MUTSUZLUK ISIRMADAN...
Posted: 27 Mart 2010 Cumartesi by bülent usta in
0
“İyi uyudum, çünkü mutsuzluğum da uyudu,” diye yazan Michel Tournier gibi hissediyorum kendimi bu sabah. Mutsuzluğumu uyandırmamaya dikkat ederek yataktan kalkıp pencereden bahara baktım. Pencere açıktı ve içeri giren polenlerin beni hapşırmaya kışkırtan varlığı bile umurumda olmadı. Doğaya tutkun birisi olarak, polenlere karşı alerjimin olması büyük bir haksızlık diye kendi kendime söyleniyordum ki, mutsuzluğum, yatakta şöyle bir kıpırdandı. Hemen aklımdan çıkardım polenleri ve alerjimi…
Parmaklarımın ucuna basarak uzaklaştım yatak odasından. Tam dolu dolu bir bahar sevinci yaşarken, mutsuzluğumu peşime takmaya niyetim yoktu hiç. Cemal Süreya’yı anarak güzel bir kahvaltı hazırladım –hani “kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” diyordu ya Süreya… Kahvaltıyı hazırladıktan sonra, sevgilimi de uyandırdım öpücüklerle… “Aman” dedim ona, “yavaş hareket et. Gözlerini açarken, kirpiklerin birer birer aralansın sabaha...” Onun uyanışı, her şeyi tamamladı… Kuşlar havalandı balkondan…
İşte öyle çıktım evden bu sabah… Mutluluktan başım dönüyordu. Yürümek istedim, gözümü kamaştıran güneşin altında. Taşıtların egzos dumanına boğulan motor gürültüleri ya da kaldırıma tükürenler yoktu… Her sabah, önünden geçtiğim kışla, kocaman bir lunaparkı andırıyordu. Hastanenin tüm pencereleri açılmış, bomboş yatakhanelerden tatlı bir melodi yayılıyordu sokağa…
Bir köprünün başına gelmiştim. Trenler geçiyordu köprünün altından. Geçen trenlerden birisinin Haydarpaşa’dan Kars’a gittiğini hayal ettim. Diğeri Eskişehir’e gidiyor olmalıydı ve Ankara’ya giden trenin penceresinde gülen bir çocuğun yüzü parlıyordu. Geçip giden o trenlerin hepsinde, benden bir şeyler vardı. Çocukluğum, gençliğim, aşklarım, hayallerim…
Daha ne kadar sürdürebilirdim bu mutluluk ânını? İşe gidip gitmemeyi bile düşündüm. Yaptığım işi sevmesem, hemen çekip gidebilirdim bu şehirden. Mutsuzluğumun bana yetişemeyeceği uzaklıkta bir yer bulabilir miydim acaba? Sonra, gazeteye yazımı yetiştirmem gerektiği geldi aklıma. Mustafa Erden, bilgisayarının başında, yazımı bekliyor olmalıydı. Kitaplardan bahseden bir yazı yazmalıydım. Kitaplardan ve hayattan bahseden bir yazı… Hazır mutsuzluğum uyuyorken, yazımda mutluluktan bahsedebilir miydim acaba? Mutsuzluğumun kıskançlığından bunalmışken... Ona kalsa, baharlar da kış olmalıydı. Kendimi, sevgilisini aldatan biriymiş gibi duyumsadım bir an. Mutsuzluğumu yatakta bırakıp, mutluluğun kollarına koşan ben değil miydim?.. Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur” şiirine inat... Mutluluk, ideallerle tanımlanan, ele avuca gelmez, yalan ve yüzeysel bir şeymiş gibiydi bu topraklarda. Ne diyordu Aragon: “ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi”…
Mutsuzluğa yazgılı bir insan varlığı… Özellikle okuyup yazanların bir tür kaderi… Mutluluk için, bilmemek, görmemek, düşünmemek gerekiyor sanki. Bilerek, görerek, düşünerek de mutlu olunabilir miydi? İşte tam yazımı bitirip gazeteye yollayacaktım ki, mutsuzluğum içeri girdi. Derin bir suçluluk duygusuyla baktım onun varlığına… Gelip beni en hassas yerimden ısırmasını bekledim. O ise, ısırmaksızın belli bir mesafeden izlemeyi tercih etti. Acelesi yok gibiydi. Dönüp dolaşıp ona geleceğime inanan bir hali vardı. Hiç uyanmayacağı bir günün özlemini hissederek, eski bir dostumla vedalaşır gibi sarıldım ona. Kulağına “buraya kadarmış” derken, son kez de olsa ısıracağından o kadar emindim ki...
