BİR ÇİÇEKLE BAHAR OLMAZ

Posted: 5 Mayıs 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Bu aralar uzun tren yolculukları yaptım. Hatta hızlı tren dediklerine bile bindim Ankara-Eskişehir arasında. Daha çok otobüs ya da uçak yolculuğunu anımsattı bana hızlı trenler. Karşınızdaki ekrandan trenin hızını görebildiğiniz için, pencereden manzara izlemek yerine, herkes o ekrana bakıp, 250 km hız limitini aşan bir aracın içinde bulunmanın farkını yaşamaya çalışıyordu. Aslında o kadar hızlı giderken, pencereden izleyeceğiniz, hayallere dalacağınız bir manzaradan da söz edemeyiz. Bilgisayar oyunlarındaki bulutlara, dağlara benziyordu baktığım yer.

Trenler ile hızlı trenler arasındaki fark, günümüz insanının algı sorunlarını da yansıtıyor bir bakıma. Öyle hızlıyız ki, düşünmeye, hissetmeye, hayaller kurmaya vaktimiz yok. Saatte 250 km hızla Eskişehir’e ilerler gibi geçip gidiyor hayatımızdaki her şey. 250 km hız da yetmeyecek bir gün, ışınlanmak isteyeceğiz gitmek istediğimiz yere. İşte bu yüzden derinlik dediğimiz şey, sıkıcı bir şeye dönüşüyor gitgide. Çünkü her kitap, bir yolculuktur bir bakıma. Mesela Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan çıkan “Şairin Romanı”, hızlı tren yolculuklarına benzemiyor hiç. Yazar, sıkıcı bir yolculuk olmasın diye romanını mümkün olduğunca eğlenceli ve sürükleyici kılmaya çalışmış. Ama derinlikli bir bakış isteyen öyle çok ayrıntı var ki, günümüz hız limitlerinin epey bir aşağısında kalıyor ister istemez. Tek bir sözcüğe takılıp uzun uzadıya hayallere dalmanız mümkün “Şairin Romanı”nı okurken.

İnsanların “sıkıcı” bulduğu filmleri ya da romanları, çoğu zaman “sıkıcı” bulmasam da, uzun soluklu metinlerin başıboşluğu da canımı sıkar çokça. Yazar, roman yazarken aklına gelen her şeyi yazıyor, uzun ve ağdalı cümlelerle okurun hayal gücüne müdahale edip, her şeye onun gözlerinden bakılmasını talep ediyor, yani okuru edilginleştirerek okuduğu metne teslim olmasını istiyorsa, orada ciddi bir sorun varmış gibi geliyor bana. Tamam, hızlı tren yolculuğuna benzememeli bir roman. Ama yüzlerce kilometreyi de yürütmemeli okura. Yazar, bizi nereye götüreceğini biliyorsa, yürümeye de razı olabiliriz belki. Ama aynı yerde dönüp duruyor ya da çıkmaz sokaklardan çıkmaya çabalıyor, dağın içinden geçen bir tünel varken, o dağı etrafından dolaşıyorsak, yolculuğa çıktığına pişman olabiliyor insan.

