BİR ÇARŞAMBA YÜRÜYÜŞÜ
Posted: 13 Mayıs 2009 Çarşamba by bülent usta inOehler’le karşılaşmam tamamen bir tesadüftü. Ama bu karşılaşmanın bende yarattığı etkiler, kesinlikle bir tesadüf değil. Özellikle bu topraklarda eli kalem tutan herkesin, ya da az-çok bir akla sahip olanların yaşadıkları boğuntuyu, Oehler’in bir akıl sıçramasına dönüştürmesi... Eğer bu akıl sıçraması abartılırsa, delirmek de mümkündü, tıpkı Oehler’in yakın dostu Karrer’in başına geldiği gibi. Ama bu topraklarda kim akıllıydı ki, delilik bir tehlike olsun.
Oehler’e, Thomas Bernard’ın YKY’den Sezer Duru’nun çevirisiyle çıkan “Yürümek / Evet” adlı, iki ayrı anlatıdan oluşan kitabında rastladım. Pazartesileri ve çarşambaları yürüyüşe çıkıyordu Oehler. Ben de Thomas Bernard’a olan yakınlığımı kullanarak bu yürüyüşlerden çarşamba günü olana katıldım. Ve birlikte daha ilk adımımızı atar atmaz, karşılıklı olarak yürüyüş ritmimize uygun bir düşünce akışının içinde bulduk kendimizi. Oehler’le yürümek cesaret isteyen bir iş. Ama Oehler, neden yürüdüğümüzü düşünmemize gerek olmadığını, çünkü o zaman yürümemizin olanaksızlaştığı konusunda ısrarlı. Tıpkı düşünmek gibi… “Bizim düşünmek diye adlandırdığımızın akılla bir ilişkisi yoktur” diyor Oehler ve dostu Karrer’in haklılığını bir kere daha yineliyor: “Bizde olan sadece yedek akıldan başka bir şey değil. Çünkü doğa, gerçek düşünmeyi dışlamak zorunda. Siz şimdi beni deli olarak görebilirsiniz. Ama gerçek, yani asıl düşünme bütünüyle dışlanmıştır.”
Oehler’le yürüyüş yapmanın tehlikesini anladınız mı? Yürümek ve düşünmek aynı anda gelişiyor onda, gördüğü ve düşündüğü şeylerle birlikte… Sokakta oynayan çocuklar bile, onda dünyanın olanaklılığı ve olanaksızlığı üzerine sorular sordurtabiliyor örneğin. Oehler’i bu denli umutsuzluğa ve boğuntuya düşürenin ne olduğunu, bu topraklarda yaşayanlar daha iyi bilir bence. Çünkü herkes, her tür yalanı akılla oynayarak gerçekmiş gibi gösterme olanağına sahip. Retorik her şey, akıl hiçbir şeydir bu topraklarda. Başbakan, “Kürt Sorunu”ndan bahsedince, bahsettiği şeyin “Kürt Sorunu” olmaması gibi. Ya da televizyonlarda, gazetelerde “devlet aklıyla” düşünenlerin, akıllarını ve vicdanlarını iktidar ve güce emanet etmiş akılsızlardan oluşması gibi. Oehler’in dediği gibi: “Çünkü bu ülkede yalnız darkafalılık ve çaresizlik ve acemilik korunur ve bu devlette sadece yeteneksiz ve gereksiz olana bütün araçların akıtıldığı kesindir.”
Mardin’de yaşanan katliam, bana başka başka katliamları hatırlatarak ruhumu derinden sarstığı ve düşündüğüm ya da okuduğum her şeye bu dehşetin izleri sindiği için, Oehler, yürüyüşümüzün bir yerinde şunları söylemeden edemiyor: “Kuşkusuzdur ki çekilmez olanı çekmek ve dehşet vereni, dehşet veren bir şey olarak algılamamak sanattır. Bu sanatı en zor olarak betimlemek doğaldır. Olgulara karşı varolma sanatı, en zor olan sanattır. Olgulara karşı varolmak, çekilmez olana ve dehşet verici olana karşı varolmak demektir. Biz, sürekli olgulara karşı değil de sürekli olgular ile varolursak, en kısa zamanda mahvoluruz. Gerçek şu ki, varoluşumuz çekilmez ve dehşet verici bir varoluştur, bu olgu ile varolursak, en zavallı ve en bayağı biçimde mahvoluruz…”
Mahvolduğumuzu görebiliyorum Oehler’in sözlerinde. Çünkü, olgulara karşı varolmamızı sağlayacak olan sanatı, olguların hakimiyetinden kurtaracak gücü ve kararlılığı kendimizde bulmak için yeterince çabalamadığımız ortada. Çünkü aklını ve vicdanını iktidara ve güce emanet edenlerin kuşatması altında şekilleniyor her şey. Ve en kötüsü, bu kuşatmayı artık doğal bir şey gibi algılayanların akıl ve vicdanlarını omuzlarında bir yük gibi taşıyor olmaları.
Ama her ne kadar umutsuz birisi olsa da Oehler, şu umut verici sözleri söylemeyi de ihmal etmiyor: “İnsanın içinde, olguların tümüne karşı varolma olanağı hep vardır.”
Oehler’le, sanatın, tarihin, doğanın, aklın ve deliliğin sınırlarında gezinirken, toplum olarak yaşadığımız akıl tutulması daha bir görünür hale geliyor gözümün önünde. Herkesin sanattan öğreneceği bir şeyler var ve sanata bu kadar uzak kalmış bir toplumun, her tür akıl-dışılığa yatkın olması bana oldukça anlamlı geliyor. İşin kötü tarafı, sanatçıların bile delilikten medet umup kendi varoluşlarını olgulara teslim etmeleri. Ya da olgulara karşı çıkmayı, olguları yok saymak olarak anlamaları… Toplumun akıl-dışılığına, topluma sırt çevirerek değil, tam tersine toplumun içinde kalarak mücadele edilmeli ki, hem yapılan sanat anlamlı, hem de sanatçının sanattaki varoluşu mümkün olsun.
Bir de her şeye umutsuzluk-karamsarlık penceresinden bakanlar var. Tamamen dehşet verici olgulara teslim olup, baktıkları her yerde acıyı ve umutsuzluğu görenler… Onlarınki, Oehler’in umutsuzluğu gibi değil. Çünkü Oehler, ne kadar umutsuz olursa olsun, ne kadar çıkışsızlığın ve çözümsüzlüğün içine düşerse düşsün, bu çıkışsızlık ve çözümsüzlükten zevk alan birisi değil. Umutsuzluktan zevk alan yazarların, kendi varoluşlarını bunalımlarıyla yaşamaları ve yazdıklarıyla umutsuzluğu örgütlemeleri, onların olgular karşısında yaşadıkları aczin bir ifadesi olabilir ancak. Baktıkları her şeyde, kendilerini, kendi iç sızılarını görmeleri ve bunu bir alışkanlık haline getirmeleri, onları ister istemez olguların esiri haline getiriyor ki, bir sanatçının yapabileceği en büyük hatalardan birisi de, kendisini, kendisine acıyacak kadar önemsemesi…
Thomas Bernard’ın bütün kitapları, bende bir başdönmesi etkisi yaratır. Oehler’le yaptığım bu yürüyüşten sonra da yaşadığım başdönmesi, yazarın tekrarlarla, kesintisiz bir anlatımla, hipnoz eder gibi kullandığı dille, tıkalı kalmış düşünce kanallarını açtığı için benzersizdi. Oehler’le yaptığım yürüyüş bitmiş ve odama dönmüş olsam da, yürümeye devam ediyordum. Bir gazete yazısına sığmayacak, sığdıramayacağım düşüncelerle…
Bülent Usta (Birgün, 13 Mayıs 2009)