KATIKSIZ SANAT
Sanata dair iki biçimden bahseder Pierre Bourdieu: “Katıksız sanat” ve “ticari sanat”. 1999’da YKY tarafından Necmettin Kâmil Sevil çevirisiyle yayımlanan “Sanatın Kuralları” adlı kitabında, bu iki ayrımın Fransa’daki yayıncılık dünyasındaki karşılıklarını da Minuit Yayınları ile Robert Laffont Yayınevi olarak örnekler Bourdieu. Laffont, ticari yayınlara ağırlık verir ve 700 kişi çalıştırırken, Minuit ödünsüz bir yayıncılık anlayışı içerisinde faaliyet gösterip on kişi civarında kadrosuyla yayıncılık yapar. Ama bu rakamların 1970’lere ait olduğunu hatırlatmakta fayda var. 700 kişi çalıştıran bir yayınevi, masraflarını çıkartıp kâr elde edebilmek için, bestseller’lara ağırlık verir ve ortalama 50 bin civarında kitap satışı gerçekleştirirken, Minuit’in satış rakamları 500’ü nadiren geçer. Minuit’i yaşatan şey, Beckett’ın “Godot’yu Beklerken” adlı kitabı gibi, kendisine düzenli bir gelir sağlayan kitapları keşfedip yayımlamış olmasıdır. Bourdieu, “katıksız sanat” ile “ticari sanat”ın nasıl birbirlerine etkide bulunduğunu uzun uzun anlatıyor kitabında. Ama asıl aklıma takılan şey, neden bizim de bir Minuit efsanemiz yok. Türkiye’de pek çok küçük yayınevi, büyük yayınevi olma telaşı içinde davranıyor. Bir yayıncılık çizgisi yaratmak yerine, bestseller’lar keşfedip, o kitapların geliriyle ayakta kalmaya çabalıyor. Ama, yurtdışında bestseller olmuş bir kitabı Türkiye’de patlatmak için, ciddi bir reklam gelirine ihtiyaç olduğu kesin. O gelir olmadığına göre, arzu edilen o çıkış da bir türlü gerçekleşmiyor. Hatta Türkiye’nin büyük yayınevleri bile, bir deterjan firmasının ayırdığı reklam bütçesinin çok azına sahip olabiliyor. Peki Beckett, Türkiye’de yaşasaydı, hangi yayınevi ünlü olmayan bir Beckett’ın kitabını yayımlamaya cesaret ederdi? Bunun için Minuit’in ünlü editörlerinden Jérôme Lindon gibi şahsiyetlere ihtiyaç olduğu kesin. Norgunk Yayıncılık, Jean Echenoz adlı romancının, “Jérôme Lindon” adlı biyografik romanını yayımlayarak, bu şahsiyete bir yazarın gözünden bakma fırsatı sunmuştu. Inanılmaz bir romandı. Efsane bir editöre yakışan bir roman…
(Alain Robbe-Grillet, Claude Simon, Claude Mauriac, Jérôme Lindon, Robert Pinget, Samuel Beckett, Nathalie Sarraute, Claude Ollier
photo: Mario Dondero 1959)
Bülent Usta (Birgün, 24 Mart 2010)