TÜRKİYE ROMANI
Posted: 16 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta inBir sürü şey olmak zorundayız hayatta… Bu bir zorunluluk… Ama tüm bu zorunluluklar arasında kayıp bir ruh gibi yaşamaya zorlandığımız da bir gerçek. İmge Yayınları’ndan Cemil Büyükutku’nun çevirisiyle çıkan Neil McKenna’nın ‘Oscar Wilde’ın Gizli Yaşamı’ adlı kitabında, “Sanatı en üstün gerçeklik, yaşamı ise sadece bir kurgu olarak gördüm” diyordu Oscar Wilde… Sırf eşcinsel olduğu için iki yıl kürek cezasına çarptırılan Wilde’ın bu tespitinde bir haklılık payı bulduğumu söylemeliyim.
Yaşadığımız hayatı bir roman gibi okusaydık neler görebileceğimizi düşünürken buldum kendimi, Wilde’la ilgili bu devasa yapıtı okurken. Neil McKenna’nın neredeyse sekiz yüz sayfayı bulan ve yayımlandığı ülkelerde büyük ses getiren bu kitabı, nihayetinde bir biyografi çalışması... Ama “benim en büyük yapıtım hayatım”dır diyen birisi söz konusu olunca, bu kitabı okurken, bir biyografi kitabından çok, roman okuyormuş duygusuna kapılıyor insan...
Peki kendi hayatımızı bir romanmış gibi okusaydık, neler hissederdik acaba? Mesela kendisini bir roman kahramanı olarak beğenen kaç kişi çıkardı bu hayatta? Ya da romanın kendisini? Peki ya Türkiye’yi bir roman gibi okuyabilseydik? Bir tarafta taş attığı için yargılanan çocuklar, diğer tarafta göstericilere silah çekenlerin serbest bırakıldığı bir manzara... Teknolojinin tavan yaptığı bir çağda, her eve 3G’li görüntülü telefonların girdiği, uzay seyahatlerinin planlandığı bir çağda, Bursa’daki bir madende grizu patladığı için 19 işçi ölebiliyor. Bir değil, iki değil, on dokuz hayat... Etten kemikten, candan canandan oluşan on dokuz hayat... Ne Tuzla tersanelerdeki ölümler durdurulabiliyor, ne grizu patlamaları, ne de dağlardaki gencecik ölümler... Bilge Köyü’nde katliam, bağıra çağıra gelmişti neredeyse... Katliam olduktan sonra herkesin dikkati, bölgenin ağırlaşan sorunlarına yöneldi bir müddet, sonra unutuldu çabucak... Şimdi tıpkı Afrikalı açları ziyaret eden Hollywood ünlüleri gibi, bazı şarkıcılar, ünlüler köye gidip fotoğraf çektiriyor, öksüz ve yetim kalmış çocuklarla... Deprem karşısında hiçbir önlem alamayan devletin yaşadığı âcizliğin çabucak unutulması gibi, Bilge Köyü de unutulacak zamanla... Bursa’da, kapitalizmin midesine indirdiği o işçiler de unutulacak... Darbe anayasası, koruculuk sistemi, iş güvenliği olmayan işletmeler, derin devlet yerinde dururken, daha kim bilir kaç kişi ölecek, daha kim bilir kaç parti kapatılacak, daha kim bilir neler gelecek başımıza...
Türkiye romanı, okurken insanı çıldırtacak ayrıntılarla dolu... Mesela 12 Eylül’ün yargılanamaması, hangi akla vicdana sığabilir ki?.. Olmadı, olmuyor... Neden olmuyor biliyor musunuz: Grizu patlamasından işçiler öldüğü için olmuyor. Bir darbeyi yargılamak için, özgüveni yüksek bir toplum gerektiği için olmuyor hiçbir şey... Örgütsüz bir toplum, özgüveni eksik bir toplumdur çünkü... Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemeyen, kendi gemisini kurtarmaya çalışan insanların oluşturduğu bir toplumdur, örgütsüz toplum... 12 Eylül’ün miras bıraktığı bu örgütsüz toplum gerçeği, daha canımızı yakmaya devam edecek anlaşılan...
Türkiye romanını yazan derin ellerin yazarlığı berbat... Öncelikle tekrarlarla dolu bir roman, kötü bir romandır. Darbe tekrarları, katliam tekrarları, hiç bitmeyen yolsuzluk maceraları... Hem asit kuyularını cesetlerle dolduracaksın, hem de demokrasinin teminatıyım diyeceksin. Hangi okur inanır buna? İnandırıcılığı olmayan bir roman, nasıl alternatif bir gerçeklik duygusu uyandırabilir ki? Peki, bu koca romanda yer alan küçücük romanlar gibi sürdürdüğümüz hayatlar... Bunca absürdlüğün içinde, nasıl anlamlı bir hale gelebilir ki? Peki bu koca romanın içinde dönüp dolaşıp bir şeyler yazmaya çalışanlar, Oscar Wilde gibi, hayatın bir kurmaca olduğunu düşünmeyip de ne yapsın? Foucault demişti ya, “Devletin işi totaliter olmaktır. Totaliter bir devlet, içinde siyasi partilerin, devlet aygıtlarının, kurumsal sistemlerin, ideolojinin yukarıdan aşağıya denetlenen bir tür birlik içinde, çatlaksız, boşluksuz ve sapma ihtimali olmaksızın birleştikleri bir devlettir.” Totaliterliği, bir tür yazarlığa benzetebiliriz. Her şeyi denetleyen, her şeye şekil vermeye çalışan, her şeyi bir fikir ve inanç etrafında toplamaya çalışan, kısacası hayatı kurgulamaya çalışan, yazarlığın tüm olumsuz hallerini üzerinde taşıyan bir güçtür devlet. İşte bu yüzden, devletçi olan birisi halkçı olamaz. Bize devletçiliği halkçılık diye yutturanların, kötü birer okur olduklarını unutmamak gerek. Yaşadığımız kavga, teksesli roman yazanlarla, çoksesli roman yazanların kavgasıdır. Hayatı, kimin kurgulayacağı kavgası... Kurgusuz bir hayat da bir kurgudur nihayetinde...
Bülent Usta (Birgün, 16 Aralık 2009)