ÇİZGİDIŞI
Posted: 13 Ocak 2010 Çarşamba by bülent usta inBeş yaşındaki bir çocuğu, kendi bölgelerinde kâğıt mendil satıyor diye, başka çocukların öldüresiye dövdüğünü okuduk gazetelerde. Hatta köpekle korkutarak işkence de yapmışlar çocuğa… Edirne’deki linç girişimcilerinin, kadınlara, gençlere nasıl saldırdığını izlemişsinizdir televizyonlardan. 40-50 yaşındaki bir adam, sinsice bir genç kızın arkasına yaklaşıp, kızın beline tekme vurup hemen kalabalığın arasına karışıyordu. Çalışmayı sevdikleri kadar eğlenmeyi de bilen açık görüşlü Trakyalılardan birisi olabilir miydi o adam? Yoksa linç virüsüne yakalanmış hasta birisi miydi? Kendi kızına öyle tekme atılsa, ne düşünürdü acaba? O genç kız, Edirne’yi işgale mi gelmişti? Böylesine zavallı bir ruh haline nasıl olup da yakalanmıştı o adam? Peki ya Romanların sürülmesine ne demeli? Evlerinin arabalarının yakılmasına, çocuk çocuk onları yollara düşüren, yaşadıkları yerden uzaklaştıran zihniyete?..
“Birikim” dergisinin son sayısında Tanıl Bora’nın “Linç Açılımı” adlı yazısı, bu açıdan oldukça mühim noktalara temas ediyor. Muş Bulanık’taki o kalaşnikoflu adamın, malını korumaya çalışan esnaf gibi görülmesi ve gösterilmesinin sakıncalarından bahsederek, “milli beka kaygısının mal-mülk ve maişet kaygısıyla bütünleşmesi ve linç ruhunun orta sınıflar”a nasıl yayıldığından dem vuruyor yazısında Tanıl Bora. Taksim’de basın açıklaması yapmak isteyen DTP’lilere pompalı tüfekle ateş edenlere, Başbakanın “kendilerini savundular” diyerek destek çıktığını hatırlarsınız belki. Medyanın önemli bir kısmı da, linç girişimcilerini sade vatandaş olarak gösterme ve meşrulaştırma çabasından vaz geçmiyor nedense. O beş yaşındaki çocuğun uğradığı işkence, linç kültürünün geliştiği ve kökleştiği bir toplumda, tesadüf olabilir mi? Trafik meselesi yüzünden, gazeteci bir kadını sokak ortasında döverek hastanelik eden o adamı, bu linç kültüründen bağımsız düşünebilir miyiz?
Kitlelerin Sıradışılığı
Durum, oldukça vahim… Ama bu linç kültürünün aldığı seyir, bana başka sorular sorduruyor bir süredir. Mesela kitlelerin sanatla çok da ilgilenmediğinden bahsedilir genellikle. Ya sanatçıların halktan uzağa düştüğü eleştirisi yapılır ya da kitlelerin sanatın önemini fark edemeyecek kadar cahil bırakıldığından yakınılır. Aslında benzer eleştirel bakışın sola da yöneldiğini görürüz. Sola getirilen eleştiriler arasında, solcuların halktan uzaklaştığı ya da uzaklaştırıldığı söylenir. Solculardan halk dalkavukluğu yapmaları, liberalizm, ulusalcılık, muhafazakârlık gibi solun dışındaki değerlerle buluşmalarının halkla yakınlaşmak için önemli olduğundan bile bahsedilir.
Günümüzde “sol”a ve “sanat”a yönelik eleştirilerin paralel gitmesi, oldukça ilgi çekici. Bu yüzden, solcular arasında bile ciddi bir entelektüel düşmanlığına ya da propagandist olmayan sanatçılara yönelik kuşkucu tavırlara rastlamak mümkün. Örneğin Bienal tartışmaları, bu açıdan ilginç veriler barındırıyor içinde. Sanki sanatın kitlelerden uzaklaşmasının en büyük nedeni sanatçılarmış ya da aynı şekilde, solun yeterince kitleselleşememesinin tek nedeni sadece solcularmış gibi bir kanı, son yıllarda iyice güçlendi.
