İçsel devrim
Posted: 7 Ocak 2019 Pazartesi by bülent usta in
0
Plaza Eylem Platformu’nun sloganlarından birinde geçiyordu
“benliğimiz gasp edilemez” sözü. Gasp edilmesinden kasıt, belirlenmiş bir yaşam
biçimine insanların zorlanmasıydı, ne giyeceğinden nasıl eğleneceğine ya da
nasıl düşüneceğine kadar. Bir yandan insanları belirli kalıplara girmeye
zorlayıp, bir yandan da çalıştığı işte yaratıcılık ve yüksek performans beklenmesi
de bir çelişki…
Benlik, Rein Raud’un “Benlik Pratikleri” kitabında da altını
çizdiği gibi dolaşık bir şeydi; bütün önemli ötekilerle ve insanın benliğini
oluşturan diğer yanlarıyla sürekli bir müzakere halinde varolmaya çalıştığı.
Benliğin bu dolaşık hali, asıl büyük zorluğuydu.
Klinik psikoloji doktora derslerinde, antropoloji eğitimi
almanın, edebiyat ve felsefeyle uğraşmanın avantajlarını görmüştüm. Bahsedilen
her konuda, aklım bir roman sahnesine ya da karakterine gidiyordu. Yaşadığım en
büyük zorluksa, kendi benliğime yönelik gözlemlerimdeydi, bir roman karakteri
değildim çünkü, canlıydım ve içgörüm geliştikçe canım yanıyordu.
O günlerde insanın bir doğası olup olmadığı gibi konularda,
fakültenin kantininde derin tartışmalara girerdik. Bu tartışma, okuldan sonra
Beyoğlu’ndaki, aynı zamanda kafe olan İskenderiye Kütüphanesi’ne taşınır,
Hegel’den, Frankfurt Okulu’ndan kitaplar masaya yığılır, sanki hemen sorumuza
bir yanıt bulamazsak devrim treni kaçacakmış gibi çalışırdık.
Daha sonra Rollo May’in kitaplarında da bulduğum
yitirilişler üzerine kafa yoruyordum en çok. Toplumdaki değer merkezinin,
benliğin ve trajedi duygusunun yitirilişi... Bu yitirişi önlemek içinse,
insanın kendi bilincinin farkına vararak benliğini yaratıcı bir süreç içinde yeniden
üretmesi gerekiyordu. Bu da öyle kolay bir şey değildi, insan kendisini karşısına
alıp yüzleşirse, hatta bu yüzleşmeyi onu reddedebilecek duruma kadar
götürebilirse varoluş mümkün oluyordu. Ama bütün bu teorik bilgiler bir
noktadan sonra işe yaramıyordu. Vapur yolculuğu yaparken arkadaşıma, çaresiz ve
umutsuzca ‘Varoluş imkânsız” dediğimi hatırlıyorum. Yaşadığım çaresizliğin nedeni,
sanki okuyup düşünmenin, farkındalığımın artmasının benliğimi yeniden
üretebilmek için yeterli olacağını sanmamdı. Her genç gibi aceleciydim. Benliğin
dünyayla ilişkisini gözden kaçırıyordum.
Okula giderken, Karaköy’de olta balıkçılığı yapan, 60’ların
öğrenci liderlerinden Sakallı’nın yanına uğramam bu açıdan bir şanstı, birlikte
balığa çıkıyorduk. Sakallı’nın okuduğum kitaplardan haberi yoktu, o daha çok
tarih kitaplarını seviyordu ama o dingin ve kendinden memnun halinde bir şeyler
vardı; kitaplarda yazmayan, yazsa da yaşanmadan fark edilemeyecek bir şey. Denizle,
martılarla, kedilerle arasında, diğer insanlardan farklı bir bağ vardı. Bu
bağın özelliği, dolaysız olmasıydı. Birileri ona kediler güzeldir dediği için
kedileri güzel bulmuyordu. Her şeyin, onun kendi iç dünyasında, kendine özgü
bir anlamı vardı. Fark etmekle, farkındalığı dünyayla ilişkisinde bir bilince
dönüştürmek farklı şeylerdi. Okumak farkındalığı arttırıyordu, ama o
farkındalığı bir bilince dönüştürmek dünyayla kurduğumuz ilişkiyle mümkün
oluyordu, farklı yaşam olasılıklarını görmemizi sağlayan. Sait Faik gibi
yazarları büyüleyen ve yazdıklarında izlerini sürdükleri o giz, böyle bir
şeydi. Benlik, sabit bir şey değildi. Benlik, iç dünyanın sınırlarına
hapsedilip değiştirilecek bir şey değildi. Geçmişten geleceğe doğru uzanan, bir
kısmı bilinçten, bir kısmı bilinçdışından oluşan, akışkan ve geçişken parçalı
bir bütündü.
Sabaha karşı, sisle kaplı denizde usul usul kıyıya doğru yol
alırken, varoluşum dolup taşardı, denizdim, İstanbul’dum, sistim, buluttum…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Nisan 2018)