SİS PERDESİ
Posted: 5 Ağustos 2009 Çarşamba by bülent usta inŞu bir gerçek: İnsanların gözlerinin önünde belli belirsiz bir sis var… Birbirlerine çarpmayacak kadar önlerini görebiliyorlar sadece… Eğer gözlerinin önündeki o yaratılmış sis olmasaydı, ekonomik krizin nedenlerini de, gerçekte Kürt sorununun ne anlama geldiğini de görebilirlerdi belki… Ya da kim bilir kaç kişi, karşı kaldırımdan geçip giden hayatlarının aşkını, belki de o sis perdesi yüzünden fark edememiştir… Neydi bu sis perdesi? Kim yaratıyordu bu sisi? Bunca korku, kaygı, saplantı nasıl olup da şekillendiriyordu hayatları?
İşte edebiyatçıları edebiyatçı yapan o sis perdelerini dağıtma becerileridir bir bakıma… Bu yüzden insanlar onların yazdıklarını okur. Kendi hayatları dışında da hayatların olduğunu fark ederler. Ve en önemlisi, başka türlü de yaşanabileceğini öğrenirler bu sayede…
Ama gelin görün ki, edebiyatçılarımızın çoğu, bırakın sis perdelerini dağıtmayı, adeta birer sis makinesi gibi çalıştırıyorlar kalemlerini. ‘Varlık’ dergisinin Ağustos sayısı bu açıdan şaşırtıcı ipuçları sunuyor okurlara… Edebiyatçılarımızın bir kısmının Ergenekon davasına nasıl baktığını toplu halde görme şansını veriyor ‘Varlık’ dergisi. Ben kendi adıma, soruşturmaya verilen yanıtları okurken hem çok eğlendim, hem de bir parça hayal kırıklığına uğradım. Ister Ergenekon meselesini ciddiye alsınlar, ister almasınlar, verilen yanıtların çoğunda bir devlet adamı edası vardı. Çeşitli iktidar hesapları, korkular, kaygılarla yanıt vermişlerdi sorulara, koyu bir sis perdesi arkasından…
Sabit Kemal Bayıldıran gibi birkaç ismin, devlet adamı edasından uzak kalabilmeyi başarması ise umut verici bir ayrıntı olarak yer alıyor dosyada. Bayıldıran, yazısının bir yerinde ‘Cumhuriyet, korkular üzerine kurulmuş, nedense Yunus Emre’ler, Pir Sultan’lar, Fuzuli’ler, Mimar Sinan’lar yetiştirmiş bu halka teslim edilmez de ya silahlı kuvvetlere ya da polise teslim edilir’ derken, bir devlet adamı olarak değil de bir edebiyatçı olarak söz aldığının altını çizmiş oluyor. Kendi tabiriyle, “ne ‘devrisaadet’ özlemi içindeki İslamcıların, ne de tek parti özlemini yaşayan Kemalistlerin” etkisinde kalmadan…
Türkali'nin Öfkesi
‘Varlık’ dergisinde, bir başka dikkatimi çeken yazı da ünlü romancımız Vedat Türkali’nin polemik yazısı oldu. Benim çeşitli ortamlarda sürekli şikâyet ettiğim bir şeydir, romancılarımızın romanları hakkında konuşmaktan ve yazmaktan kaçınmaları. Genel geçer laflarla geçiştirirler kendileriyle yapılan söyleşileri. Vedat Türkali, ‘Evrensel Kültür’ dergisinde Barış Yıldırım’ın kendisi hakkında yazdığı bir yazıya öyle sinirlenmiş ki, Barış Yıldırım’ın yazısına ‘Varlık’ dergisinin son sayısında sayfalar dolusu yanıt verirken, kendi romancılık serüveninin ve roman tekniğinin ipuçlarını da vermiş bol bol… Demek ki, bol bol romancılarımızı sinirlendirecek yazılar yazılmalı ki, roman üzerine böylesine güçlü yazılarla karşılaşabilelim. Ama beni bu türden polemik yazılarında iğreti eden şey, yazarın muhatabının adını anmamaya çalışması, adını anacağı zaman da kısaltmalar kullanması. Örneğin Türkali, Barış Yıldırım’dan yazısı boyunca B.Y. olarak bahsediyor. Bunu da, son romanı ‘Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni Barış Yıldırım’ın Y.T.K. olarak kısaltmasına bir tepki olarak yaptığını söylüyor.
Genel olarak polemik yazılarında rastladığımız bir durum bu. Karşı tarafı yok sayma, aşağılama, adını anmaya bile değer bulmama hali, daha baştan diyalog kurma ihtimalini yok ederek, tartışmanın kendisini anlamsızlaştırıyor. Vedat Türkali’nin, yazısının sonunda fıkrayla karışık yaptığı hakaret ise, belden aşağı vurmanın artık son noktasına varıyor ki, şaşırmamak mümkün değil. Ama ben bu yazıyı, Türkali’nin romancılığını anlatan en güçlü yazılardan birisi olarak bir köşeye ayırdım.
Türkali, yazısının bir yerinde Nâzım Hikmet’in cezaevinden Memet Fuat’a yazdığı mektuplardan da bahsediyor. Türkali’nin yazdığına göre Nâzım, Kafka, Proust, Falkner gibi yazarlardan uzak durulması gerektiğini öğütlüyormuş. Bu tür yazarların devrimcilik ruhuna zarar vereceğini düşündüğü için. Hatta bir Türkolog bu mektupları İngilizceye çevireceği zaman, Türkali engellemiş bu çabayı. Yurtdışında Nâzım yanlış tanınmasın diye yapmış bunu… Ben, Nâzım gibi avangart yanları olan bir şairin böyle şeyler yazmış olmasına epey şaşırdım açıkçası. Solun içerisinde, zaman zaman bu türden bağnazlıklara rastlasam da, Nâzım’a yakıştıramadım bu durumu. Ama neden olmasın ki… Daha sonra, Nâzım’ın bu vulgar yaklaşımı terk ettiğini başka başka yazılarından biliyoruz zaten.
‘Varlık’ dergisinde, bir başka dikkatimi çeken yazı da, Mehmet Rifat’ın her ay düzenli olarak yazdığı ‘Bakış Açısı’ köşesindeki ‘Anlatı Hızı ya da Entelektüel Anlatıyı mı Savunuyorum’ yazısı oldu. Edebiyatın içinden edebiyatı tartışan bu türden yazılara büyük bir ihtiyaç olduğu kesin. Mehmet Rifat, her ay düzenli olarak ‘Bakış Açısı’ köşesinden akıcı ve anlaşılabilir bir dille, edebiyatın özel meselelerini gündeme getiriyor. Bu sayıda da öykü ve romanlardaki ‘anlatı hızı’nı mercek altına alarak, Güven Turan’ın YKY’den çıkan ‘Zemberek’ adlı kitabındaki bir öyküsünü, ‘Çember’i incelemiş. Bir yazarın anlatısını nasıl ördüğünü göstermesi açısından örnek bir yazı ve örnek bir öykü bence…
Daha ne kadar sis perdesi içinde yaşayacak, daha ne kadar başımıza gelenleri sonradan fark edeceğiz bilemiyorum ama, Güney Afrikalı bir yazar olan Ken Barris’in Nuran Yavuz çevirisiyle YKY’den çıkan ‘Nasıl Bir Çocuk’ adlı romanında tanıdığım beş yüz yaşındaki Bay Diaz’la tanıştığımdan beri, etrafımızı kuşatan sisin gerçekte içimizde olduğunu biliyorum artık… Onu dağıtacak şey de, orada gizli… Ve oraya ulaşmak için gerekli olan da, keşfedilmeyi bekleyen sanatın gizli tünelleri…
Bülent Usta (Birgün, 5 Ağustos 2009)