Lapa lapa

Posted: 6 Ocak 2019 Pazar by bülent usta in
0


-->

Güneş doğmadan kalkmış, köprü trafiğine takılmamak için erkenden belediye otobüsüne binmiştim. Bindiğim otobüs, uzak semtlerden şehrin merkezine işçi taşıyordu her sabah. Sınıf bilincini, günün geri kalanına göre en yoğun olarak idrak ettiğim yer, bu otobüs yolculuklarıydı. Hepimiz aynı yerin yolcusuyduk, tahsillisi tahsilsizi, genci yaşlısı… Otobüste oturacak yer bulanlar, kısa sürede yarıda kalan uykularına dönmüşlerdi. Benim gibi ayakta duranlar, ya akıllı telefonlarına gömülmüş ya da güneş henüz doğmadığından pencereden karanlığa bakmak yerine uyurmuş gibi gözlerini kapatmışlardı.
Ben de gözlerimi kapatmış, yaşadığım güzel bir ânı düşünmeye çalışıyordum. Kungfu Hikmet ile lüfer tutmak için denize açıldığımız gecenin sabahını… Sisle kaplı denizin ortasında, tonoz bağlı ipi çekerken içinde bulunduğumuz kayığın sanki uçarmış gibi sisin içinde yavaşça hareket edişini… Neydi bana güzel gelen şey o anda. Düşsel ve gerçek olarak varlığımı bir bütünmüş gibi hissedişim miydi? Sonra şehrin kalabalığına dönünce dağılıyordu o bütünlük; düşsel olan çekiliyor, doğa sahteleşiyor, itiş kakış bir hayat mücadelesi başlıyordu. Yaşamak için değil, ölmemek için bir mücadele…
Sonra birden burnuma serin bir şey dokundu, sonra başka dokunuşlar. Gözümü açtığımda otobüsün içine lapa lapa kar yağdığını gördüm. Otobüsün üzeri kapalıydı ama içine kar yağıyordu. Koltuklarda uyuyanların üzeri bembeyaz bir karla kaplanıyordu. Biz ayaktakiler şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk ki uyandım rüyamdan. Biri havalansın diye otobüsün penceresini açmıştı ve yüzüme soğuk rüzgâr çarpıyordu, burnum kulaklarım donmuştu. Ayakta uyumuş olduğumu anladım o an.
Rüyanın üzerimdeki etkisini atlatamamıştım ki, pencereyi kapatırken, tam karşımda, giyimine bakarak Suriyeli olduğunu tahmin ettiğim bir kadın gördüm. İki yanına 5-6 yaşlarındaki biri kız biri erkek çocuklarını almış uyuyordu. Çocuklar da başlarını annelerinin göğsüne yaslayarak derin bir uykuya dalmışlardı. İki çocuğun da burnundan sümükleri akıyordu, üstleri başları toz ve kir içindeydi. Erkek çocuğun tişörtünün üzerinde Süpermen vardı, yumruğunu havaya kaldırmış uçmaya hazır. Annenin başına örttüğü yazması kızıldı, esmer yüzünü çepeçevre sarmış. Kadının yaşını tahmin etmeye çalıştım, ama o kadar zordu ki, yaşamın ve zamanın yüzünde bıraktığı izler, karmakarışıktı.
Resim yapma yeteneğim olsa, oturup o annenin ve çocuklarının resmini yapmak isterdim. Bu ne anlama geliyordu? Onların resmini yaparak neyi anlatmış olacaktım? Bu sahnede beni etkileyen şey neydi? Kadının çocuklarını sıkı sıkıya kavrayan kolları mı, kızıl yazmasının yüzüne kattığı anlam mı? Kadının yüzünde gördüğüm şey, savaşa dair televizyonda izlerken hissedemediğim bir şeydi. Televizyon olayları yaklaştırırken uzaklaştırıyordu, peşi sıra gelen başka haberler, araya giren reklamlar, görüntülere durmaksızın yorum bombardımanına tutan spikerler ve uzmanlar…
John Berger, “Görünüre Dair Küçük Bir Teorik Adımlar”da, “teknolojik yenilikler görüneni varolandan ayırmayı kolaylaştırdı” der ve herhangi bir ülkedeki televizyon haber spikerleri için de “gövdesizleştirilmiş olanın mekanik zirvesi” tanımını yapar. Resim yapmayı da her şeyi uçuculaştıran televizyon ve benzeri görüntü üreten ve aktaran aygıtların karşısına koyar: “Resim, diğer bütün sanatlardan daha dolaysız bir biçimde varolanın, insanın içine fırlatıldığı fiziksel dünyanın olumlanmasıdır.”
Otobüs durağa yanaştığı sırada, kızıl yazmalı kadın birden gözlerini açtı. Sanki ona bakıp düşündüğümü anlamış gibi, doğrudan yüzüme baktı. Az evvel huşu için izlediğim tablo canlanmış, izlerken izlenir olmuştum. Çocuklarına Arapça bir şeyler söyleyerek uyandırdı, inecekleri durak yaklaşmış olmalıydı. Çocuklar, gözlerini ovuşturarak ve gerinerek, mutlu bir biçimde uyandılar. Anneleri onların yuvasıydı, nerede olduklarının o an sanki bir önemi yoktu.
Deleuze, “Fark ve Tekrar”da, düşünmeye zorlayan şeyin tanıma değil, karşılaşma olduğunu yazmıştı: “Ancak duyumsanabilir olan şey ruha tesir eder, onu allak bullak eder…” Allak bullak olmuştum. Kadın ve çocukları, henüz daha hava aydınlanmadığı için otobüsten inip karanlığın içinde kayboldular.
Az evvel onların oturduğu koltuğa oturup gözlerimi kapattığımda, yine otobüsün içine lapa lapa kar yağdığını gördüm. 
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Kasım 2017)

0 yorum: