HESAP GÜNÜ

Posted: 14 Haziran 2012 Perşembe by Jade in
0


Hrant Dink cinayeti, zihnimde bastırmaya çalıştığım bütün komplo teorilerini teker teker ortaya çıkarıp sınıyor. Tek tek cinayetten dolaylı ya da dolaysız sorumlu olanların nasıl kollandığı, sırtlarının nasıl sıvazlanıp terfi ettirildiği, belge ve bilgilerin nasıl çarpıtılıp gizlendiği bu kadar ortadayken aslında komplo teorileri kurmaya da gerek kalmıyor. Bu cinayet, kurumlar üstü bir mutabakatla herkesin bir biçimde iştirak ettiği linç ayinine benziyor. Bizler de, Uludere’de bombalar atan savaş uçaklarının üzerimizden geçişini izler gibi, izlemedik mi bu linç ayinini?.. 5 yılda geldiğimiz noktaya bakınca, izleme süresi olarak 5 yılın ne kadar uzun olduğunu unutuyor muyuz yoksa? Sahi, neyi bekliyoruz gerçekten, sorumluların bulunup cezalandırılmayacağından bu kadar eminken. Bizi bu oyunu oynamaya ikna etmişler gibi gözüküyor. Bu ikna sürecini kesintiye uğratacak tek şey, yaşadığımız kedere ve yasa sıkı sıkıya bağlanmak olacak sadece...

Her 19 Ocak, benim için 5 yıl önceki 19 Ocak’la aynı olacak hep… Bunun değişeceğini de hiç sanmıyorum. Tüm sorumlular teker teker bulunup cezalarını çekseler bile, ben her 19 Ocak’ta Hrant Dink’in öldürüldüğü yere gidip yasımı tutmaya devam edeceğim. “Hrant ölmedi, yüreğimizde yaşıyor” filan deyip kendimi avutmayacağım da… Çünkü cinayetten sorumlu olanların cezalandırılması, sadece bizlerin ve bizden sonraki kuşakların bir daha böyle cinayetler yaşamaması ya da tanık olmaması için önemli olacak, o kadar… Bu durum, Hrant Dink’in öldüğü, bizimse yaşadığımız gerçeğini değiştirmeyecek, değiştirmiyor. Yaşadığımız hiçbir yası ertelemez ve yasımızı ne kadar yoğun yaşarsak yaşayalım pes etmezsek, o yas bize kendimizle ilgili pek çok şey öğretmeye devam edecek kuşkusuz. Bu yüzden “Hrant’ın Arkadaşları”nın 19 Ocak için yaptığı çağrıyı yüreğinde hisseden herkes, o uzun ve meşakatli yürüyüşe mutlaka katılmalı. Yürünecek mesafeyi uzun ve meşakatli yapan şeyse, elbette yaşanan yasın derinliğinden başka bir şey değil.

Yarın gerçekleşecek olan yürüyüşte istediğim tek şey sessizlik aslında. Kimse konuşmasa, boş sözler vaatlerle oyalamasa insanları… Kendimize, düştüğümüz, düşürüldüğümüz hallere, katilleri koruyup besleyenlere şöyle dışarıdan bir bakabilsek, Hrant Dink’in ölümüne tanık olmanın bizi nasıl değiştirdiğini görebilirdik. Değiştik… Kimimiz bu değişimi hissediyor, kimimiz de farkında değil henüz. Ne zaman kendimizi ciddiye alır ve içimize dönüp bakmayı mesele edinirsek, yoksul köylülerin savaş uçaklarıyla bombalanmaya devam edildiği bu toprakların bir iç savaş bataklığına dönüştüğünü ve sonu gelmeyen katliamlar tarihinin ardındaki o acımasız gerçeğin farkına varırdık belki. Çorum’da, Maraş’ta, Dersim’de ne olduysa, aynı şey bundan 5 yıl evvel Hrant Dink’e oldu. Katliamları yapanlar ve yapanları kollayan ya da teşvik edenler, aynı maskeleri taşıyorlardı yüzlerinde, hiç çıkarmadılar o maskeleri, çıkarmaya da hiç niyetleri yok. Bazen gazeteci, bazen politikacı, bazen bürokrat ya da sıradan vatandaş gibi belirdiler, beliriyorlar karşımızda. Halbuki bir linç çetesinin üyesiler sadece. Biri, yazdığı haber ya da köşe yazısıyla, gazetesine attığı manşetle; diğeri, verdiği demeçler, tayin ettiği bürokratlarla; bir başkası da sokaklarda elinde sopayla dolaşıp öğrencilere, işçilere saldırarak linç ayinine hep birlikte katıldılar, katılıyorlar...

Bizim asıl sormamız gereken en önemli soru, bu linç çetesi nasıl olup da aramızda barınabiliyor? Nasıl olup da, işsiz bir gencin eline rahatlıkla silah verip, tek derdi hakikati dile getirmek olan, binbir türlü zorlukla yaşamını sürdürmüş ve içindeki sevgiyi beslemekten geri durmamış bir insanı öldürmesine seyirci kalınabiliyor? Bu soruya kimse genel yanıtlar vermesin. Rakel Dink, o unutulması imkânsız konuşmasında, bir bebekten katil yaratan karanlığı, tüm çıplaklığıyla zaten önümüze koymuştu. Peki biz ne yaptık o karanlığın karşısında? Ya da o karanlığın ne kadar dışına çıkabildik bu beş yıl içerisinde? İşte bunun hesabını vermemiz gerekiyor kendimize. Belki de kendi iç mahkememizi kurup, kendi kendimize dava açmamız gerek. Mesela hâlâ Hrant Dink’i hedef gösteren gazeteleri okuyor musunuz? Mesela hâlâ, cinayeti aydınlatılmasından sorumlu olan hükümeti, tüm bu olup bitene rağmen desteklemek gerektiğini düşünüyor musunuz?  Düşünüyorsanız, neden? Hrant Dink, sizin babanız, eşiniz, çocuğunuz, kardeşiniz ya da yakın bir dostunuz olsaydı, şu an sahip olduğunuz düşüncelerde bir değişiklik olur muydu? Hrant Dink’i öldüren zihniyetten ne kadar haberdarsınız ve o zihniyetle nasıl mücadele edileceğini biliyor musunuz? Yaşadığınız toplumdaki diğer insanlara ne kadar güveniyorsunuz? Yaşadığınız toplum, size ne kadar güvenebilir ya da güvenmeli midir? Başınızın belaya gireceğini bildiğiniz halde, sahip olduğunuz hakikati başka insanlarla paylaşmayı göze alır mısınız? Eğer göze alamıyorsanız, hakikati dile getirmek için canlarını dahi feda edecek insanlar için ne düşünürsünüz? Her şeyi tiye alarak yaşamak, size ne kadar doğru geliyor? Sadece ünlü olmak, para kazanmak, güç ve iktidar sahibi olmak için yazan, yaşayan, çalışan ve çıkarları için yalanlar söyleyen insanların sayısında bir artış görüyor musunuz? Eğer insanların daha da bencilleştiğini düşünüyorsanız, kendinizi yeterince bencil olmamakla suçladığınız ve onlara benzemek için çabaladığınız oluyor mu? Siz bu hayatta gerçekte ne istiyorsunuz? Huzur ve mutluluğun bireysel olup olmadığı meselesini düşünüyor musunuz? Huzur mu, hakikat mi diyerek tercihte bulunmanız istense, neyi tercih edersiniz: Hakikatsiz huzur mu, yoksa huzursuz hakikat mi? Yoksa, hakikatin huzurlu bir şey olabileceğini mi düşünüyorsunuz?

Hesap günü 19 Ocak geldi... Biz buradayız, siz neredesiniz?

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 18 Ocak 2012)

RİSUS PURUS

Posted: by Jade in
0


Karmakarışık düşler görüyorum her gece. Gördüğüm düşlerden birisi beni fena etkiledi: Güya sokakta yürüyorum ama sokakta gördüğüm insanların giysileri içinde bedenleri yok. Mesela birisi yağmurun altında şemsiyesiyle yürüyor ya, şemsiyeyi tutan el gözükmüyor, tıpkı giydiği şapkasının altında başının olmaması gibi. Paniğe kapılıyorum sokakta ve ilk yaptığım şey önünden geçtiğim bir mağaza vitrininin camından kendime bakmak oluyor. İşte tam o bakma anında kan ter içinde uyanıyorum. Korktuğum şey, kendimi vitrinin camında görememek…

Foucault’nun kulağını çınlatıp “biyoiktidar” yaklaşımıyla gördüğüm bu düşü yorumlamak mümkün elbette. Özellikle Uludere katliamıyla birlikte, iktidarın nesnesi olan insan bedenine yönelik politikaların vahşetine tanık olduktan sonra. Genel prensip şudur: Öteki ve aşağı olarak görülenlerin bedenleri, ileri ve güvenilir olanların güvenliği için feda edilebilir. Bunun böyle olması için, birilerinin emir vermesi filan da gerekmez. Doğal ve haklı bir davranış olarak görülür bu. Uludere’de rahatça hata yapma hakkına sahip olan bir asker, o hakkı, varsayalım ki aynı sıcak çatışma ortamına sahip Türkiye’nin batısında bir bölgede bu kadar rahat kullanabilir miydi?

Uludere katliamının bile insanların vicdanlarını yeterince harekete geçiremiyor oluşu, Van depremi yaşandığında tanık olduğumuz olaylar, vicdan ve siyaset arasındaki ilişkiyi sorgulamamızın ne kadar acil ve mühim olduğunu gösteriyor aslında. Bana öyle geliyor ki, çoğunluk kendine dışarıdan bakmayı unutmuş. İnsanlar kendilerine sadece ekranlardan, vitrinlerden, aynalardan bakabiliyor ve gördükleri şey, -tıpkı iktidarın kendilerine bakışı gibi- bedenlerinden başka bir şey değil. Bu bakış, vicdanları sığlaştırıp iktidarların kolayca şekil verebileceği bir oyun çamuruna dönüştürüyor. Sanmayın bu durumdan sadece denetim altındaki kitleler etkileniyor. Solun da kendisine dışarıdan bakma ve vicdanını değerlendirme yetkinliği epeyce zayıflamış durumda. Epeyce diyorum, eskiden de pek güçlü değildi zaten. Simon Critchley’in 2010’da Metis Yayınları’ndan Tuncay Birkan çevirisiyle çıkan “Sonsuz Talep” adlı kitabı, bu açıdan ilginç bir tespit barındırıyor. Critchley, vicdan sahibi olmayı mizah duygusuyla birlikte ele alıyor kitabında. Çünkü mizah, insanın kendi kendisiyle örtüşmeme deneyimidir ve bu örtüşmeme hali, ancak Beckett’ın “risus purus”unda olduğu gibi, insanın kendisine dışarıdan bakarak gülümsemesiyle mümkün olabilir. Çünkü insan, olduğu maddi bedeniyle sahip olduğu düşünme deneyimi arasındaki mesafeyi, sadece kendine dışarıdan bakabilirse görebilir. İnsanın kendini olduğundan daha farklı düşünmesi, kendisini fazlasıyla ciddiye almasıyla sonuçlanır ki, bu da etik bir özne olarak vicdanı üzerinde çalışmasını engeller aslında. Vicdanı, Tanrı’nın içimizdeki bir faaliyeti ya da bize doğuştan gelen bir özellikten çok, kendi kendimize yaptığımız bir şey olduğunu anlarsak eğer, vicdanla siyaset ya da sanat arasındaki o doğrudan ilişkiyi de görmemiz mümkün olabilir. Bunu yapabilmek içinse, kendimize dışarıdan bakabilmeyi de öğrenebilmemiz gerekir ki, sanatın ve edebiyatın en önemli etkinlik alanı da bu olsa gerek. Bu yüzden sanatçılardan, yazarlardan ve gazetecilerden oluşan bir grubun Uludere’ye giderek gözlem yapması çok önemliydi. Oraya giderek sadece yakınlarını kaybedenlerin acılarını paylaşmadılar, ya da baktıkları şey sadece katliam değildi, bize ve kendilerine de baktılar aynı zamanda. Neyle karşılaşacaklarını biliyor olmalarına rağmen, üstelik her şey sonlanmış, ölüler gömülmüş olduğu halde, ülkenin öteki kıyısındaki o derin çaresizliği yaşayarak döndüler ve gördükleri şeyleri ne kadar çok ve ne kadar çıplak anlatırlarsa o kadar çok insanın vicdanını sarsacaklarını düşündüler. Çünkü vicdanları, sonsuz bir sorumluluk duygusuyla parçalanmıştı. Onların parçalanmış vicdanlarında yaşadıkları acıyı, üzerlerinde taşıdıkları sorumluluk duygusunu paylaşarak dindirebiliriz sadece. Bu yüzden geçen Cumartesi Taksim’de gerçekleşen “barış ve adalet için sen de bir ses çıkar” eylemine katıldım. Önceki yazılarımda bahsettiğim “her sözü anında yutan ve anlamsızlaştıran o derin sessizliği” belki de bu eylemlerde çıkan seslerle bozmak mümkün olacak.

Simon Critchley, Judith Butler’ın “Kırılgan Hayat”tından şu cümleyi alıntılamış kitabında: “Bu gerçekle yüzleşelim artık. Birbirimiz tarafından çözülürüz.” Keder deneyimi, Butler’a göre, insanları birbirine bağlar ve başkasının talebine açık olmamızı sağlar. Keder ve yas, insanı “duygulanımsal bir kendi kendini mülksüzleştirme”ye götürür ve bu da onu siyasal ve etik bir özne haline getirir ki, Kürtlerin politikleşmesindeki ivmenin sonlandırılamayışında, yaşadıkları o derin kederin ve bitmeyen yas sürecinin mutlaka bir etkisi olsa gerek. Ama keder ve kanayan vicdan, öfke de yaratır. Ortaya çıkan bu öfke, insanları harekete geçiren siyasi itkilerin başında yer alır genellikle. Aydınların önemli bir kısmı, bu öfkesini, hükümetle, mahkemelerle ya da yaşanan süreçle dalga geçerek yatıştırıyor gibi geliyor bana. İktidarın aptalca gibi gözüken, kendi kendisini tiye alan yaklaşımına gülmek yerine, ağır bedelleri olan bu aptallıklara karşı öfkelenmek gerekmiyor mu? Tüm bu dava süreçleri, bakanların tuhaf çıkışları, Ahmet Şık’ın tutuklanması gibi mantıksız pek çok şeyi ironi yaparak yumuşatmak, iktidarın toplumu siyaset dışına atma çabasına ortak olmaktan başka bir işe yaramıyor. Eğer dalga geçeceksek, Beckett’ın “risus purus”unda olduğu gibi kendimize dışarıdan bakıp gülelim, gülelim ki içimizdeki öfke dinmesin, daha da artsın.

12 Eylül Askeri Darbesi’nin silah zoruyla yaptığı şeyi, bugünkü iktidar siyasetin, yargının, medyanın baskısıyla yaparak, toplumu pasifleştirip siyasetin dışına atma k istiyor. Yaşadığımız şeyin “sivil darbe” olduğunu daha nasıl göremeyiz hiç bilmiyorum. Toplumu siyasetsizleştirmeye yönelik bu “sivil darbe”yle mücadele edebilmek için, öncelikle vicdanların özgürleştirilmesi için çabalamak gerek. Katliamlara, haksız tutuklamalara, sansüre ve baskıya karşı etik bir mücadele için biraraya gelerek, insanla iktidar arasındaki gittikçe derinleşen o çatlaktan içeri sızmak lazım...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 11 Ocak 2012)

BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

Posted: by Jade in
0


Paul Celan, 1958’de Ingeborg Bachmann’a yazdığı mektuba şöyle başlar: “Huzursuz zamanlar, Ingeborg. Huzursuz, tekinsiz zamanlar. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten: Çoktan gelmişti bile.”

Uludere katliamını düşünürken, nedense beynimin içinde Celan’ın bu sözleri çınlayıp durdu. Çoktan gelmişti bu katliam, çoktan, onlarca yıl önce atılmış o bombalar, ancak şimdi düşmüştü o köylülerin üzerine. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten. Daha düşeceği zamanı gelmemiş ne çok bomba var gökyüzünde bir bilseniz. Daha ne çok mermi var namludan çıkacağı zamanı bekleyen…

Aslında ne zaman hepimiz Uludereli olduğumuzu anlar ve 12 yaşında bir çocuğun mazot katırlarının peşinde dağlarda neden gezdiğini kendimize sorar ve elli lira için canını tehlikeye atan insanların üzerinden geçen yüz binlerce dolar değerindeki uçakları ve o uçakların attığı pahalı bombaların ölümcül varlığını yüreğimizde hissedersek, işte belki o zaman, bütün düşmemiş bombaları havada infilak ettirmenin olanakları üzerinde kafa yormaya başlarız. Ama şimdi sadece gürültülü bir sessizliğin içinde katliamları ve bu katliamlarda ölenlerin gölgelerini izliyoruz.

Edebiyat ve sanat, henüz patlamamış bombaların varlığını tespit etmemiz için algılarımızı açacak çarelerin yeri olmalıyken, bireysel özgürlüklerin aşındırıldığı bu siyasi iklime uyum sağlama aracına dönüştürülmek isteniyor. Ama siz boş verin edebiyatı ve sanatı... Militarizmin santim santim işgal ettiği bu topraklarda, mümkün olan edebiyat ve sanat, sadece hülyalara dalma işine yarar. Bir doz daha alır ve kapatırsınız gözlerinizi. Havadaki henüz patlamamış bombalar, henüz yazılmamış kitapların ağırlığıyla düşerlerken üzerinize, gördüğünüz şeyi bir havai fişek gösterisi bile sanabilirsiniz. Nasıl başka türlü olabilirdi ki zaten.

Yoksul bırakılmış zorlu bir coğrafyada yaşıyoruz. Yoksul ve eğitimsiz... Devlet, ulusunu eğitme projesini bile yeterince gerçekleştirememiş, yani modernleşememiş, yani projeleri hep yarım yamalak kalmış, her şeyi yarım yamalak yaptığı için hırçınlaşmış, hırçınlaştıkça kendi ulusunu düşmanı olarak görüp korkmuş hep ondan. Çünkü daha baştan hatalıymış, aceleye getirilmiş bu modernleşme projeleri, modern katliam düzeneklerine dönüşmüş zamanla, çaresiz kalmış...

Uludere katliamı, yaşanılan bu büyük çaresizliğin bir sonucundan başka bir şey değil. İliklerimize kadar işlemiş militarizm belası, katliamlar tarihinin sonunu getirmeyecek hiçbir zaman. Çünkü çoktan gelmiş olanı engelleyemezsiniz... Uludere katliamı bile, insanların vicdanlarını sarsamıyorsa yeterince, mazeretler ve açıklamalarla bulanıklaştırılıyorsa ölülere ait gölgeler, bilin ki bu yaşananlar, daha büyük acıların provasından başka bir şey değil.

Fernando Pessoa, “Huzursuzluğun Kitabı”nda, “soğuk bir el boğazımı sıkıyor, hayatı solumamı engelliyor. içimdeki her şey ölüyor –hatta düş kurabildiğime olan güvenim bile!” diye yazmıştı.

İlla yüz binlerce dolarlık uçaklardan atılan bombalarla ölmem gerekmiyor militarizmin o soğuk elini boğazımda hissedebilmem için. Bu yazıyı yazarken, o soğuk el, boğazımı azar azar sıkıyor sanki ve nefes alamayıp kendi içime kıvrılırken, okulların, fabrikaların, geçit törenlerinin içinde kaybolduğumu hissediyorum. Nasıl da titizce hesaplanmış her şey, tüm sınırlar, kurallar, ezberletilen sözcükler ve uçakların bombalarını bırakacağı koordinatlar...

Bana acı gelen şey, Uludere’de olduğu gibi yaşanan her katliamın, sadece insanları değil düşleri de öldürüyor oluşu... Düşlerin öldürülmesinden daha fena bir sessizlik olmasa gerek. Ve Uludere’de yaşananlardan sonra, daha bir sessiz her şey...

Yazı masamın başında oturmuş, boynumdaki soğuk elin varlığını hissederek pencereden sokağa bakıyorum. Boynumdaki el, ben hayal kurdukça sıkıyor boğazımı azar azar. Pessoa’nın “büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgidir” diye yazmıştı. Karşımda iki seçenek duruyor bu durumda: Ya büyük hayaller kurup o hayallere inanacak ve boğazımı sıkacak o el ile ölümüne mücadele edeceğim, ya da basit bir hayalperest olarak kurduğum hayallere sığınıp o soğuk elin varlığını unutacağım...

Siz hangisini tercih edersiniz bilmiyorum ama, büyük hayallere daha çok inanasım geliyor tanık olduğum her katliamdan sonra.  Ve boynumdaki o soğuk elin, düşlerimi öldürmek için çaresizce çırpınıp durduğunu hissediyorum. Büyük çaresizliğimizle besleniyor büyük hayallerimiz...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 4 Ocak 2012)

ZEYNO'NUN SİHİRLİ GÜLÜŞÜ

Posted: by Jade in
0


Gazetemiz muhabirlerinden Zeynep Kuray da tutuklanan gazeteciler arasına katıldı. Dışarıda daha azız şimdi. Daha da azalacağız böyle giderse. Ama Zeynep Kuray’ın tutuklanması sadece hüznümü çoğaltan bir şey olmadı. Çünkü onun polislerin arasında zafer işareti yaparken ki gülüşü, kırmızı bir karanfil gibi paltomun yakasına ilişti. Şimdi yürüyorum ya sokaklarda, o yakama bir karanfil gibi ilişmiş gülümsemeyi de yanımda taşıyorum bir sihir gibi. Yıldırım Türker de yazmıştı o gülümsemeyi köşesinde. Demişti ki “Deli kız, ne de güzel gülümsemiş. Bayram değil. Seyran hiç değil. Ama edepsizlik bu ya, ‘kimse gülüşümü benden alamaz’a tutunmuş bize selam yolluyor.”

Yıldırım Türker, o gülüşte bir meydan okuyuştan çok, “bunca ölüme bunca zulme, bunca adaletsizliğe karşı ne yapmalıyı çözüvermiş” birisinin sevincini, umudunu görüyor. Bense o gülüşte, gerçek bir meydan okumanın kıvancına tanık oldum. Önceki yazımda, Jean Teulé’nin “İntihar Dükkânı” adlı romanındaki, dükkân sahiplerinin tüm çabalarına rağmen gülmesini engelleyemedikleri Alan adlı çocuklarından bahsetmiş ve “her sözü anında yutan ve anlamsızlaştıran o derin sessizliğin yutamayacağı” ve o “sessizliği besleyen işlevsiz ve kötücül kurum ve anlayışların saygınlığını yıkacak” olanın böyle bir gülüş olacağından bahsetmiştim. Işte Zeynep’in gülüşü, tam da bunu yapıyor, intihar dükkânına dönüşmüş bu ülkeyi kaplayan korku sisini gülüşüyle aydınlatıyor. Ahmet Şık, 27 Aralık’taki duruşmada ara verildiği zaman, gazeteci meslektaşlarına dönüp “arkadaşlar, yakında hepinizi bu tarafa bekliyoruz” diye espiri yaparken de aynı sihirli gülümseyiş vardı yüzünde.

Kendimizi, yaşadığımız acıları, korkuları ve daha pek çok şeyi öylesine ciddiye alıyoruz ki, tüm bu ciddiye aldığımız şeyler bizi kuşatıp azar azar yok ediyor bir yandan. Her şeyden ürker ve korkar hale gelmekten daha büyük bir yabancılaştırıcı güç olmasa gerek. İktidarlar, korkunun bu sihrini başarılı bir biçimde kullanarak insanlara ıstırabı doğal bir şeymiş, neşeyi de çekilen ıstırabın bir ödülü, bir bedeliymiş gibi benimseterek güçlerine güç kattılar hep. Bütün bir hafta aşağılanıp eziyet gören insanların, hafta sonu koşarcasına gittiği eğlence mekânlarının bana biraz hüzünlü gelmesi bu yüzden belki de… İnsanların türlü eziyetler çekerek sahip oldukları makam, unvan ve konforu kaybetme korkusunun Zeynep’in yüzünde zerrece bulunmamasıdır belki de o gülümsemeyi sihirli yapan şey… Zaten kendisi de, “neden gülümsediğini” soranlara, “gülmek ideolojik bir ayrıcalıktır” diye yanıt vermiş. Ama Zeynep’in gülümseyen gözlerinde, başına gelecekleri çok önceden biliyor olmanın rahatlığını da görmek mümkün. Soğuk ve yağmurlu bir günün şafağında evi basılan birisi, başka türlü nasıl bu kadar olağan karşılayabilir yaşadığı eziyeti? Uykusuz ve aç bir halde 12 saat süren gözaltı işlemlerinin ardından, nasıl olur da zafer işareti yapıp gülümseyebilir kameralara bakıp? Çünkü biliyordu başına gelecekleri. Bir gazeteci olarak olup biten her şeye çıplak gözlerle baktığı için, korkularına mahkûm insanların göremediği ya da görmek istemediği her şeyi görebiliyordu, onun gördüğü her şeyi, yaptığı haber ya da röportajlardan okuyabildiğimiz gibi...

2011’in son yazısını, yazarı olduğum gazeteden bir gazetecinin tutuklanmasıyla ilgili olacağını elbette bilemezdim. En fazla, tahmin edebilirdim, ama insan olacak kötü şeyleri aklına getirmeyi sevmez. 2012’de başımıza daha nelerin geleceğini görebiliriz Ahmet Şık’la başlayıp Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu ve en son Zeynep Kuray’la devam eden tutuklamalara bakarak. Sanmayın ki, tutuklanan sadece Zeynep Kuray. Zeynep Kuray’ın yazdığı gazete de, o gazetenin temsil ettiği değerler de bugün demir parmaklıkların ardında. Sadece Zeynep değil, Zeynep’le birlikte hepimiz, hayata her tutuklamayla kalınlaşan demir parmaklıkların ardından bakıyoruz artık.

Duydunuz İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in terörle mücadele stratejisini: “Bir tarafta da terörün silahsız yapısı. Silahlıya destek veren yapı. Yani yardımcı kuvvetler. Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız, bunları hepimiz bilmek durumundayız. Terör, terörle mücadele, bir de mücadele edenle mücadele eden bir yapı var. O psikolojik harekatın farkındayız.” Ve şöyle devam ediyor konuşmasına: “Ben söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor. Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam.”

İşte bu noktada devreye giriyor Zeynep’in, Zeyno’nun sihirli gülüşü… Gülüyor bu sözlere; gülüyor bize, her şeye, kendisine… Soğuk ve yağmurlu bir günün sabahında 12 saat boyunca aç, uykusuz ve üşümüş gibi gülmüyor ama hiç. Öylesine masum, çocukça ve her şeyi gören gözlerle gülüyor…

Yakama bir karanfilmiş gibi ilişmiş o sihirli gülümsemeyle birlikte yürüyorum sokaklarda. Hava soğuk, hem de çok soğuk olsa da, gülümsüyorum gökyüzüne bakıp… Lütfen siz de gülümseyin...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 28 Aralık 2011)

SESSİZ YIKIM

Posted: by Jade in
0


Gazeteleri, sanki sevdiğim birisinin ölüm ilanını görecekmiş gibi derin bir huzursuzlukla karıştırırım genellikle. Ölüm haberleri de zaten hiç eksik olmaz. Ama bu ölüm haberlerinden daha çok, içine hapsedildiğimiz o tuhaf sessizlik ürkütücü gelir bana… Tuhaf diyorum, çünkü bu sessizlikte herkes konuşuyormuş gibi yapıyor, konuşuyor gibi yaptıkça da daha bir sessizleşiyor sanki herkes. Bu öylesine berbat bir sessizlik ki, denizin demiri çürütmesi gibi içine aldığı her şeyi yavaş yavaş silerek kendisine benzetiyor. Belki hatırlarsınız, “denizin dibinde Hatçem demirden evler” diye başlayan bir türkü vardı, imkânsız olanı anlatmak isteyen...

Bu tuhaf sessizliği yarmak hiç kolay değil, çünkü sessizliğin ezdiği geniş bir kesim, huzuru benliklerini feda ederek yaşıyor. Bu feda ediş yüzündendir belki de şiirin daha az okunur hale gelmesi. Sadece şiirin değil, edebiyatın ve sanatın da toplum hayatındaki önemi hiç olmadığı kadar gerilemiş durumda. Bakmayın siz çıkan kitaplara, dergilere, bir avuç insanın sanat ve edebiyat için çırpınışına… Sessizlik tüm dergileri ve kitapları kolayca yutacak kadar genişlemiş durumda. Belki de, -belki de diyorum- sanatın toplum hayatından geri çekilişinde, acaba sanata duyduğumuz aşırı saygının payı var mıdır? Geçenlerde Metis Yayınları’ndan Kojin Karatani’nin “Derinliğin Keşfi” adlı kitabı çıkmıştı. O kitapta Futabatei Şimei’nin şu sözleri alıntılanmış: “İnsanların felsefe ve edebiyata şükran duygularını sunmakta acele ettiklerini düşünüyorum. Bir kere bunlara şükrana falan gerek yok, bunlar sahte ifadeler. Ne zaman ki edebiyat ve felsefenin değeri konusunda köklü bir şüphe duyabilirsek, işte bunların gerçek değeri anlaşılacaktır bence.”

 Sanırım Şimei’nin bu sözlerinde haklılık payı çok büyük. Geçmişteki devrimcilere, sanatçılara, yazarlara karşı duyduğumuz şükran duyguları, onları ve yaptıkları şeyleri doğru bir biçimde değerlendirişimizi engelliyor olabilir. Şimei demiyor ki, saygısız olalım, hepsini kaldırıp çöpe atalım. Diyor ki, köklü bir biçimde şüphe duyalım, bakalım onlardan geriye ne kalacak?

Bugün herkes her şeyden şüphe duyma noktasına geldi. Ama henüz kimse köklü bir biçimde şüphe duyma cesareti gösteremiyor. Korkularımız, şüphelerimizden çok daha derin olmasa, her şey daha kolay olabilirdi belki. Mesela Cumhuriyet’in değerlerinden şüpheye düşecek olsak, aklımıza öncelikle en beter senaryolar geliyor, getiriliyor. İlk söylenen söz, şeriat mı istiyorsun oluyor ya da bölünürüz korkusu hortlatılıyor bıkmaksızın. Ya da sol geleneğin militarizmi ve modernleşmeyi nasıl algıladığıyla ilgili şüpheye düştüğümüz an, hemen bir art niyet sorgusuyla karşılaşabiliyoruz. Ama köklü bir biçimde şüpheye düşmediğimiz sürece, bahsedilen şeylerin gerçek değeri nasıl ortaya çıkabilir, başka bir şey söyleyebilmek nasıl mümkün olabilir?

Şimei’nin önerisini edebiyatımıza uyguladığımızı ve bütün bir edebiyat tarihimizi yeni baştan okuyup yazmaya kalkıştığımızı bir düşünün, daha böyle bir şeyin telaffuzu bile birilerinin tüylerini diken diken etmeye yetecek muhtemelen. Korkulan şey, ortaya çıkacak enkazın büyüklüğünden çok, o enkazın içinde zorlanmadan yaşamaya alışmış bir kesimin, ortada kalacak olması da olabilir. Edebiyatımızdaki sessizlik, işte bu yüzden tıpkı siyaset dünyamızdaki sessizliğe derinden bağlı. Çünkü uzun yıllardır, edebiyat memurlarını edebiyatçı diye öne süren, her şeyi açık ya da gizli kontrol eden bir sistemin içine hapsolmuştuk. Şimdi yavaş yavaş her şeyden şüphe edilir, sorgulanır bir döneme girmiş gibi gözüksek de, devletin ulusu eğitme misyonu yerine piyasanın insanları sömürme ve şekillendirme anlayışıyla kuşatılıyor oluşumuz, önceki süreci aratmayacak, hatta daha vahşi ve kontrolsüz oluşuyla, geriye daha beter bir enkaz bırakacakmış gibi gözüküyor. Her şeyi içine alıp yutan derin bir sessizliğin içinde, olup bitene seyirci kalıyor oluşumuz da cabası... Söylediğiniz her sözü,  yıldızları yutan kara delikler gibi anında yutan bir sessizlikten bahsediyorum çünkü. Sözün, belki de hiç olmadığı kadar değerini yitirdiği bu sessizlik yüzünden, dağlardan gelen ölüm haberleri eksik olmadığı gibi, edebiyat ve sanat da kendisinden daha fazla şey kaybedecek...

Jean Teulé’nin “İntihar Dükkânı” adlı bir romanı var. Sel Yayıncılık’tan çıktı daha yeni. İntihar etmek isteyenlere, intihar malzemeleri satan bir dükkândan ve dükkânı işleten aileden bahsediyor roman. Animasyonu da yapılmış bu romanda benim ilgimi çeken şey,  dükkânı işleten ailenin yaptıkları işi ciddiye alışları, hatta işlerini yaşambiçimine dönüştürüp, gerçekte bir tür kamu hizmeti veriyor olduklarına inanıyor oluşları. Dükkân sahipleri, yılda yüz elli bin intihar girişiminden sadece on iki bin girişimin başarıya ulaşmasına fena halde üzülüyorlar. Haksız da sayılmazlar, başarısız girişimler yüzünden pek çok kişi felç geçirip, zaten katlanamadıkları hayata daha beter ve çaresiz bir biçimde katlanmak zorunda kalıyorlar. Ama dükkânı işleten ailenin, bu istatistiklerden çok daha mühim bir sorunu var: Alan adlı çocukları, diğer çocukları gibi somurtkan bir çocuk değil. İntihar malzemesi almaya gelen müşterilerin yanında gülümseyerek, dükkânın o karanlık atmosferini bir anda dağıtabiliyor. Çocuğun gülümsemesi, ölümün o saygıyla karşılanan sessizliğini kolayca paramparça edebiliyor. Bir çocuğun gülümseyişinden daha çok hayata çağıran başka bir şey yoktur herhalde...

Bizim de, bir “intihar dükkânı”na dönüşen bu ülkeyi kahkahalarıyla sarsacak bir çocuk bakışına ihtiyacımız var. Her sözü anında yutan ve anlamsızlaştıran o derin sessizliğin yutamayacağı tek şey, belki de o sessizliği besleyen işlevsiz ve kötücül kurum ve anlayışların saygınlığını yıkacak bir gülüş olacak... Ölüme dahi dil çıkartıp gülen bir sanat... 

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 21 Aralık 2011)

PİNOKYO HAVLAR

Posted: by Jade in
0


Çocukken görünmez olmakla ilgili çok hayal kurduğumu hatırlıyorum. Sanırım pek çok kişi, benzer hayaller kurmuştur. Kurduğum o hayallerden kurtulamadığım için belki de edebiyata ve sanata bu kadar ilgi duyuyorumdur kim bilir... Peki neden başka bir şey değil de görünmezlik hayalleri kurardım? Sanırım özgür olma istenciyle alakalı bir şeydi görünmez olmak. Eğer bir tane görünmezlik pelerinim olsaydı, istediğim zaman okuldan ya da evden kaçar, dilediğimce sokaklarda gezer, girmemin yasak olduğu yerlere girip merak ettiğim her şeyi öğrenebilirdim. Üstelik “görünmez” olduğum için başıma kötü şeyler de gelmezdi. Görünmezlik, özgürlüğe bedelsiz kavuşma imkânı sunacaktı.

Aradan yıllar geçti ve bir gazete yazarı olarak görünmezliğe duyduğum ihtiyaç daha da arttı. Mesela şimdi öyle bir pelerinim olsaydı, kapalı kapıların ardından dönen kirli oyunlardan rahatlıkla haberdar olur, işkenceleri ve gözaltında kayıpları rahatça araştırabilirdim. İzmir’de karakolda polislerden acımasızca şiddet gören kadını görünmezlik pelerinimle kurtarabilirdim mesela. Düşünsenize, o polis, tam elini kaldırıp kadına vuracakken, kadın kayboluyor karakoldan. Ya da polis, demokratik ve parasız eğitim için gösteri yapan öğrencilere müdahale edeceği zaman, öğrenciler görünmezlik pelerinleriyle bir anda ortadan kaybolup meydanın başka bir yerinde beliriyor...

Ama öyle bir pelerinim yok maalesef. Görünmezlik pelerini yokluğunda, görünmeyen şey diye bir şey olmadığını keşfetmem de uzun sürmedi. Gizli olan bir şey yoktu aslında. Her şey o kadar ortada ve alenen yapılıyordu ki, bu defa görünen şeyleri görünmezleştiren başka bir gücün varlığına kafa yorar oldum.

Mesela, Hopa davasından tutuklular serbest bırakılınca, seçim meydanlarında Hopalılara eşkıya diyen, Hopa’da yaşananları protesto ettiği için polisler tarafından linç edilmeye çalışılan Dilşat Aktaş hakkında “Ankara'da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem” diye konuşan Başbakan’ı düşündüm. Nasıl da kendisinden emin bir şekilde, yaşanan o olayların aslında başka anlamlara gelebileceğini dile getirmiş ve bunu da milyonlarca kişiye kabul ettirebilmişti? Ya da basın özgürlüğü konusunda, inanılmaz tuhaf olaylar ve haksız suçlamalarla tutuklanan gazetecilere rağmen, öyle bir hava estiriliyor ki, sanırsınız basın özgürlüğü konusunda en iyi dönemi yaşıyoruz.

Bu şehirde görünmez olabileceğim tek yer olan Balıkçılar Kahvesi’ne gidip, deniz kenarında bir masaya oturdum ve Giorgio Manganelli’nin Sema Rifat çevirisiyle Alef  Yayınevi’nden çıkan “Pinokyo: Bir Paralel Kitap”ı okumaya başladım. En çok bir şey okurken ve yazarken görünmez olmayı isterim. Bunu da sözcüklerden yapılma bir koridordan başka bir dünyaya geçerek başarırım…

Beni heyecanlandıran bir yazar olarak Manganelli’yi 2006’da yine Alef’ten çıkan “Centuria. Yüz küçük Irmak Roman”la tanımıştım ve bu yeni kitabını da uzun zamandır merakla bekliyordum. Kitaba kavuşmanın heyecanıyla ve Sema Rifat’ın çevirisiyle gerçek bir edebiyat lezzeti yaşayacağımdan emin olarak Balıkçılar Kahvesi’nin yolunu tuttum hemen. Manganelli, Carlo Collodi’nin bir çocuk romanı olan “Pinokyo”ya paralel bir kitap olarak yazmış bu kitabı. “Pinokyo”nun bir tür Manganelli okuması. Aslında Manganelli’ye göre bütün kitaplar birbirine paralel kitaplardır: “Başka kitaplar yoktur; bütün öbür kitaplar gizlidir ve de bu kitap tarafından ortaya konur. Her kitabın içinde bütün öbür kitaplar vardır; her sözün içinde bütün sözler; her kitabın içinde bütün sözler; her sözün içinde bütün kitaplar vardır.”

Kitabın bir yerinde Manganelli Pinokyo’nun “Oyuncaklar Ülkesi”ne olan ziyaretini anlatırken, bu esenlik metropolünde neşenin olmadığından bahseder: “Çocukların bütün oyunlarında şu özellik var gibidir: Yalnızdırlar (kimi cevizlerle oynuyor, kimi kaydırak oynuyor, kimi top oynuyor, kimi bisiklete biniyordu.); oyundaki taşkınlık diyaloglara izin vermez, topluluklar ya da gruplar var gibi görünmez, tek topluca seyir biçimi küçük çadır tiyatrosudur.”

Küçük çadır tiyatrosunun tarifi, aklıma televizyonu getirdi ister istemez. Belki de bu ülkede herkesin iştirak ettiği şey televizyon izlemek, onun dışında herkes bir şeyle oynuyor ve herkes kendi yalnızlığı içinde diyalogsuz bir hayatın görünmezlik iksiri içinde yaşıyor sanki. Belki de görünen şeyleri görünmezleştiren iksirin kaynağını, bize sunulan bu yalnızlıkta aramalı. Bize sunulan yalnızlık ile, bizim yarattığımız yalnızlık öylesine birbirine zıt ki, biri gözümüzün önünden dünyayı kaçırırken, diğeri bizi dünyadan kaçırır: “Pinokyo şanssız bir ‘budala’dır, yalnızlığı bir kukladır, küçük düşürülebilir, gözdağı verilebilir, kullanılabilir bir varlıktır. Yalnızlığı o derecedir ki kendisine hırsız diyen, onu köpek yerine koyan, zincirle bağlayan ve havlamasını emreden bir adama bağlanmış olduğunu fark eder. Ve Pinokyo havlar.”

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 14 Aralık 2011)

KAYIP JETON-1

Posted: by Jade in
0


Artık, kendim dahil her şeyi unutur oldum. Kendini unutmak derken, bir otobüs ya da tren yolculuğu sırasında, inilmesi gereken durak ya da istasyonda inmemek gibi şeylerden bahsediyorum. Hatta nereden gelip nereye gittiğini bile unutmaktan.

Yanımdan eksik etmediğim bir defterim var. Yüzüncü ya da bininci küçük defter olarak yaşadığım anların izleriyle dolu olan defter, neredeyse hafızamın yerini almış durumda.

Unuttuğum ilk şeylerden birisi çocukluğum olmuştu. Kötü bir çocukluk geçirmiş ve anımsamak istemediğim için mi unutmuştum o günleri, yoksa tam tersi nedenlerle, büyürken yaşadığım şeyler mi çocukluğumu yitirmeme neden olmuştu, hiç bilmiyorum.

Sanırım anımsamak bana hep hüzünlü geldiği için unutur oldum her şeyi. İster güzel şeyleri, ister kötü şeyleri anımsayın, içiniz mutlaka burkulur az ya da çok. Çünkü geçip gitmiş bir şeyin arkasından bakıyorsunuzdur ve baktığınız şeyin sadece arkasını gördüğünüz için, gördüğünüz şeyden de hiçbir zaman emin olamıyorsunuz.

Ama mesele, bu kadar basit olmamalı. Daha derinlerde bir şeyleri gizlediğimden eminim. Üstelik bu unutma halinin, sadece benimle sınırlı olmadığını da biliyorum. Mesela kaç kişinin aklına, jetonlu telefon kulübeleri geliyor cep telefonuyla konuşurken. Geçenlerde giysi dolabımın içinde rastladığım eski bir ceketimin cebinde bir telefon jetonu bulana kadar, benim de aklıma gelmiyordu. Nasıl Proust madlen kurabiyesinin kokusuyla geçmişe doğru bir yolculuğa çıktıysa, benim için de o telefon jetonu, geçmişin turnikelerini açıvermişti bir anda. 90’ların o yanık insan etiyle tütsülenmiş korkunç görüntüsü belirdi gözümün önünde. Yanık insan eti kokusu, muhtemelen 2 Temmuz Sivas Katliamı’ndan ya da 19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonları’ndan geliyordu. Dünyanın şekli hızla değişirken, faili meçhul cinayetler ve insan hakları ihlalleri gündelik hayatın bir parçasına dönüşmüştü. Beyaz Renault otomobilleri anımsıyordum o günlere dair, telsiz sesleriyle birlikte...

Telefon jetonunu elimden düşürünce, geçmişle bağlantım bir anda kesildi. Sihirli bir jeton olmalıydı bu. Daha önce de büyülü nesnelerle karşılaşmış olduğum için, çok şaşırmamıştım. Ama tuhaf bir merak içimi kemirip duruyordu. Ya bu jetonla daha fazlası yapılabiliyorsa?.. Sanki jetonlu bir telefon kulübesi bulursam, bu kayıp jeton aracılığıyla yaşamın sırrına ulaşacakmışım gibi bir duyguya kapıldım. Saçma bir şey olduğunun farkındayım. Ancak bir çocuk böyle şeylere inanır. Aslında bir çocuk da inanmaz böyle şeylere. Sadece inanır gibi yaptığı bir oyun olabilir onun için. Hele günümüz çocukları, o kadar az şeye inanıyorlar ki... Ama bir kere kafama takılmıştı bu mesele ve jetonlu telefon kulübesine gidip o jetonu kullanmazsam bir daha rahat bir uyku uyuyamayacağımı biliyordum.