Michel De Certau’nun Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan, “Gündelik Hayatın Keşfi” adlı kitabının ilk cildine bakarsak, De Certau ilginç bir tespitte bulunur bu sorun için. Der ki, kitleler artık “çizgidışı”dır… Çizgidışı olan sanatçılar ya da küçük gruplar değildir, kitlelerdir… Çizgidışılığı ise kültür üretmeyenlerin kültürel etkinliği olarak tanımlar. Üretici bir ekonominin birer birer pazara sürdüğü gösteri-ürünlerini satın alarak gerçekleştirirler kültürel etkinliklerini… Televizyon karşısındaki eğitimsiz birisinin eleştiri ya da yaratıcılık uzamı, orta sınıfa mensup birisinden farklıdır. Ama bu durum, televizyon karşısındaki o kişiyi, daha az kurnaz, daha az eğlenmek isteyen veya daha az hayal kuran birisi yapmaz. Tam aksine, orta sınıfa mensup kişiye göre, hayatta kalmak için tüm bunlara daha fazla ihtiyaç duyar. Neyin hayalini kurduğu ya da ne tür kurnazlıklar peşinde olduğunun bir önemi yoktur. Ama tüm o kurnazlıkları ya da hayalleri, bir koşullanma ya da güdülenme şeklinde gelişir ki, asıl sorun da burada başlar. Çünkü kültürel açıdan onun iplerini elinde tutmak isteyen güçler iş başındadır. Bütün planlar, o ipleri başka bir güce bırakmamak yönündedir. Bunun için psikolojik harekat kurum ve kuruluşları, tarikatlar, medya, sermayedarlar, reklamcılar, kültür-sanat endüstricileri, şov dünyası korkunç bir savaş ortamı içindedirler. Arada sırada 12 Eylül darbesinde olduğu gibi uzlaştıkları da olur. Ama bu uzlaşmalar, çoğunlukla geçicidir. Karşı tarafı zayıf yakaladıkları anda ya yok ederler ya da kendi çıkarlarına yönelik olarak dönüştürürler. Gazetelerin genel yayın yönetmenleri bir anda işten çıkarılır, siyasi partiler bir anda yükselir ya da dağılır ve her şey geniş yığınların seyirci olduğu bir sahnede olup biter.
De Certau kitabında “Tüketicileri, onlara ait olamayacak kadar geniş ama içinden kaçıp kurtulamayacakları kadar da sık dokunmuş engin bir sistemde göçmen konuma getirmişlerdir” derken, aslında bir ipucu da veriyordu. Bu ipucunu, Todd May’in, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi” adlı kitabında da takip etmek mümkün. Iki düşünürün de, stratejik yaklaşımın değil, taktiksel yaklaşımın günümüz dünyasını anlamak konusunda faydalı olacağı konusunda hemfikir oldukları görülüyor. Stratejik yaklaşım, özcü, üniter ve merkeziyetçiyken, taktiksel yaklaşım, mekândan çok zamana bağımlıdır… Taktikler, ötekinin alanını kendisinden ayırarak değil, o alana sızarak kendisini var eder ve dönüştürür… Gündelik hayatın içine sızmadan, ne toplumsal kültüre etkide bulunabilinir, ne de siyasete… Çünkü asıl savaş, gündelik hayatın içinde sürüyor, tüm hızıyla...
Kısacası, sanatın ve solun kitlelerden uzaklaşmasının sorumlusu sanatçılar ve solcular değil. Ama sanatçıların ve solcuların, kitlelere dayatılan stratejik ya da taktiksel oyunları bozguna uğratacak yeni oyun alanları bulması ya da yaratması, sadece sanatın ve solun değil, kitlelerin de kapatıldıkları o engin hapishaneden çıkıp nefes alabilmesi için şart… Ama o oyun alanlarını bulabilmek için de, eski alışkanlıklarından kurtulmuş bir anlayışa sahip olmak gerek…
Bülent Usta (Birgün, 13 Ocak 2010)