Felaketin sınırında
Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0
Valeria Luiselli, “Dişlerimin Hikâyesi” romanında,
Meksika’nın bir dönemi için “felaketin sınırında yaşarken genel bir kayıtsızlık,
burukluk duygusu hâkimdi” diye yazmış. Luiselli’nin ara ara güçlü kahkahalar
attıran romanı, belki de bu yüzden bana iyi gelmişti, genel bir kayıtsızlık ve
burukluk duygusu içindeydim çünkü. Sanırım bu bir kural ve felaketin sınırında
yaşayan bütün ülkelerde böyle oluyor. Sanki bu ülkede Maraş, Çorum, Sivas gibi
onlarca katliam yaşanmamış ve muğlak ifadelerle linç çetelerinin de
faydalanacağı yargılanma muafiyeti getiren bir kararname hiç çıkarılmamış gibi yapabilirdik.
Yeni yıla girerken umutsuzca felaket tellallığı yapmaya gerek yoktu. Yorulmuştu
artık insanlar felaketin sınırında yaşamaktan. Belki de sınır filan yoktu;
uçurumdan aşağıya düşerken birbirimize espriler yapıp, düşme ânını eğlenceye
dönüştürebilirdik. Durum o kadar vahimdi…
Karalar bağlayarak ya da sürekli bir ajitasyon içinde
yaşamak istemiyordum. Yani Valeria Luiselli gibi yazarlardan öğrendiğim şey,
direnmenin ve yaşamanın türlü türlü olduğuydu. Romanı kahkaha ata ata okurken,
Sartre’dan Proust’a bir dolu yazar, eğlenceli bir edebi geçit
törenindeymişçesine geçip gidiyordu sayfaların içinden. Luiselli, saygısız bir
romancıydı, Unamuno’yu radyo programcısı yaşlı bir hergele olarak tarif
ediyordu: “Her daim bitik, sempatik ve eklektik, solcu romantik.” Ama romandaki
Unamuno, elbette bildiğimiz Unamuno değildi, değiştirilmiş bir roman
karakteri... Yani gündelik hayatın içinde ismi farklı olsa da bir Sartre’la
karşılaşmanız olası değil mi zaten, yüzünüze “Cehennem sizsiniz!” diye bağıran.
Bence mümkün.
Luiselli’nin romanındaki Otoban lakaplı baş karakter, 40
yaşına kadar bir fabrikada güvenlik görevlisi olarak çalışan, sonrasında iş
yerinde panik atak yaşayan birini sakinleştirdiği için terfi ettirilip “Şahsi
Kriz Yönetimi”nden sorumlu müdür olan ve bir dans kursunda tanıştığı kişiyle
evlenip, aslında hiç yeteneği olmadığı halde karısının teşvikiyle, 40’ından
sonra modern dansçı olmaya çalışan, başaramayınca da tesadüfen müzayedecilik
kursuna katılıp kimse bilmese de dünyanın en iyi müzayedecisi olduğuna inanan birisi.
Başına gelen her şey, doğumu dahil, bir felaketler silsilesi olmasına rağmen, hiçbir
şeyden etkilenmeden eğlenmesine büyük bir ciddiyetle devam ediyor oluşunu
sevmiştim. Otoban, müzayedede diş satıyordu ve bu dişleri satabilmek için de
dişlere bir hikâye uydurması gerekiyordu. Bay Rousseau’nun dişini satarken
şöyle diyordu örneğin: “Başta kendisi olmak üzere, insanoğlunun özünde iyi
olduğuna canı gönülden inanırdı. (…) Burada gördüğünüz diş öylesine korkunç ki
heykeli yapılsa yeridir.” Otoban, insanların öyle olmak istemediklerinde bile
korkunç ve aşağılık yaratıklar olduğunu düşünüyor, Bay Rousseau’nun pis dişini
yakından incelemek için yüksek paralar teklif ettiklerini görünce. Peki
gerçekte merak edilen o diş midir? Yoksa o dişin hikâyesi mi onları çekiyor,
Rousseau’nun yaşarken herkesten gizlemeye çalıştığı, bu yüzden rahatça
gülemediği…
Luiselli gibi yazarların romanlarını okumanın bende
bıraktığı hissi düşünürken, Elias Canetti’nin yeni çıkan “Sinek Azabı” adlı
kitabındaki gerçekliğe dair sözlerini hatırladım: “Gerçeklik olarak kabul
gördüğü sürece gerçekliğe saygı duymam.” Cannetti, kabul görmeyen gerçeklikle
ilgilenmeyi kendisine dert edindiğini yazmıştı. Kabul etmekte zorlandığımız
gerçekler, daha çok kendimizle ilgili olanlar değil mi? Luiselli gibi yazarların
gücü de bu “gerçeklik”ten kaynaklanıyordu bence.
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Aralık 2017)