Sizin karşınıza hiç çıktı mı bilmiyorum ama, hayatta kimsenin önemsemediği şeyleri bilen insanlar vardır. Mesela birlikte balık tutuyorsanız, misinanın nasıl yapıldığını, ilk insanların nasıl balık avladığını ve balıkların rüya görüp görmediği gibi pek çok mesele üzerine ansiklopedik bilgilerle dönersiniz o balıktan. Bazen onların gevezeliği sizi bunaltabilir, bazen de anlattığı şeylerin ilginçliği karşısında, az sonra unutacağınızı bile bile onu can kulağıyla dinleyebilirsiniz. İşte benim öyle bir dostum var. Kendisinden en son dikiş makinelerinin tarihini dinlediğim bu arkadaşı arayıp, jetonlu telefon kulübesi bulup bulamayacağını sordum. İnanmazsınız, buldu hemen. İstanbul’un kenar mahallelerinden birisinde, bir çöplükteydi telefon kulübesi. Telefon kulübesinin oraya nasıl geldiğini ve hurdacıların onu nasıl orada bıraktığını ya da “her şeyi bilen dostum”un onun orada olduğunu nasıl olup da bildiğini merak etmekle kaybedecek vaktim yoktu. Hemen bir otobüse atlayıp “her şeyi bilen dostum”la buluşup, bahsettiği çöplüğe gittim. Gerçekten de jetonlu bir telefon kulübesi, yana kaykılmış bir halde çöplüğün kenarında duruyordu. Çöplüğün martılarından bazıları telefon kulübesinin üzerine konmuş, sanki beni bekliyorlarmış gibi bakışıyorlardı. Kulübenin için girip ahizeyi elime aldım ve avucumun içinde sakladığım jetonu, jeton yerine bıraktım. Çalışmasının mümkün olmadığını “her şeyi bilen dostum” yineleyip duruyordu dışarıda. Hatta benimle dalga geçiyordu. Ama olan oldu ve jetonun düşmesiyle birlikte bir “bip” sesi duydum ve telefon numarası tuşlamamış olmama rağmen telefon çalmaya başladı. Neredeyse heyecandan yüreğim ağzıma gelecekti. Uzun uzun çaldı telefon ya da yaşadığım heyecan yüzünden bana çok uzun geldi. Telefon nihayet açıldı. Ve yine uzun bir sessizlik başladı açıldıktan sonra telefon. Nihayet karşıdan bir ses geldi: “Buyrun, kimi aramıştınız?” Böyle bir anda aklınıza kim gelir? Kimi arıyordum gerçekten? O kayıp jetonla kimi aramak istemiş olabilirdim? Adımı söyleyebildim sadece o an. Sanki karşı taraftaki sesin beni tanıyacağını ümit ederek. “Dalga geçiyor olmalısınız” dedi telefondaki ses, “Bülent Usta benim. Beni mi aramıştınız?” “Evet” diyebildim sadece, şaşkınlıktan. “Nereden arıyorsunuz” diye sordu bu defa. Kulübenin dışında bekleyen “her şeyi bilen dostuma” baktım. Neler olduğunu anlayabilmiş değildim. “Sana tuhaf gelecek” dedim, “aslında başka bir zamandan arıyorum seni.” Karşı taraftaki ses önce güldü, ama o da kuşkulanmıştı bu durumdan. “Evet” dedi şüpheli bir ses tonuyla, konuşmama devam etmemi ister gibi sustu sonra. Ben de konuşmaya başladım...

Devamı haftaya...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 30 Kasım 2011)


  

AYNI GEMİDE DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ

Posted: by Jade in
0


Bazı mekânlar, düşünmeyi, idrak etmeyi, hayal kurmayı kolaylaştırırken, bazıları  da zorlaştırır ya, Türkiye’yi bir mekân olarak ele alırsak, hep aynı şeyleri durmaksızın düşündüren mekânlar sınıfına sokabiliriz. Ama bu hep aynı şeyleri durmaksızın düşünme hali, öylesine bıktırıcı bir noktaya ulaşabiliyor ki, bir süre sonra düşünmek değil de ezberlemek, ezberleyerek unutmak gibi bir yola da girebiliyor insan. En azından ben kendimi bazen öyle hissediyorum. Derinleşmek mümkün değilmiş gibi bu ülkede, derinleşen batar ve çıkamazmış gibi, herkes yüzeyde durmak için yanındakini bile batırmayı göze alıyormuş gibi... Hep derler ya, “hepimiz aynı gemideyiz”. Türkiye bir gemiyse eğer, vatandaşlarının büyük bir kısmı suyun içinde yüzeyde kalıp hava almak için çırpınırken, küçük bir azınlığın sefahat içinde tatilini yaptığı bir gemi olabilir ancak. Politikacılar da ellerinde can simidi, vatandaşları kurtarma ümidi vererek güverteden nutuk atmaya devam ediyorlardır. Durum aynen böyle. Aynı gemide filan değiliz hiçbirimiz, ama aynı denizdeyiz. Önemli olan, suyun içindekiler, birbirilerini suyun içine çekerek yok mu edecekler, yoksa gemiyi işgal ederek hayatta kalmayı mı tercih edecekler? 

Devletlerin kamu yararınaymış gibi bir atmosfer içinde kamu düşmanlığı yapmasının doğal bir sonucu olarak, bu ülkede de insanların gelişim göstermemesi için yapılan ve yapılmayan şeylerin listesine bakıp, insanın umutsuzluğa kapılmaması mümkün değil. Thomas Bernhard’ın YKY’den çıkan ve Sezer Duru tarafından Türkçeye kazandırılan “Düzelti” adlı romanını okuyorum bu aralar. Romanın bir yerinde anlatıcı şöyle diyor: “Böylesi bir ülke böylesi bir ülkenin utanmazlıklarına karşı çıkmayan insanlara gereksinim duyar, böylesi bir ülkenin ve böylesi bir devletin sorumsuzluklarına karşı çıkmayanlara gereksinim duyar, böylesi bir devlette, Roithamer’in her zaman yinelediği gibi kamu düşmanı, bütünüyle alçalmış bir devlette, en kaotik olmasa da kaotik durumların egemen olduğu yerde, bu devletin vicdanı Roithamer gibi bir çok insana karşı suçlu, vicdanında bütünüyle hain ve alçak bir tarih yatmakta...” Yanlış anlamayın, romandaki anlatıcının bahsettiği devlet Avusturya, Türkiye değil. Anlatıcı, intihar eden bir bilim insanı olan Roithamer’in evinde, Roithamer’dan geriye kalan kâğıt parçalarına tutulmuş notları okuyarak intiharın nedenlerini araştırıyor. Ama Avusturya devletinin vicdanı varsa, Türkiye devletinin de vicdanı vardır mutlaka. Bu devletin vicdanı da, Hrant Dink gibi onlarca, yüzlerce, binlerce insana karşı suçlu hissedebilir kendisini. Kaç gündür, devletin tarihinde kocaman kanlı bir leke gibi duran Dersim’deki kıyımdan bahsediliyor. Kılıçdaroğlu, Başbakan’ı özür dilemeye davet ediyor. Ama Dersim’de yaşananlar konuşulurken, Van’da vicdan kanatıcı başka olayların yaşanmasına ne demeli? Van’daki insanlardan ne zaman özür dileyeceğiz? 

Roithamer’in arkasında bıraktığı  notlara bakınca, eğer Avusturya’da kalmaya devam ederse, bu ülkede mahvolacağını, hain bir insan değilse bile bu ülkede ve bu devlette hain bir insana dönüşeceğine inandığını ve vicdanını kurtarmak için dünyanın sonuna kadar gitmeye, hatta ölmeye bile razı olduğunu görüyoruz. Bu nasıl bir acı tecrübe... Vatanı tarafından sürekli olarak cezalandırıldığını düşünen bir aydındır Roithamer. Tıpkı Nâzım Hikmet ya da Hrant Dink gibi. Onlar gibi cezalandırılmayı göze alamayabilirsiniz. Ama en azından, kendinize ve başkalarına yalan söylemekten vazgeçip, vicdanınızı bir parça olsun koruma şansına sahip olabilirsiniz.

Bizim için hazırlanmış bu dünyayı, sadece ölerek terk edeceğimizi düşünmek yaygın bir kanı haline gelmiş durumda. 19. yy’daki gibi bu dünyayı  kendi görüşlerimize göre dönüştürmekten uzaklaşmış olsak da, Wall Street İşgalcileri ve Arap Baharı’nın verdiği ilham, dünyayı başka türlü değiştirebileceğimizin işaretlerini veriyor. O işaretleri yeterince okuyup okuyamadığımız ayrı bir mesele ama romanda yazdığı gibi “kendi dünyamızda yaşamaktayız, bize sunulanda değil” diyeceğimiz günler, çok uzak gelmiyor bana, her şeye rağmen. Bunu hemen yapamasak da, en azından edebiyat ve sanat aracılığıyla, kendi iç dünyamızda dünyayı dönüştürebiliriz, dönüştürüyoruz. Edebiyat ve sanat, arınmamıza ve kendimizi yeniden oluşturmamıza yardımcı olduğu için, bu dünyadan ölmeksizin çıkıp yaşayamasaydık, ne olurdu halimize hiç bilmiyorum. Roithamer’in günlüğüne yazdığı gibi “algılama olanağı, algılamanın dile getirilmesi olanağı” en büyük mutluluk... İnsan, en büyük mutsuzluğunu yazarak bile mutlu olabilir çünkü. Ama bu ülkede “algılamak” tehlikeli bir şeydir aynı zamanda. Bu yükü taşıyan sanatçılar ve aydınlar, yavaş yavaş kayboluyorlar geminin güvertesinden. En son Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nu geminin güvertesinden atılırken gördük. Gemiyi işgal edemediğimiz sürece, aynı denizde boğulacağımız kesin...  

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 23 Kasım 2011)

