Hayat memat edebiyat

Posted: 21 Mayıs 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Neden roman, şiir, öykü yazarız? Neden beste yapar, resim çizer, taşı yontar, film çekeriz? Elbette bu sorunun pek çok yanıtı var, hem de pek çok. Herkes kendi durduğu yere göre bu soruya yanıt verecektir. Ama her yanıt, yine de eksik bir yanıt olacaktır? Peki neden bir romanı, bir öyküyü, bir şiiri okuruz? Neden müzik dinler, saatlerce bir tabloya bakar, bir heykel karşısında kendimizden geçeriz? Bu sorunun da yüzlerce yanıtı vardır, psikolojik, felsefi vb... Ama yine her yanıt eksik bir yanıt olacaktır.

Romanı düşünelim. Ünlü olmak için, para kazanmak için, güçlü olmak için, varoluşuna bir anlam katmak için yazanlar olduğu gibi, bir kadına âşık olup onun için yazanlar, bir davaya tutulup o davaya hizmet etmek için yazanlar da vardır. Dostoyevski gibi borçlarını ödemek için durmaksızın yazmak zorunda olanlar gibi... Roman yazmanın hangi oluş şekli daha makbuldür? Bir dava uğruna roman yazmak, ünlü olmak için roman yazmaktan daha mı üstündür? Bence değil. Öyle yazarlar tanıdım ki, her dergide, her gazetede isimleri bolca gözüksün, tüm kitapçılarda kitapları baş köşede yer alsın, imza günlerinde önlerinde yüzlerce metre kuyruklar oluşsun isteyenler. İstekleri anlayışla karşılanabilir bence. Onlardaki yazma dürtüsünü harekete geçiren bu arzuları çok insani geliyor bana ve her zaman öyle yazarlar, ressamlar, yönetmenler, müzisyenler olacak yaşamımızda.

Bir de başka türlü yazarlar vardır. Bunların hiç öyle dertleri yoktur. Kalabalığın içinde kolay kolay fark edilmezler. Geceleri yataklarına uzandıkları zaman, ünlü olmak gibi hayaller akıllarına gelmez hiç. Bir ortamda övüldükleri zaman yüzleri kızarır, mümkünse saklanıp kaçmak isterler. İşte o yazarların yazdıkları da farklıdır kendileri gibi. Bu yazarlar, okura hoş görünmek, onları tavlamak istemedikleri için hayattayken kolay kolay ne yaptıkları fark edilmez. Lautreamonte gibi, öldükten yıllar sonra tesadüfen keşfedilebilirler. Yaşamlarının yoksulluk ve acılarla süslü olmasının aslında bir önemi yoktur yazdıklarının yanında. Sabaha kadar kendilerini yazıya terk edip, sabah da uykusuz ve yorgun oldukları halde ekmek paralarının peşine düşmek zorunda kalabilirler. Ama hiçbir şey onların yazdıklarıyla arasına giremez. Hatta sevgilileri, aileleri, dostları onların yazmaya karşı duydukları o yoğun tutkuyu dahi kıskanabilirler. Kötü bir yazar da olabilirler, ki sık sık kendileri için böyle düşündüklerine eminim. Kendisine tapan yazarların, kendilerini öve öve bitiremeyen, sanatçı oldukları için yarı-tanrı bir edayla gezinenlerin tam tersidir bu yazarlar. Bir dertleri vardır kendileriyle, yaşamla ve yazıyla. Bu yazarları düşünürken, Sait Faik'in yazmasaydım ölürdüm demesi aklıma geliyor her seferinde. Ünlü ya da zengin olmak istemeden yazan bu insanların yazmaya yönelik tutkusu nasıl açıklanabilir?

Yazmasaydım ölürdüm sözünü düşününce de, konuyla doğrudan ilgisi olmasa da İsmet Kür'ün o müthiş romanı "Onuncu Sigara"yı anımsarım. İşkence görmüş devrimci bir genç kız, cezaevinden çıkınca roman yazmaya karar verir. Örgütünden kopmuş, burjuva ailesinin yanına sığınmış bu genç kız, ancak roman yazarak hayata tutunabileceği-ne inanır. Roman boyunca onunla konuşmuş, ona destek vermeye çalışmıştım okurken. Ne yapsa etse de o romanı bitirse, hayata yine başka bir yerden tutunabilse diye. Sanki o, romanını bitirince her şey birden bire düzelecekti. Yazdığı roman hayat, yaşadıkları ise roman olacaktı. Böylelikle bir yerinden sızabilecekti hayatın içine, sözcüklerle... Ama romanı okudukça, gerçeklik dediğimiz şeyin insanları nasıl küçük arzular ve çıkarlar içinde erittiğini görmeye başlıyor insan o genç kızla birlikte. İsmet Kür, sadece genç kızın gözünden değil, babasının, annesinin gözünden de anlatıyor olup biteni. İnsanların kendi aralarındaki iletişimsizliği, yabancılaşmayı, sevgisizliği... Roman boyunca herkese hak verir hale geliyorsunuz. Romanın sonuna doğru o genç kızın odasındaki balkonda buluyorsunuz kendinizi ve aşağıya, sokağa bakıyoruz onunla birlikte. Sanki onunla birlikte sizden de bir şey düşecektir aşağıya. Tıpkı onun gibi sokağın ortasında parçalara ayrılacak bir şey... Bir yandan sigara üstüne sigara içiyor genç kız. Onuncu sigaraya geldiğinde kararını vermiş oluyor, ama onu ikna edebilecek hiçbir şey bırakmıyor elimizde yazar. Sadece ölümünü seyretmek düşüyor bize. Onu, yazı da kurtarmıyor bu sefer. Belki diyorum, belki bitirebilseydi o romanı, bir şansı olabilir miydi acaba yaşamak için?

Yazmazsam ölürdüm demiş Sait Faik. Peki ya, yazmak isteyip de yazamayanlar, yazıdan da sürülmüş olanlar ne yapacak? Sait Faik şanslıydı, yazarak öldü, çünkü yazıya sürülmüştü. Yazarak kendisine bir dünya kurabilmeyi başaranlardandı. 0 sayede yaşadı.

Yazma eylemi, işte böylesine ciddi bir mesele, yani hayat memat meselesi bir bakıma. Neden roman, öykü, şiir yazıyoruz? Neden sözcükler bu kadar değerli? Bir yerde okumuş olmalıyım ya da yazmış: "sanat, insanın kendine tahammülünü kolaylaştırır". İnsan, başka türlü baş edemezdi yalnızlığıyla, açılarıyla, varoluşuyla. Acaba öyle midir gerçekten? Sahi, neden yazdım ben bu yazıyı?

Bülent Usta (Birgün, 16 Mayıs 2007)

0 yorum: