DİYALOG MEZARLIĞI
Posted: 21 Mayıs 2009 Perşembe by bülent usta inUyuyamıyorum bir süredir... Bu yüzden rüya da göremiyorum. Rüyalar, sadece yaşamam için gerekli olan uyumaya ait bir dünya değil, yazılarımın kaynaklarından birisi aynı zamanda.
Doktor House adlı bir televizyon dizisi vardır, belki bilirsiniz. O dizide, sürekli uyku sorunu yaşayan bir doktordur House… Uyuyamamasının nedeni, sakat bacağının dinmeyen ağrısıdır ve o ağrı, onu ağrı kesici bir hapa bağımlı kılmıştır. Bu bağımlılık tüm yaşamını ele geçirmeye başlar. Öyle ki, artık halüsinasyonlar görmeye, olmamış şeyleri olmuş gibi algılamaya başlar ki, bir doktor için bu, daha da büyük bir felaket olsa gerek.
Doktor House, hiçbir hastalığın teşhisine yardımcılarıyla uzun uzun tartışmadan karar vermeyen birisi. Özellikle karşı fikirlere büyük bir ihtiyaç duyması, onu gerçek anlamıyla, yani Gadamerci anlamda bir diyalogçu yapıyor. Doktor House’un bu diyalog takıntısı öylesine güçlü ki, uykusuzluk ve hapların etkisiyle gördüğü halüsinasyonlar, bilinçaltının ölmüş birisine ait bir bedenin içinde karşısına çıkmasına ve onunla doğrudan diyaloğa girmesine bile neden oluyor. Bu, elbette ürkütücü bir durum. Uykusuzluk beni henüz bu aşamaya getirmedi. Ama bu korkunç durumu, bir romancı olarak kıskanmıyor da değilim hani. Bir doktor olmadığım için, kimsenin hayatını tehlikeye atma riski de taşımıyorum üstelik.
Bu topraklarda yaşamın her yerini kuşatan ve nefes almamızı zorlaştıran diyalog eksikliğini düşününce, Doktor House’un yaşadığına benzer bir delilik deneyimi, düşünen ve üreten insanlar için, bu topraklarda kaçınılmaz bir durum gibi geliyor bana. Bir şey üretmek için, ister felsefeyle uğraşın, ister sanatla, kişiliğinizi parçalara ayırmak dışında başka bir şansınız yok. Kültürel yapı, monologçu edebiyatçılar, siyasetçiler üreten bir makineye benziyor. Otoriteryen toplumlarda, yani hükmetmeye ve hükmedilmeye müsait toplumlarda, diyalogçular hain ve bozguncu bir pozisyonuna itiliyor her zaman. Edebiyatımızda yaşanan polemikler de bu anlamda dar ve işlevsiz bir konuma sahip. En son ne tartışılmıştı: Boklu şiir yazılıp yazılamayacağı… Bu tartışma bir sonuca varabildi mi? Yoksa, bu konunun polemiğini bile yapmak gereksiz miydi? Bu konunun tartışılması gereksiz olmayabilir. Ama sadece bu tür şeylerin polemiği yapılıyor, fikirler değil de şahsiyetler çarpışıyorsa, ortaya samimiyetsiz bir manzara çıkıyor: Monologçuların, birbirlerini belden aşağı vurarak alt etmeye çalıştığı bir arena…
Diyalogçuluğuyla ünlü filozof ve yorumbilimci Paul Ricœur, bir söyleşisinde, eğer sonucunda bir fikir ortaya çıkmayacaksa, polemiğe girmenin anlamsızlığından ve bu konuda ne kadar seçici davrandığından bahsederken, kastettiği şey, sanırım monologçularla polemiğin sadece yıkıcı bir amaca hizmet ettiğiydi. Enis Akın’la “Varlık” dergisi için yaptığım bir söyleşide, şairlerin şiir için değil, kendileri için savaştığından yakınıyordu ki, sadece şairler değil, siyasi liderler de sadece kendileri için savaşarak her şeyi çözümsüzlüğe terk etmek konusunda oldukça kararlı gözüküyorlar bu topraklarda.