DÜŞLERLE YIKANMAK

Posted: 12 Haziran 2012 Salı by Jade in
0


Her akşam, hiç aksatmadan gitmeye başladığım bir kafe var. Sokak kenarına hâlâ masa koyulabilen bir beldede olmanın avantajını sonuna kadar kullanabilen bir kafe… Orada oturup çayımı yudumlayarak kitabımı okur ve sokaktan gelip geçen insanları izlerim, sanki bir flaneur gibi. Son zamanlarda, sokaktan gelip geçenlere dair, belki okuduğum kitapların etkisiyle farklı şeyler gözlemlemeye başladım. Mesela sokağın akışı kolay kolay bozulmuyor. Ancak bir kavga, bir kaza ya da okullar dağılınca dizginlerinden boşalmış öğrencilerin enerjisi bir dalgalanma yaratıyor sokakta, o da bir anlık… Sonra yine aynı hızda ve yoğunlukta akışına kaldığı yerden devam ediyor sokak, hiçbir şey olmamış gibi. Az evvel o sokakta birisi öldürülmüş ya da Van’da deprem olmuş, o depremden sonra iki gazeteci her şey kontrolümüzde diyen devlet adamlarının gözü önünde yıkıntı altında can vermiş, içinde yüzbaşıdan kaymakamlık çalışanına kadar onlarca yetki ve mevki sahibi koca koca adamlar küçük bir kız çocuğuna tecavüz ettiği halde serbest bırakılmış, hiç fark etmiyor. Sokak aynı hız ve yoğunlukta akmaya devam ediyor. 
Bu akışın kenarındaki masamda oturmuş, sokağı izleyerek gazeteleri karıştırırken, Wall Street İşgalcileri ve küresel eylemlerle ilgili haber ve yazılara takılıyor gözüm. Bu eylemlerin sağ ve sol ayrımını aşan küresel demokrasinin habercileri olarak göstermeye yeltenecek kadar fena halde bir bilinç bulanıklığını yansıtan Gündüz Vassaf’ın Radikal Gazetesi’ndeki yazısı karşısında, “nasıl yani?” diye söylenerek kızmak yerine, gülümserken buluyorum kendimi. Gülümsüyorum, çünkü böylesine bir bilinç bulanıklığı kasti bir şey olamaz. “Sol”a dair yanlış algı, öylesine derinleşmiş ve derinleştirilmiş ki, Vassaf gibi bir yazar ya da akademisyen bile, “sol” denilince sıradan bir popülist politikacının düşündüğü şeyi düşünür hale gelmiş. Üstelik herkes bu duruma şaşırmayacak kadar alışmış, alıştırılmış. Bazı edebiyat eleştirmenlerimizin, piyasa şartlarına uyum sağlamak uğruna, bestseller yazarlara “iyi edebiyatçı” makyajı yapar hale gelmesi gibi, çoğunluk algısı, yani sokak, her şeyi yavaş yavaş kendi akışına uyduruyor. Akışa uyum, çoğunluğun homojenleşmesiyle paralel olarak, içindeki her şeyi kendi hızına ve algı seviyesine daha da fazla çeker hale geliyor. Yani “çekim gücü” gün geçtikçe artıyor. Bu çekim gücü, tektipleştirilen çoğunluğun demokrasisinde, henüz yazmadığı bir kitap bahane edilerek bir gazeteciyi aylarca, belki yıllarca cezaevinde tutabilecek güce ulaşmış durumda. Ahmet Şık’ın özgür olamamasının ve yaşadığımız tüm akıldışı uygulamaların nedeni, bu çekim gücünden başka bir şey değil. Görün bakın, bu çekim gücü bizi daha nerelere sürükleyecek…
Max Frisch, 1969’da şöyle sormuştu: “İsviçre halkı için ‘bağımsız’ olduğu söylenir: Zira kararları veren çoğunluktur. Peki, çoğunluk ne kadar bağımsız?”
Wall Street İşgalcileri’nin kendilerini %99 çoğunluk olarak tanımlıyor olması ve %1’in %99 üzerindeki hâkimiyetini sorgulaması, tam da Max Frisch’in 1969’da sorduğu soruya bir yanıt niteliği taşıyor aslında. Çoğunluğu, tektipleştirilmiş çoğunluk demokrasisinden kurtaracak yeni politikalar ve eylemliliklerin, Türkiye’de solun ortodoks alışkanlıklarından kurtulmasıyla hayat bulacağını göremeyenler, tam da Vassaf’ın bilinç bulanıklığına benzer bir durum içindeler aslında.
Bu topraklarda yaşayan bir yazar olarak ben de, bir sis bulutu gibi etrafımızı saran  bu bilinç bulanıklığı içinde yaşıyor ve yazıyorum. Hüseyin Kıran’ın yakınlarda Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Gecedegiden” adlı o “kara roman”ında yazdığı gibi, bedenlerimizi ele geçiren bu asalak fikirlerden kurtulabilmek pek öyle kolay bir şey değil: “Fikir insana, tıpkı bir bedene giren bir asalak gibi girer ve onu ele geçirerek bir süre yönetir. Artık o beden, bizzat kendi amaç ve anlamından uzaklaşarak bir başkası tarafından üretilerek ortaya salınan ve akıldan akıla geçerek yaşamını sürdüren asalak bu fikre yataklık ve uşaklık eder. Fikir, içini oyup boşalttığı bu yapıyı mümkün olan bütün felaketlere sürükledikten sonra, varlığını, kendini klonlama yeteneği sayesinde başka akıl ortamlarında sürdürmeye devam eder. Fikre teslim olan akıl ise, eğer taşıyıcısını ölüme sürüklememişse, kendini bu asalak sahibinin hizmetine sunarak kendinden tamamen vazgeçer; bir bakıma ölür.”
O ölümün kıyısında olduğumuzu, etrafımızı saran bu bilinç bulanıklığı sisine bakarak görmek mümkün. Aklımızı öldüren fikirlerle, aklımıza can veren fikirlerin mücadelesi dengesiz bir biçimde devam ediyor bu sisin içerisinde. Dengesiz, çünkü aklımıza can veren fikirler, “asalak fikirler” gibi huzur ve uyum vaat etmiyor. Çoğunluğu tektipleştiren asalak fikirler, bedenleri içi boş bir kabuğa dönüştürdüğü sürece, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen “huzur ve düzen” ortamı içinde yaşamaya devam ettiğimizi sanacağız. Sokağı kendisine, bizi de sokağa hapseden o akışın yönünü değiştirmek hiç de öyle kolay olmayacak, asalak fikirlerin panzehiri olan fikirlere sahip olsak da. Başımızı gerçekler denizinden çıkarmamıza yardım edecek düşlerle nefes alamadığımız sürece, gerçeğin ne olduğunu bilmenin kendi başına bir önemi yok çünkü. İstediğimiz kadar gerçeklerden ve gerçek fikirlerden konuşalım, asalak fikirler düşsüz kalmış bedenlerin içine sızmak konusunda hiç zorlanmadılar bugüne kadar. Wall Street ya da Tahrir Meydanı İşgalleri, bedenlerin ve bir bedene dönüşen sokakların düşlerle yıkanmasından başka bir şey değil nihayetinde. “Uykusuzların Falcısı” haklı, başka türlü yaşanabileceğini hayal etmekle başlayacak her şey...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 16 Kasım 2011)

  

DÜŞLER SAVAŞI

Posted: by Jade in
0


Dün gazeteden arayıp, yeni çıkan basın yasasına göre, tüm gazete yazarları ve çalışanlarının  önümüzdeki günlerde tutuklanmasının beklendiği söylendi. Elbette şaşırmadım. Bütün gazeteciler, bir gün kapılarının uğursuz kişilerce çalınabileceğini bilirler. Bilirler ama sanki başlarına hiç kötü bir şey gelmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederler. Belki de onlardaki bu rahatlık, insanlığa karşı o tuhaf, akıldışı iyimserlikte gizlidir, kim bilir… Savaş muhabirlerinin kafalarına bomba düşme ihtimali varken, siperden sipere zıplayıp fotoğraf çekmeye çalışmalarındaki tutkunun sırrı nedir dersiniz? Ya da derin mevzulara girip gerçekleri ortaya çıkarmak uğruna ölümü ya da tutsaklığı göze alan araştırmacı-gazeteciler, nereden alıyorlardır bu cesareti?  Peki ya 90’lardaki “Özgür Gündem” gazetesi çalışanlarının, gazetelerinin bombalanacağını bile bile çalışmaya devam edişlerini nasıl açıklayabiliriz? Gazete bombalanmasa bile, gözaltında kaybolma ihtimaliyle yaşamak zorundaydılar yıllarca. 

Elbette bütün gazetecileri aynı kefeye koyamayız. Askeri darbe dönemlerinde, cunta liderlerine evlerinde partiler veren, darbe yıllarından sonra da demokratlıklarına toz kondurmayarak her devrin adamı olmak gibi zor ve anlamlı  bir görevi yerine getirenlerden, popülizm ya da reyting uğruna ruhlarını medya şeytanına satanlara kadar çeşitli gazeteci tiplerine rastlamak mümkün her zaman.   

Gazeteden malum telefon geldikten sonra, yarıda kalan yazımı tamamlayıp tamamlamamak konusunda bir an tereddüt yaşadım. Eğer tüm gazete yazarları ve çalışanları tutuklanacaksa, gazete nasıl çıkacaktı?

Ama içime bir kuşku düştü. Bu gerçekten doğru olabilir miydi? Tamam, henüz yazmadığı  bir kitap yüzünden tutuklanan Ahmet Şık örneği vardı önümüzde. Daha yakınlarda Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun nasıl ve hangi gerekçelerle tutuklandığı da ortadaydı. Ama bu bahsedilen basın yasasından hiç haberimizin olmaması tuhaf değil mi diye düşünürken, gazetemizin yazarlarından birisi aradı. Gazeteden onu arayıp aramadıklarını, önümüzdeki günlerde hepimizin tutuklanacağına dair söylenenler hakkında neler düşündüğünü sordum. Kimse aramamıştı onu. Tamam, Türkiye’de tüm muhalif gazeteci ve yazarlar, böyle devam ederse cezaevlerini dolduracaktı ama hemen yarın gerçekleşmeyecekti bu. Her tutuklama, her azar, her ceza bir uyarıydı. Önce muhabirlere fırça atılıyor, genel yayın yönetmenleri toplanıp gözdağı veriliyor, bildiğini okumak isteyen medya patronlarına cezalar kesiliyordu.  Sonra adını bile duymadığınız gazeteciler içeri alınıyor, onları her gün televizyon ekranında gördüğünüz kişiler takip ediyor, pankart açtı diye öğrencilere ağır cezalar verilip sokaklar biber gazıyla yıkanıp coplarla iyice temizleniyordu. Ama bu birdenbire ve toplu bir biçimde gerçekleşmiyordu. Alıştıra alıştıra… Her tutuklamaya, her olaya yeni hikâyeler uydurup hukuki bir süreç izlenimi verilmek isteniyordu.

O arkadaşla konuştuktan sonra, gazeteyi de arayıp durumu teyit ettim: Böyle bir telefon görüşmesi gerçekleşmemişti. Beni kimse aramamış ve o sözler söylenmemişti. Öyleyse uykusuzluğum başka bir aşamaya geçerek bana gündüz düşleri gösteriyor olmalıydı. Önce doktora gitmeyi düşünsem de, geçen hafta olduğu gibi yine “uykusuzların falcısı”na giderken buldum kendimi.


Gökdelenlerin arasında kaybolmuş  tek katlı bahçeli bir evde yaşıyor falcı kadın. Yazılarımda adını vermememi özellikle tembihliyor. Politik bir falcı olmak da zor bu ülkede. Evinin bahçesine sadece kedi ve köpeklerin girmesine izin veriyor ve nasıl başarıyorsa, lüks bir semtte olmasına rağmen yarısı çöplüğe dönüşmüş bu eve kimse dokunamıyor.

Falcı kadına gördüğüm gündüz düşünden bahsedince, gülümseyerek baktı bana. İlk defa gülümsediğini görüyordum ve altın kaplama dişleri, içinde bulunduğumuz karanlık odayı altın sarısı bir ışığa boğdu bir anda sanki... Elinde tuttuğu aynaya bakarak şunları söyledi bana: “Gördüğün her rüyayı, düşü önce hayra yormalısın. Dünya öyle bir zamandan geçiyor ki, panik başlamış durumda. Kapitalizm, insanlığı mutlu yarınlarla oyalayamıyor artık. Wall Street İsyanı gibi daha pek çok isyan göreceğiz. Wall Street İşgalcilerine ya da Arap Baharı’na katılan insanlar, mutlu yarınları değil, şimdiyi istiyorlar. ABD’de 400 kişinin toplam nüfusun yarısının sahip olduğu gelire sahip olması ya da yüz milyonlarca işçinin günde ortalama 2 dolar kazandığı bir dünya gerçeği, kapitalizmin ‘mutlu yarınlar’ mitinin çökmesine neden oldu. Sömürülecek yeni halklar, kaynaklar bulamayacaklarını anladıkları için, yeni bir dünya savaşı çıkartma ihtimalini devreye sokmak isteyecekler. Ama cepheye kolayca sürebilecekleri insanlar bulamayacaklar bu defa.”

Falcı kadına, bu isyanların neden Türkiye’ye ulaşamadığını sordum. Falcı kadının yanıtı gayet basitti: “Türkiye’de mutlu yarınlar miti, çoğunluk için çok önceden yitirilmişti zaten. Asıl ümit, hayatta kalma mücadelesi verilirken yaşanıyor bugün. O ümidi yitirenler de, benliklerini yitirmek uğruna siyasi ya da dini tarikatların içinde buluyorlar kendilerini. İnsanlar, başka türlü yaşanabileceğini hayal edene kadar, bu böyle devam edecek oğlum.”


