum, geniş olanını, evrenden geniş… Sokaktan geçen herhangi biri için
o üç kasa elma, sadece üç kasa elma, papaz okulu öğrencisi Ardevol içinse
şiirin kendisi.
İyi roman insana bir ruh giydirir… Şiire olan inancımı
düşünürken Bostancı’daki bu kahve gözüme başka türlü görünmeye başlıyor, geniş
pencerelerinden içeriye süzülen güneşi fark ediyorum. Romanda sahneler nasıl iç
içeyse, Ardevol’un zihninde yaşadığı zamanla şimdiki zaman bir arada
veriliyorsa, okurken de sık sık bana öyle oluyor. Bir bahar günü deniz kenarında
ilerleyen bir otobüsteyim, benim Carolina’mla birlikte gazete okuyoruz, esaslı
kederlerimiz var çünkü. Daha sonra ayrılıp uzak bir şehire gittiğim zaman aynı
gazeteyi aynı saatte alıp, onun da o an aynı satırları okuduğunu düşünerek ve
memleket meselelerine kederlenip öfkelendiğini bilerek…
Şiire inanmak, Marguerite Duras’ın dediği gibi, kişinin
kendini kaybetmemesidir, tatlılığı kadar öfkesini, sevme yetisi kadar nefret
etme yetisini, çılgınlığını, saflığını… Duras’a göre asıl siyasi olan, insanı
insan yapan bütün bu özellikler, yani şiirin kendisi. Şiire inanmak, her şeye
güven duymakla ilgiliydi, insan hayata güvenini yitirdikçe şiir de
kayboluyordu.
Zor zamanlardan geçiyoruz ve bu geçiş kolay kolay bitecek
gibi görünmüyor. Mektubunda “Huzursuz zamanlar, Ingeborg. Huzursuz, tekinsiz
zamanlar. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten: Çoktan gelmişti bile” diye
yazan Paul Celan’a verdiği yanıtta Ingeborg Bachmann, “Önümüzdeki günler için
sana umutlarımı yolluyorum!” diye yazmıştı. İki şairin mektuplaşmalarının
olduğu “Kayıp Zaman” kitabını yeniden okuma ihtiyacı duyuyorum. Celan’ın
“Çoktan gelmişti bile” sözü, esaslı bir keder yaratıyor içimde, her şey göz
göre göre gelmemiş miydi başımıza?..
Bruce Fink’in “Lacancı Psikanalize Giriş” kitabında vardı,
bir hastası, “Keyfimden keyif alamıyorum” diye yakınıyordu, insanın şiirini
yitirmesi de böyle bir şeydi, insanın keyiflenmek için kendine izin verememesi.
Günümüz felsefesi, boşuna “arzu”yu bu kadar merkeze almıyor. Vaneighem’in
Türkçeye çevrilmemiş kitaplarından birisinin adı “Arzular Kitabı”. Vaneighem,
bu sistemi, bir tür ölüm laboratuvarına benzetiyordu, stres, sinir gerginliği,
şartlandırma, kirlenme, hastalıktan beter tedaviler, birer “ölüm tohumu”ydu ona
göre. Vaneighem, şiir için de, “yaratıcı kendiliğindenliğin örgütlenmesi”
diyordu. Lacan’ın dürtü ve arzular arasında uyumu amaçlamasına benziyordu bu
yaratıcı kendiliğindenlik.
“İtiraf Ediyorum”un üçüncü bölümü, Josep Maria Morreres’ten
bir alıntıyla başlıyor: “Gençken kendim olmak için savaşıyordum; şimdilerde
olduğum gibi olmayı kabulleniyorum.” Cabré, bu bölümün sonlarına doğru anlatıcının
masumiyet çağının sona erişinden bahsederken, çocukluğu “zehirli bataklıklarda
ışıldayan çiçeği koklayabilme yeteneği” olarak tanımlıyor. Esaslı bir keder…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Şubat 2018)