Söz, Paul Ricœur’e gelmişken, YKY’den Mehmet Rifat çevirisiyle çıkan ünlü yapıtı “Zaman ve Anlatı”nın ikinci cildi “Tarih ve Anlatı” dışında, Metis Yayınları’ndan ‹smet Birkan çevirisiyle çıkan, sinir biyoloğu Jean-Pierre Changeux ile beynin yapısı, işleyişi, etik ve insan doğası dahil pek çok konuyu, sağlam bir diyalog temelinde tartıştığı “Neden Nasıl Düşünürüz?” adlı kitabına değinmeden edemeyeceğim. Changeux ve Ricœur, Odile Jacob’un editörlüğünde karşı karşıya gelip iki zıt kutuptan insanı merkezlerine alarak kıyasa tartışıyor. Birbirlerini alt etme çabaları, kendi yanlışlarını kabullenme ya da iki zıt fikirden bambaşka bir fikre ulaşmalarına bir engel değil. Bir bilim insanıyla bir filozofun Darwin’i kendilerine eksen alarak gerçekleştirdikleri bu tartışmanın düzeyi, bir ders niteliği taşıyor adeta. Özellikle Ricœur’ün yöntemi, bir diyalog erbabı olarak yapıtlarının nasıl fikir çoğaltıcı olduğu konusunda inanılmaz ipuçları veriyor. Ricœur, sadece Changeux ile diyaloğa girmiyor, Spinoza’dan Hume’a kadar pek çok filozofla da diyaloğa girerek, kitabın sınırlarını daha da genişletiyor. Bu arada, bir bilim insanlarından beklenmeyecek derecede felsefe bilgisiyle Changeux da geri kalmıyor Riceour’den.
Aslında Metis Yayınları, 2009’un Darwin Yılı olması nedeniyle peş peşe Darwin’i temel alan yapıtlar yayımlıyor ki, bu kitaplar hem Darwin’i yakından tanımamıza, hem de farklı farklı açılardan Darwin’i güncel tartışmalar içinden görmemize neden oluyor. George Levine’in “Darwin Sizi Seviyor” adlı kitabı da bu yüzden gözden kaçmaması gereken bir kitap. Darwin’e dair yığınla önyargının dayatıldığı günümüzde, bu kitapların varlığı çok mühim. Çünkü Darwin, sadece “Evrim Teorisi”yle anlaşılacak ya da tartışılacak birisi değil. Ve Darwin’i anlamadan günümüzde hiçbir şeyin anlaşılamayacağı da çok açık. Changeux ve Ricœur’ün tartışmalarından ya da Levine’in tespitlerinden bunu görmek mümkün.
Diyalog üzerine “Siyahi” dergisinin 9. sayısında yer alan bir yazımda, Andre Breton’un “Nadja” adlı romanındaki bir “oyun”dan bahsetmiştim: “Bir oyun: Bir şey söyle. Gözlerini kapat ve bir şey söyle. Ne olursa olsun, bir sayı, bir insan ismi. Aynen böyle (gözlerini kapatıyor): ‹ki, iki ne? ‹ki kadın. Nasıl bu kadınlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir parkta... Peki ne yapıyorlar? Çok kolay canım, niçin oynamak istemiyorsun? Bense, yalnız olduğum zaman kendi kendimle böyle konuşurum işte, türlü türlü hikâyeler anlatırım kendi kendime. Üstelik bomboş saçma sapan hikâyeler de değil: Hatta denebilir ki, tamamı tamamına bu biçimde yaşıyorum ben.”
Aslında bu oyunu çoğaltarak yaşıyor ve yazıyorum ben de… Keşke, oyun oynamaya gerek kalmadan sahici diyaloglarla yaşıyor ve yazıyor olsaydım. Gözlerimi kapatıp Changeux ve Ricœur’le konuşuyorum. Nasıl bu adamlar? Karalar içinde. Neredeler? Bir salonda... Peki ne yapıyorlar? Konuşuyorlar, tüm insan bilgeliğinin öğrettiklerini dikkate alan bir titizlik içinde. Biz ise, bir diyalog mezarlığında konuşuyoruz, kendi kendimizle…
Bülent Usta (Birgün, 20 Mayıs 2009)