“Peki, hayal edecekler mi başka türlü yaşamayı” diye sorunca, “bu size kalmış” dedi ve başını aynadan kaldırıp pencereden gözüken gökdelenlere baktı: “İnsanlar doyurucu olmayan bir hayatı yaşıyorlar. Her anlamda sürekli kılınmış bu doyumsuzluk, sistemin içinde çatlaklara neden oluyor. O çatlakları dolduracak ya da büyütecek şey de düşler… Dünyanın geleceğini düşler savaşı belirleyecek…”

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 9 Kasım 2011)

UYKUSUZLARIN FALCISI

Posted: by Jade in
0


Türkiye’nin iyi ve kötü insanları, iyi ve kötü melekleri gibi yataklarında uyuyorlar. Van’daki depremde evleri yıkılmış ya da zarar görmüş insanları, çadır bulabilmiş, karınlarını doyurmuş, yakınlarını kaybetmemiş ya da yaralanmamışlarsa uyuyorlar, yoksa uyumuyorlar. Gözlerini kapattıkları için uyuduklarını düşünebilirsiniz, ama asla uyumuyorlar… Çadırı, yiyeceği, ilacı olmayan bir Vanlı gibi hissediyorum bugünlerde kendimi, çünkü Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu geçen gece tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi ve sabaha kadar Van’da çadırı olmayan depremzedeler gibi uyumaksızın ifade verdiler. Mahkeme, onların zaten hiç uyumadığını ve uyuma ihtimallerinin bulunmadığını anlamış olmalı ki, o gecenin sabahında tutuklandılar. Ragıp Zarakolu’nun hayatı mahkemelerde geçti hep, 2002’de yitirdiğimiz eşi Ayşe Nur Zarakolu gibi…Hiç uyumayıp Belge Yayınları’ndan birbirinden değerli yüzlerce kitap yayımladılar. Onlara çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyor iyilik melekleri... Ama siz inanır mısınız meleklere? Ben inanırım… Mesela Ayşe Nur Zarakolu bir melekti… Bir yayıncı meleği…

Peki siz falcılara inanır mısınız? Falcısına göre değişir elbette, ama ben falcılara da inanırım. Ve en büyük falcılar da şairlerin arasından çıkar genellikle. Kafka gibi yazarlarsa, falcıdan çok kâhin gibidirler.

Bu aralar bir falcıya dadandım. Aslında o falcıdan Mine Söğüt, YKY’den daha yeni çıkan öykü kitabı “Deli Kadın Hikâyeleri”ndeki “Annemin O Harikulade Saçları” öyküsünde bahsetmişti biraz. Öyküdeki gibi falcı kadın, “hiç görmediğim bir rüyanın kadim yorumunu” yaptığı için olsa gerek, Mine Söğüt’ün falcı kadınıyla aynı olduğunu düşünmeden edemedim. Zaten Mine Söğüt de bir falcı bana sorarsanız. “Deli Kadın Hikâyeleri”nde, hayatı bir kahve fincanı gibi okuyor, diğer kitaplarında yaptığı gibi. Ama Mine Söğüt’ün falcılığı, gelecekten haber vermekten ibaret değil. Daha ötesini hedefliyor hep ve bu yüzden falcılığını öykülerinin, romanlarının hammaddesi olarak kullanıyor genellikle.

Mine Söğüt, bizim falcı kadını “karşısındakine korku veren bir zayıflığı var” diye tarif ediyor. “Falcı bir kadına hiç yakışmayan, küçük, çirkin iki boncuk gibi rengi belirsiz gözleri, yangınlara tütsülenmiş seyrek kirpikleri ve çok büyük ama çok büyük ve ne tuhaf altışar parmaklı elleri var. Az sonra bana söyleyeceklerini zor tutar gibi görünen ince dudakları ve duymayı kulaklarından yıllar önce devralmış gibi görünen küçük, biçimli ama ille de öne doğru hevesli bir burnu var.”

Tam karşısına oturduğum ve bir ayna aracılığıyla kendisini gördüğüm bu falcı kadının ellerinden ayıramıyorum bakışlarımı. Ama hiç de Mine Söğüt’ün öyküsünde yazdığı gibi konuşmuyor. Daha politik bir falcı benimkisi. Şöyle fısıldıyor aynaya bakarak: “Sen uykusuzlardansın. Şiddet meselesi kafanı çok meşgul ediyor. Öncelikle şiddeti ve iktidarı birbirinden ayır. İktidar psikolojiktir, insanların itaat etmeyi istemesini sağlayan ahlaki bir güçtür; şiddet ise fiziksel zorlama yoluyla itaat sağlar ve şiddet iktidarı çoğaltmaz azaltır daha çok. Devlet, gönüllü bir biçimde itaati sağlayamadığı zaman şiddete başvurur genellikle. Ama şiddet, iktidarı çözer bir noktadan sonra. Aynı şekilde devlete kafa tutan gruplar ya da örgütler de şiddet uyguladıkça ellerindeki iktidarın zayıfladığını anlamış durumdalar, bunca deneyimden sonra. Devlet bunu fark edip, Kürt açılımı üzerinden psikolojik olarak iktidarını yeniden inşa etmeye çalıştı mesela. Ama karşısında bu denli siyasi bir bilince sahip bir kitle bulacağını hesaba katmamıştı. Bu kitlenin kaybedecek bir şeyi de yoktu. Herkesin bir yakını cezaevinde ya da dağda ya da büyük şehirlerde karın tokluğuna çalışıyordu artık, çözümsüz onca yıldan sonra. Acı, orada insanları fazlasıyla eğitti evladım. Van’daki deprem batıda bir şehirde olsaydı bu kadar hızlı bir biçimde halk örgütlenip kendi yaralarını sarmak için bu denli olağanüstü bir çabaya girebilir miydi? Öyle ya da böyle, halk kendi başının çaresine bakmayı öğrenir zamanla...”

Böyle konuşuyor bana. Kurduğu cümleler ve yaklaşımı, Slavoj Zizek’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Ahir Zamanlarda Yaşarken” adlı kitabındaki cümlelere, bakışaçısına sahip. Zizekçi bir falcı kadın... “Bana neden bunları söylüyorsun” diyorum. “Çünkü uykusuzlardansın sen de. Merak ettiğin şey, sana ne olacağı değil. Ama merak etme çocuğum. Bu ülkede her gün bir felaket yaşıyor olsan da, tüm bu felaketler ve acılar, insanların daha gerçek rüyalar görmeleriyle sonuçlanacak. Öyle gerçek rüyalar görecekler ki, bizim gibi falcılara ihtiyaç duymayacaklar bir daha...”

“Ama hiç de öyle gelişmiyor sanki olaylar. Her şey daha da kötüye gidiyormuş gibi hissediyorum ve bu benim uyumamı daha da güçleştiriyor. Van’a gönderilen yardım malzemelerinin içine taş ya da nefret dolu notlar yazıp yollayanlara, gazetelerde yazılıp çizilenlere bakınca, şiddetin azalmaktan çok artacağına dair endişem artıyor” diyorum falcı kadına.

“Benim aynada gördüğüm şey” diyor falcı kadın, “bu ülkede yaşayanların deneyimledikleri bilgilere göre değil de sinik bir teslimiyetçiliğe göre davranmaya devam etmelerinin mümkün olmadığı yönünde. Eğer bu sinik teslimiyetçiliğe devam edip, onları daha da sinikleştirecek politikalara rıza göstermeye devam ederlerse, uykusuzların sayısı her geçen gün artar ve devletler uykusuz insanların çoğalmasından korkarlar her zaman. Hiçbir toplumun bu kadar uzun süren bir şiddet ortamına tahammül edemeyeceğini unutma.”

Falcı kadın gerçek mi konuşuyordu, yoksa kendisine gelmeye devam etmem için her falcı gibi güzel şeyler söylemeyi de ihmal etmeyerek, yüreğime su serpmeye mi amaçlıyordu, bilemedim. Ama sadece sanatla değil, siyaset bilimiyle ilgilenen falcılara da ihtiyaç olduğu kesin...

Bu gece, rahat uyur muyum hiç bilmiyorum. Gözlerimi kapatır kapatmaz, sanki her an deprem olacakmış, aydınlar tutuklanacakmış, yeni ölüm haberleri ajanslara düşecekmiş gibi hissediyorum...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 2 Kasım 2011)

MERCEK PARLATICILAR

Posted: by Jade in
0


Dünya küçücük bir yerdi. Van şehri, İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in ve dünyadaki bütün şehirlerin yanı başında bir yerdeydi. Tarihi bir kalesi, devasa bir gölü ve dağları vardı. Başka şehirlerde olduğu gibi orada da yaşayan insanlar vardı. Orada da çocuklar sokaklarda oynar, orada da uykularında insanlar rüyalar görür ve orada da âşık olunur ve orada da ölünürdü, başka şehirlerde olduğu gibi…

Dünya küçücük bir yerdi ve Müge Anlı isminde bir televizyoncu, bu küçücük dünyayı çepeçevre saran küçücük televizyon ekranları aracılığıyla kin ve düşmanlığı yaymak amacına hizmet edecek öyle laflar etti ki, onun için Van şehri çok ama çok uzaklarda, içinde çocukların, kadınların, ihtiyarların değil, vatan düşmanı teröristlerin yaşadığı bir şehire dönüştü bir anda. Deprem mi olmuş, binalar mı yıkılmış, enkaz altında can pazarlığı mı yapılıyormuş, çoluk çocuk binlerce insan bu soğukta çadırsız, ilaçsız, aç, dışarıda mı kalmış, umurunda değildi sanki. Polise, askere taş atıp sonra da onlardan yardım istenmesini eleştiriyor, “herkes haddini bilecek” diyerek, kendisi gibi nefret söylemine kapılmış bir kesimin duygularına tercüman oluyordu.

Deleuze, bugünlerde Norgunk Yayıncılık’tan gözden geçirilmiş 2. baskısı yayımlanan “Spinoza, Pratik Felsefe” kitabında, “hayata karşı kin tutan ve hayattan utanç duyan insan, ölüm tapınışlarını çoğaltan, despot ile kölenin, rahip, yargıç ve askerin kutsal birliğini oluşturan, daima hayatın ensesinde, onu sakatlayan, onu bir hamlede ya da yavaş yavaş öldüren, yasalarla, mallarla, ödevlerle, imparatorluklarla onun üstüne çullanan ya da onu boğan bir özyıkım insanından” bahsederken, nedense gözümün önünden Van’daki deprem için “oh olsun” diyenler geçti birer birer. Deleuze, Spinoza’nın evrene ve insanlığa karşı bu ihaneti dünyada nasıl teşhis ettiğini anlatırken, iki de bir hayata inanmamız gerektiğinin altını çizmeyi de ihmal etmiyordu hiç. Çünkü Spinoza, “olumsuz tarafından kemirilen bir dünyada, insanın öldürücü iştahını, iyilik ve kötülüğün, adalet ve adaletsizliğin kurallarını sorgulayabilmek”, “olumsuzun bütün hortlaklarını ifşa edebilmek için” hayata ve hayatın gücüne inanmaktan hiç vazgeçmemişti. Deprem olur olmaz, hayata ve hayatın gücüne inanan binlerce insan, Van’a yardım götürmek için seferber olurken, yaptıkları şeyin sadece orada yaşayan insanlara yardım etmek olmadığını, “evrene ve insanlığa karşı ihanet” içinde olan özyıkım insanının hükmettiği bu dünyayı değiştirecek tek şeyin dayanışma olduğunu ispatlamak istiyorlar sanki. İspatlıyorlar da…


MELANKOLİ GEZEGENİ

Lars von Trier’in “Melancholia” filminde “Melancholia” adlı bir gezegen dünyaya doğru yaklaşır. Bilimsel hesaplar, çarpmayacağı yönünde olsa da, tam aksi yönde görüşler de vardır ve filmin sonu daha baştan bellidir. Filmin kahramanlarından Justine, dünya dışında başka bir yerde hayatın olmadığını, tamamen yalnız olduğumuzu ve kimsenin bu dünyayı özleyeceğini sanmadığını söyler. Justine, dünyanın kötü bir yer olduğunu inanarak adeta dünyanın yokoluşunu arzular, kardeşi Claire’in aksine.

Van’da deprem olduğunda aklıma bu film geldi. Depremi, dünyanın sonuna dair bir provaya benzetirim hep. Dünyanın kötü bir yer olduğuna ve yok olmasına sevinilmesi gerektiğine inanan Justine’in karamsarlığını, o iyicil gözüken karamsarlığını düşündüm uzun uzun, depremle ilgili haberleri okurken. Belki Melancholia adlı bir gezegen dünyamıza çarpmıyor ama, özyıkım insanları üreten kapitalizm, azar azar dünyayı yok edecek tasarılar geliştirmeye devam ediyor. Yani ağır çekimde yaklaşan bir Melancholia gezegenine benzetilebilir kapitalizm.

Dünyadaki tüm insanları, Justine, Claire ve Claire’in kocası John olarak üçe ayırmak mümkün. John, gerçek bir kapitalist. Son ana kadar, dünyanın yok olmayacağından emin. Otoritelerin hizmetindeki bilime güveni tam. Gerçek bir iyimser. Mehmet Altan gibi liberallerin iyimserliğine benziyor iyimserliği… Claire, arada kalmış birisi… Kocasına inanmak istiyor, ama içi içini yiyiyor bir yandan. Bir şeylerin kötüye gittiğine dair derin bir kuşku içinde. Kaçmak, kurtulmak istiyor bu sondan. Justine ise, dünyanın sonunun geldiğini görüyor ve bu sonun değiştirilebileceğine dair inancını yitirmiş. Aksine, bu sonu arzuluyor. Siz hangisindeniz bilmiyorum. Trier, ağırlığını Justine’den yana kullanmış. Claire ne kadar uğraşırsa uğraşsın, dünyanın sonu kaçınılmaz demeye getiriyor sözü. Deleuze’ün özyıkım insanı dediği şey de bu aslında: İnsana ve hayata dair derin bir güvensizlik…

Spinoza, dünyanın iyi bir yere dönüşeceğine dair bir umut taşımıyordu. Deleuze’ün dediği gibi, o sadece sevince ve görmeye inanıyordu. Henry Miller, “Bakın, bana kalırsa sanatçılar, bilim insanları, filozoflar mercek parlatıp duruyorlar. Bunların hepsi bir türlü başarılamayan bir şeye yönelik muazzam bir hazırlık. Bir gün bu mercek mükemmel olacak ve o zaman hepimiz apaçık göreceğiz, dünyanın ne kadar şaşırtıcı, ne kadar olağanüstü, ne kadar güzel olduğunu…” derken, bu görme sevincini tarif ediyordu aslında.

Justine gibi benim de içimde umut yok. Ama umutsuz da değilim. Claire’in Justine’e dediği gibi “doğru olanı yapmak istiyorum” sadece. Her şey kötüye gitse de, elimde tuttuğum merceği parlatmaya çalışıyorum habire… Özyıkımı durduracak şeyin, “yeni bir bilinçle, yeni bir görüş altında, yeni bir yaşama isteği içerisinde” mümkün olacağına inanıyorum çünkü… Dünyanın sonu geldiğinde, bu sonu insanların korku içinde yorgun ve kederli bir halde değil de, özgür ve neşeli bir halde dans ederek karşıladığını hayal etmek bile, merceği parlatmak için yeterli bir neden…

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 26 Ekim 2011)

MAVİ TİLKİLER DOLAŞIYOR SOKAKLARDA

Posted: by Jade in
0


Hani iki üniversite öğrencisi, adalet sistemini eleştirdikleri için metrobüste sivil giyimli bir polisin saldırısına uğradılar ya, ancak bir kara mizah filminde tanık olabileceğimiz acı bir olay daha eklenmiş oldu hafızalara. Aslında böyle bir sahneyi, bir filmde görsek, yönetmen amma da mesaj verme meraklısıymış, bu kadar da göze sokulmaz ki diyerek tepki de gösterebilirdik. Çünkü biri hukuk öğrencisi olan iki arkadaş metrobüste, adalet sistemini eleştirdikleri için adaletin uygulayıcısı olan polisten ilgisiz nedenler öne sürülerek şiddet görüyorlar. Ve ardından üniversite öğrencileri sanki kendileri şiddet uygulamış gibi karakola götürülüp suçlanıyorlar. Adalet sistemimizin halini özetlemiyor mu bu olay, tüm çıplaklığıyla?

Bu olayda benim tüylerimi diken diken eden ayrıntı, sivil giyimli polisin saldırı gerekçesi: Oynaşmayın! BirGün’de yer alan habere göre “sivil giyimli bir kadın polis, tartışmanın içeriğinden memnun olmayınca, müdahale edebilmek için genç erkeğin kendisine taciz ettiği bahanesini uydurdu. Amacına ulaşamayınca, bu kez de “oynaşıyorsunuz” diyerek gençlere yanındaki eşi ve kız kardeşiyle birlikte tekme tokat saldırdı.”

Hikmet Temel Akarsu ve arkadaşlarının çıkardığı bir dergi var: “Roman Kahramanları”. O derginin ekim-aralık sayısının dosya konusu George Orwell’in ünlü “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanı olduğu için, “Bir Sualimiz Olacak” başlığıyla edebiyatçılarımızdan Tarık Günersel’e, Feyza Hepçilingirler’e, Süreyyya Evren’e ve Sabri Kuşkonmaz’a sorulmuş: “Bir edebiyatçı olarak izlendiğinizi düşünüyor musunuz? Bu sizde nasıl duygular uyandırıyor?”

Bu soruya herkes “evet izleniyoruz” yanıtını vermiş. Süreyyya Evren yanıtında “bilimkurgulardan gerçeğe dönmüş bir kontrol mekanizmasının doğduğunun” özellikle altını çizerek, bizdeki uygulamanın ayırt edici bir özelliğine de değinmiş: “Son dönemlerde belirli bir mantığa ihtiyaç duymama hali hüküm sürüyor, o çok tehlikeli bence. Polis devleti havası veren de bu. Herkes bir hikâyeyle birlikte tutuklanıyor, kimse tek başına sadece tutuklanmıyor. Bazen tutuklanmadan birkaç gün önce, bazen tam tutuklandığı gün aynı zamanda bir de hikâye basına veriliyor. İzleme/gözetleme faaliyetleri bu hikâyeleri çatmak için kullanılıyor.”

Metrobüste gençlere saldıran sivil giyimli polis memuru da, aynı yöntemi beceriksiz bir biçimde kullandı aslında. Taciz ya da oynaşma gerekçesinin dışında da hikâyeler uydurabilirdi istese. Ama planlı bir olay olmadığı için, ilk aklına gelen şeyleri sıraladı muhtemelen. Bu olaya benzer olaylar gittikçe artıyor. Sadece polis şiddeti olarak da değil. Bir belediye otobüsünde birbirine sarılan gençler linç edilmeye çalışılmıştı hatırlarsanız. Ya da yine metrobüste bir kadın voleybolcuya kısa şort giydiği için dayak atılmıştı. Sadece benim belediye otobüslerinde tanık olduğum ve basına yansımayan onlarca benzer olay var. Kim bilir daha neler yaşanıyor bilmediğimiz, tanık olmadığımız. Mesela bir yolcu, eşcinsel olduğu için aşağılanmış ve otobüsten atılmaya çalışılmıştı. Olay büyümeden yatıştırılmış olsa da, yaşadığım o otobüs yolculuğu, Türkiye’nin nereye doğru gittiğini gösteren bir yolculuğa dönüşmüştü.

Muhafazakârlaşmanın artması, toplumun içindeki basıncı da arttırıyor ister istemez. Bir polis memuru, kafasına göre ahlaki ölçütler belirleyip “oynaşmayın” diye insanları hizaya sokabileceğine inanabiliyorsa, başımıza daha nelerin gelebileceğini tahmin etmek güç değil.

Bir başka insanın tüylerini diken diken eden olay da,  Uğur Kantar’nın “Disko” diye tabir edilen “disiplin koğuşu”nda yaşadığı işkence yüzünden ölmesi. Askerlik yaparken, “disko” ile ilgili çok hikâye dinlemiştim. Orada tutulan askerlerin uyutulmadığından ve gördükleri kötü muamelelerden bahsedilirdi hep. Kanıksanmış bir şeydi bu. Çünkü uzun yıllardır sistemli bir biçimde işkencenin uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. İHD raporları, bunun bir kanıtı. Ama Uğur Kantar’ın ölümü, “disko” gerçeğini canımızı acıtacak bir biçimde tüm çıplaklığıyla önümüze koydu yeniden. Eskiden kimse konuşmazdı. Şimdi gazetelerde okuyabiliyoruz tüm gerçeği: Üç gün boyunca Uğur Kantar’ın su içmesine izin verilmemiş. Bırakın dayağı, işkenceyi... Su içmesine bile izin verilmemiş. Genel Kurmay istediği kadar çabalasın, Uğur Kantar’ın üç gün boyunca su bile içemediği gerçeğini örtecek resmi bir  açıklama yok henüz...

Bugünlerde Lars Von Trier’in o ünlü “Karanlıkta Dans” filminde Björk’ün söylediği şarkıların sözlerini yazan, asıl ismi Sigurjón Birgir Sigurðsson olan Sijón’un “Mavi Tilki” adlı bir romanı yayımlandı Doğan Kitap’tan Omca A. Korgan çevirisiyle.

Roman, insanı öyle bir içine alıyor ki, sokaklarda sık sık mavi tilkilere rastlar oldum bugünlerde. Romanı okuduktan sonra, mavi tilkilerin farkına varıyor oluşum, mavi tilkilerin hayal ürünü olduğu anlamına gelmiyor elbette. Sadece romanı okuyana kadar farkında değildim onların. Tıpkı bir hüznü aslında yaşıyor olmamıza rağmen bir şiir ya da şarkı aracılığıyla farkında oluşumuzdaki gibi. Üstelik mavi tilkiler öylesine bir gizlenme yeteneğine sahipler ki, dokunabileceğiniz kadar size yaklaşsalar da büyülenip fark edemezsiniz onları. Devlet dersinde öldürülmüş herkesin birer mavi tilkisi olduğuna eminim. Ve Sijón’un romanındaki gibi, egemenlerin, güçlülerin dünyasına ait yazgıyı gün gelip değiştireceklerinden de eminim. Mavi tilkiler, hiçbir şeyi unutmazlar çünkü, hiçbir yalanı, sahteliği ve acıyı es geçmezler... Çünkü Sijón’un yazdığı gibi evren şiirlerden yapılmıştır, başka bir şeyden değil...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 19 Ekim 2011)