KARANLIK KUTU ÖĞRETİSİ
Posted: 6 Temmuz 2011 Çarşamba by bülent usta inBu sıcak havalarda ciddi ve ağır konulardan bahsetmeye hiç niyetim yok. Bir tür hat kesilmesi durumu yaşıyorum. Tıpkı telefon hattının kesilmesi gibi... Böyle zamanlarda yapmak istediğim tek şey, uzanıp saatlerce gökyüzüne bakmak... Ya da yanıma nevalemi alıp tekneyle ufka doğru açılmak... Gündemin bunaltıcı atmosferinin gün be gün hiç azalmadan devam etmesi bilinçaltının bir tür yansıması olan gökyüzünü ve denizi seyretmeye duyduğum ihtiyacı da fena halde arttırmış durumda. Emin olun şu satırları yazarken bile, kafamdakileri toparlamakta güçlük çekiyorum.
Başlarda, zihnimi tam anlamıyla gündelik hayatın telaşından kurtaracak bir hat kesintisini yaşayabileceğime dair hiç ümidim yoktu. Çünkü çalıştığım yayınevinde, iki derginin ve onlarca kitabın hazırlığı tüm hızıyla sürerken, yapabildiğim tek şey, balkona çıkıp eski İstanbul havasının hâkim olduğu bir mahallenin içinden gökyüzüne bakabilmekti sadece. Yani anlık kesintilerle idare ediyordum. Ama geçenlerde beni tüm bu hayhuyun içinden çekip çıkaracak tuhaf bir olay gerçekleşti:
Çok değer verdiğim bir dostum, eşiyle Ankara’ya gitti bu hafta sonu. Giderlerken de bana evde baktıkları ördek yavrusunu bıraktılar, onlar dönene kadar bakmam için. Ördekle birbirimize önce alışamadık. İkimiz de neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için, tedirgindik biraz. Küçük bir karton kutunun içinde gelmişti bana. Kutudan çıkarıp evin içine bıraktım. Doğru düzgün yürüyemiyordu bile. Yemeğini, suyunu önüne koyup, yazımın başına döndüm. Çalışma odasına gidince, o da paytak paytak peşimden gelmesin mi? Bir yandan da vakvaklıyordu. Onunla ilgilenmezsem bana rahat vermeyeceği belliydi. Çünkü ne zaman ona doğru dönüp bir şeyler söylesem sesini kesip beni pürdikkat dinliyor, yazıma dönüp bir şeyler yazmaya kalkışınca da, dikkati kendisine çekmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Arkadaşımı arayıp ne yapmam gerektiğini sordum hemen. Sabaha kadar bitirmem gereken bir yazı vardı önümde. Kutusuna koyup örtüsünü örtünce, sesini keseceğini söyledi dostum. En azından yazımı bitirene kadar onu kutusunda inzivaya çekilmesi için teşvik etmek, doğru bir tavır olacaktı bu durumda. Gerçekten de kutusuna koyup örtüsünü örtünce, hapsedildiği karanlık onu susturmuştu çabucak.
Ama bu defa da onu karanlığın içine hapsetmeye gönlüm elvermedi bir türlü. Tekrar kutusundan çıkarıp masamın üzerine koydum. Ona “öyleyse bu haftaki yazıyı seninle birlikte yazacağız ördek kardeş” dedim. O da klavyemin üzerinde dolanıp vakvaklayarak beni onayladı.
Öncelikle ördeğin, tıpkı benim gibi bu dünyadan fena halde sıkılmış olabileceğini düşündüm. Hem her şeyi anlıyor, hem de hiçbir şeyi anlamıyor gibi bakıyordu etrafına. Yaşamak hem zevkli bir şeydi –şeftaliye bayılmıştı-, hem de içine hapsedildiği o kutu gibi karanlık... Metin Lokumcu gibi, dünyayı gerçekten seven insanların biber gazıyla katledildiği, Sivas Katliamı’nın yasını bile insanların dilediğince yaşamasına izin verilmeyen karanlık bir kutunun içinde yaşayıp da, bir sevgilinin dokunuşundan ya da o dokunuşu hayal ederek yazılan bir şiirden, bir çocuğun gülüşünden ya da o gülüşün çağrıştırdığı şeylerden alınan zevkti bizi hayatta tutan şey. Bu kadardı işte. Bir kutunun içine kapatılıp üzeri örtülmüş bir halk, sessizleşiyordu ister istemez. Çünkü karanlıkta ses çıkarmak riskli bir şeydi. Tehlikenin nereden ve nasıl geleceğini kestiremeyeceğin bir karanlık, senin sığınağın da olabilirdi, içine düştüğün bir tuzak da... Ördeğin karanlığın içinde sabırla beklemesinin nedeni, her şeye rağmen iyi şeyler olacağına dair yaşama duyduğu inançtan başka bir şey değildi aslında. Böyle bir inanç dışında, elinden başka bir şey de gelmiyordu. Çünkü kendisinin belirleyici olamadığı şartlarla kuşatılmıştı. Kendisini temsil etmesi için seçtiği kişinin meclise gitmesine izin vermeyen, nasıl düşüneceğinden nasıl eğleneceğine, nasıl çalışacağından nasıl öleceğine kadar her şeyine karar veren ve bunu yaparken de keyfi bir tutum takınan bir sistemin içinde yaşayan insanların ruh haline benziyordu, o karanlık kutunun içinde yaşadığı şey.
Hayatla iletişimimizi kuran hatlar, içinde ördek yavrusunun yer aldığı bir köşe yazısıyla, içinde güç ve iktidar hesaplarının yer aldığı köşe yazısı arasındaki farklar gibi şeylerle belli ediyordu kendisini. Hayat kurtaran bir doktorla, para için insanları kobay gibi kullanan doktor arasındaki fark gibi. Bu farkı gören gözlerin, içine hapsedildiğim kutuyu aydınlatan yegâne şey olduğunu bildiğim için, yazma arzum, çalışma masamın üzerinde bana eşlik eden ördek yavrusunun coşkusuna benziyor biraz. İkimiz de biliyoruz, içine hapsedildiğimiz karanlık kutu, biriktirdiği sessizliği taşıyamaz uzun süre. Sessizlik, gizlediği şeyler yüzünden ağırlaşır ve bir gün, yırtar kutuyu en karanlık yerinden...
Ördek yavrusunu kucağıma alıp biraz serinlemek için balkona çıktım ve bir tür hat kesilmesi olarak yaşadığım şeyin, hayatla ve yazıyla arama yeni bir hat döşemek için uygun bir fırsat olabileceğine karar verdim. Acaba üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, duyuyor muydu beni, o mucizevî üçüncü kulağı sayesinde. Kim bilir, ördek yavrusu ile arasında, benim bilmediğim gizli bir hat vardır. Bu dünyada, hem nasıl bu kadar yalnız, hem de nasıl bu kadar kalabalık olabildiğimize şaşarak, kaldığım yerden yazmaya devam ettim...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 6 Temmuz 2011)