Tutma soluğunu
Posted: 14 Ağustos 2014 Perşembe by bülent usta in
0
Ama artık bir şeyler öğrenebilsek yenilgilerimizden, böyle
hemen pes etmesek, suçu gölgelerimize atmasak. Siyaseti bize gösterildiği
haliyle kabul etmesek; büyü bozuculara inat, büyü olsak Didem Madak’ın “ben
artık büyüyüm” dediği gibi, “bağırmak denen bir adam” umuda ve aşka düşman bir
saltanat kurmuş olsa da…
O kadar kolay çekip gitmesek, üzerimize gaz bombaları
yağarken bulup sarılsak kendimize, bırakıp kaçmasın diye… Olmazdı ki zaten
böyle desek, siyasetsizlik üreten siyasi bütün kurum ve örgütler yıkılsa birer
birer, o yıkıntıların arasında kalsa bizi çaresiz hissettiren tüm entrikalar,
küçük hesaplar, iktidar oyunları…
Sessiz yığınların sesi olmaktan bahseden tüm o siyasetsiz
tipler, çekip gitseler uzak diyarlara; sessizliğin sesini doya doya dinlesek…
Sesimize sessizlik demişlerdi, sessiz olun demişlerdi hep, çınlayıp durmuştu sesimiz
sokaklarda o yaz…
Balıkçılar kahvesinde güzel susulur, susmanın da biçimleri
vardır çünkü, mekânları da… Aşktan, öfkeden, dostluktan, korkudan, özlemekten
susar insanlar, sessizlik ne çok şey anlatır bazen… En kötüsü, söylenecek her
sözün daha söylenmeden anlamını yitirmesi, Gazze’yi ya da Berkin’i düşünürken
olduğu gibi…
Macit Amca’yla karşılıklı susuyoruz; kahvehanede televizyon
açık, biz kapalıyız… “Bu hafta ne yazacaksın gazeteye?” diye soruyor birden,
“seçimleri mi?” “Yok” diyorum Macit Amca’ya, “parayı bastıranın, gücü elinde
tutanın bir oyunu seçim; kim daha iyi hayalini pazarlarsa… ‘Miş gibi’ yapıla
yapıla bugünlere gelindi, sonuçlarda şaşırtıcı bir şey yok. 12 Eylül
Anayasası’na verilen oy oranı daha yüksekti.” Böyle söyleyince gülüyor Macit
Amca, biliyor çünkü o da, 12 Eylül’dü oylanan. Hayatımızın bitmeyen bir günle
sınırlı olması, nasıl da büyük bir lanet, büyük bir ceza. Düşünceyi aykırılığa,
bitimsiz acılara ya da saray soytarılığına itmeyen bir toplumda yaşamak için,
toplumumuzun aykırıları olmak zorundayız diyen Max Frisch’in sözleri geliyor
aklıma, bu lanetten nasıl kurtulacağımızı düşünürken. Aykırı olmanın içeriği, günümüzde
umursamazlıkla dolduruldu çünkü, gelecekteki topluma karşı kendisini sorumlu
hissedenler azaldıkça… Calvino, o
aykırıları, “ateşin içinden yanmadan geçecek sınırlı sayıda aydın” olarak
tanımlıyordu, kendiliğindenliğini kaybeden kitlelere bilinci ve tasarımı
taşımakla yükümlü hisseden… Mutsuzluklarının farkında olamayanların
mutlulukları, içinden geçtiğimiz ateşi körüklediği için değil mi bütün bu başımıza
gelenler… Brecht ne güzel demiş, “Gülenler, / Kötü haberi almadıkları için
sadece / gülebiliyorlar henüz…”
Macit Amca’nın düşüncelerimi okuyormuş gibi konuşmasına
alışkınım, çayından höpürteterek aldığı yudumla sessizliğini bozarak, “Siyaset,
oy vermekten ibaretmiş gibi algılandığı sürece bu ülkede bir şeyler değişmez, insanları
ikna eden fikirler değil, hep başka şeyler. Ama bunun böyle olması, fikirleri
önemsizleştirmez, hatta daha da önemli yapar, demek ki işe yarayan bir fikir
yok ortada, ya da var ama insanlar o fikirlere güvenmiyor” dedi. Macit Amca’nın
akıl yürütüşünden çok şey öğrenmişimdir bugüne kadar. Ortadoğu’da yaşanan
gelişmelere bakarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaklaştığına dair yorumlar
yapılıyor ne zamandır. Yaşanan iki büyük dünya savaşından bile insanlık ders
çıkaramıyor, sahip olunan onca bilgi ve deneyim bir işe yaramıyorsa… Karşımızda
Srebrenitsa örneği dururken, Ezidilere yapılanlara sessiz kalınıyorsa… Calvino’nun
yazılarında sık sık dile getirdiği “genel ahlaki devrim”e yol açacak fikirler
üretmekten başka bir çare yok. Turgut Uyar, “kararan dünya bildiğin gibi sık
sık senindir” diye yazmıştı; kararan dünyanın bizim dünyamız olduğunu
anladığımız zaman, “ilk aydınlık” da bizim olacak. Belki o zaman Ezidilerin
acısı bizim de acımız olur, sadece kendine yeten değil, her şeyle
ilişkilenebilecek yeni bilgiler ve deneyimler bulup çıkarırız kararan dünyayı
aydınlatan… Çünkü Turgut Uyar’ın yazdığı gibi “senindir ey sonsuzveren ne varsa
hayat gibi / tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir…”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 13 Ağustos 2014)