Bizim ülkece çıktığımız yolculuk da böyle bir şey aslında. Ülkeyi idare eden siyasetçiyi, bir roman yazarına benzetebiliriz. İnsanları kendisine oy vermeye ikna edip bir yolculuğa çıkartıyor. Ama işin kötü tarafı, siyasetçi, bu yolculuğun nereye gittiği konusunda genelde bilgisiz. Kendi çizdiği güzergâhın, kendisinden öncekilerin çizdiği güzergâhlardan farkını açıklayamıyor bir türlü. Özal’ın çizdiği güzergâhtan ne kadar uzaklaşabildik mesela? Hepimiz, 12 Haziran’daki seçimlerden sonra, hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyoruz. En fazla hızlı trenlerin hızı biraz daha artacak. Ama hiçbir hızlı tren, devlet ile insanlar arasındaki uzaklığı azaltacak kadar hızlanamayacak. Çünkü siyasetimiz, tıpkı edebiyatımız gibi “aşırılıklar”dan beslenecek kanallara sahip değil. Siyaset, tıpkı edebiyat gibi “deneysellik”lere ve ideallere sahip olarak, çeşitli sınamalarla yanlışların düzeltilmesine ihtiyaç duyar. Bunu yapabilmek için de “aşırılıkçı” fikirlerle yeni yollar keşfederek güzergâhını sürekli olarak değiştirir. Ama siyaset dünyamız, öylesine merkezileşmiş durumdaki, her şeyin “merkez”e dönüştüğü bir yerde artık yönlerden de bahsetmek mümkün olmuyor. Siyasetin bu siyasetsizlik hali, toplumun ideal imgesinin kaybolduğu anlamına geliyor bir bakıma. “Var olan”la, “olması gereken” arasındaki gerilimin bu kadar azalmış olması, çok daha büyük bir gerilimin göstergesi aslında. Gazetelerin üçüncü sayfalarında, cinayet ve tecavüz haberlerindeki artışa bakarak bile bunu görmek mümkün.

Trenin lokantasına oturmuş, Ursula K. Le Guin’in, Aylin Ülçer’in çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan son romanı “Rüyanın Öte Yakası”nı okuyordum ki, romandaki Uzaylı kahramanın “bir çiçekle bahar olmaz” sözüyle birlikte, gözüm masalardaki yapay çiçeklere kaydı. Sanki her şeyi özetliyordu bu “yapay çiçekler”...

Bir çiçekle niye bahar olmaz? Herkes kendi iç dünyasında yetiştirdiği çiçeği, başka çiçeklerle buluşturmalı demek istiyordu sanki Uzaylı. Kimsenin kimseye ihtiyaç duymak istemediği bir zamanda, ancak bir Uzaylı biz insanlara böyle nasihat edebilirdi. Romanın bir yerinde, faydacılığa karşı çıkan Orr, her şeyin illa bir amacı olması gerekliliğine, sanki “evren bir makineymiş de her parçasının faydalı bir işlevi varmış” gibi gösterilmesine isyan ediyordu. Ama Orr’un altını çizdiği önemli bir nokta vardı: “Asıl önemli olan bütünün içinde bir parça olmamız. Bir kumaşın içindeki iplik ya da kırdaki bir ot sapı gibi. O nasıl öylece varsa, biz de öylece varız. Bizim yaptıklarımız, çimenleri yalayıp geçen rüzgâra benziyor.”

Acaba öyle mi? Ursula K. Le Guin, rüyalarıyla dünyayı yeniden tasarlayan kahramanlar aracılığıyla, bu meseleyi derinlemesine tartışıyor. Evrenin gidişatına müdahale mi etmeli, yoksa ona uyum mu sağlamalı? Tanrı rolüne soyunan insanın dünyaya vereceği zararı, bugüne kadar verdiği zararlardan görmek mümkünken... Kendisini Tanrı gibi gören insanın müdahalelerine karşı pasif kalmanın da bir çözüm olmadığı ortada. Toplum mühendisliğine elbette karşı olunmalı, ama bu bakış, her şeyi akışına bırakmak anlamına gelmiyor. Çünkü toplumsal olan her şey, müdahalelerle mümkün olan bir şey. AKP, Kemalizmi, “toplum mühendisliği”ne soyunan elit bir kesimin icraatları olarak eleştirirken, kendisinin de “toplum mühendisliği”nden uzak durduğunu söyleyebilir miyiz mesela?

12 Haziran seçimleri, yapay çiçeklerin arasına karışmış birkaç gerçek çiçeğe rağmen, demokrasimizin sahte bir baharı nihayetinde. Rengârenk çiçeklerle süslü gerçek bir baharı yaşamak için, bütün gerçek çiçekler 1 Mayıs’ta alanlarda toplanacak. Bekleriz… Bir çiçekle bahar olmaz çünkü…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 27 Nisan 2011)

0 yorum: