TARAFLI YANSIZLIKLAR İÇİNDE
Posted: 27 Mart 2010 Cumartesi by bülent usta inEdebiyatçı bir dostumla sohbet ediyorduk. İkimiz de kısmen bunalımdaydık. Niye bunalımda olduğumuz, içkin bir gelecek imgesine sahip oluşumuzla ya da taraflı bir yansızlığa kendimizi mahkûm edişimizle alakalı olabilirdi. Böyle olunca, her şeye olumsuz yönlerinden bakma eğilimi içinde olmamız da anlaşılır bir şeydi aslında.
Mesela gördüğümüz her şeyde bir cansıkıntısı, bir aptallık vardı sanki. Her şey sahteymiş gibi geliyordu… Bu durumun geçici olduğunu, biraz sonra biz de yüzümüze o sahte gülümsemelerden birisini takıp sokağa karışacağımızı, tüm anlamsızlıkların içinde anlam aramaya, çirkinliklerle kuşatılmış güzellikleri keşfe çıkacağımızı biliyorduk.
Dostum, bana önceki yazımda ortaya attığım bazı fikirlere katılmadığını söyledi. Bunalımdaydı ya, yazımda da olumsuz yanları görme eğilimindeydi. Yazımda takıldığı nokta, Albert Camus’yü varoluşçu olarak anmamdı. "Nasıl bu yaygın hatayı yapabildin" dedi bana. Evet, Türkiye’de yaygın olarak Albert Camus, varoluşçu olarak bilinir. Adı, aralarında hiçbir nokta olmayan Sartre ile birlikte anılır. Ama, Mehmet Rifat’ın 'Varlık'taki yazısında da gösterdiği gibi, Camus ile Sartre arasında sanıldığının aksine hiç de ortak nokta yoktur. Ben, tüm yazıyı atlayıp, yazının sonundaki maddelere odaklanmıştım. Bizde Sartre, varoluşçulukla marksizmi buluşturmaya çalışan kişi olarak bilinir daha çok. Camus ise, absürdizmin öncüsü bir varoluşçu olarak… Ama Camus, kendisine hiçbir zaman absürdist ya da varoluşçu dememiştir. Hatta Camus, Jeanine Delpech ile 'Les Nouvelles Littéraires' adlı dergide yaptığı söyleşide, varoluşçu olmadığını, adının Sartre ile birlikte anılmasına her zaman şaşırdığını söylemiştir. Hatta hatta 'Başkaldıran İnsan' adlı kitabını “sözde varoluşçu filozoflara karşı” yazdığını bile dile getirmiştir.
Dostum, ne söylese haklıydı. Varoluşçuluğu, salt felsefi bir akım olarak ele almadım filan desem de, yazıma karşı katı tutumunu sürdürmekten vaz geçmedi. Fransa’da geliştirilen varoluşçuluğun tanımının doğrudan doğruya Sartre’a ve Simone de Beauvoir’a bağlandığından, diğer varoluşçu yaklaşımların Fransız kültür dünyasına ait olmadığından, Mehmet Rifat’ın da, Fransa’daki felsefe ve edebiyat çevrelerindeki tartışmalardan yola çıkarak, Türkiye’de bu yanlış anlamanın altını çizdiğinden bahsetti bana. Camus, önce saçma felsefesinin, ardından da başkaldırı hümanizmasının yaratıcısı ve temsilcisiydi.
Aslında dostumun da en çok bu yanını takdir etmişimdir. Doğru bildiği hiçbir konuda geri adım atmaz, gereksiz duygusallıklara girmez. Örneğin onun için edebiyat, sadece edebiyat olmamıştır hiçbir zaman. Yazdıklarımız üzerinden zaman zaman birbirimizi kırdığımız da olur, ama birbirimizi kırmayı göze alacak kadar içten oluşumuz, dostluğumuzun da mihenk taşıdır aynı zamanda.
Sohbet, döndü dolaştı, edebiyata geldi. Aslında ne konuşursak konuşalım, edebiyatın içindeydik her zaman ama, dostum edebiyata dair doğrudan bir soru yöneltti bana: “Sence edebiyatın temel meselesi nedir?” Aklıma pek çok şey gelse de, edebiyatın temel meselesinin 'üslup' olduğunu söyledim ona. Italo Calvino gibi, anlatım ve eleştirinin sorununu, “bir üslubun kuruluşu” içerisinde aramak gerektiğini düşünüyordum. Ama son zamanlarda yayımlanan romanlarda, yazarların yapıtın içeriği ve kurgusuna gösterdikleri özeni, üslup için göstermediklerini de gözlemliyordum. Halbuki edebiyatta, neyin anlatılacağı değil, nasıl anlatılacağı daha önemlidir. Eleştiri de, öncelikle yazarın üslubuna yönelik gerçekleşen bir etkinliktir…
Dostum, itiraz etmedi bu fikrime… Ama “acaba çok mu abartıyoruz yazma uğraşısını... Dünyayı, edebiyatı bu kadar zorlamanın bir anlamı var mı” dedi. “Baksana kitap ve dergi satışları düşmeye devam ediyor. Bu konuştuğumuz şeyler, kimsenin umurunda değil.” Dostum, bunalımını daha da derinleştirmek eğilimindeydi. Bense, bir noktadan sonra bunalımın o boğucu atmosferine dayanmakta zorlanırım. Bu defa ben ona itiraz ettim. “Kimin umurunda, umurunda olmayanlar! Dünya, tüketim neseneleriyle beslenen bir bencilliğin içinde yüzüyorsa, bu, bizim de o denizde boğulmamız gerektiği anlamına gelmiyor” dedim. Gülümsedi bu itirazıma… Ama gülümsemesi, fikrini değiştirdiği anlamına gelmiyordu. İkimiz de, farklı taraflara ait, yansız kişilerdik çünkü… Aramızdaki tek ortak nokta da buydu. “Taraflı yansızlık mı?” diye itiraz etti bu tespitime dostum. “Yansızlığın tarafı olur mu?” Yansızlık, Calvino’nun bir tespitiydi. Ben o tespiti, kutuplaşmaların cazibesine kapılmadan eleştirel bir mesafede duran, ve gücünü o eleştirel duruştan alan kişiler için kullanıyordum. Tıpkı Albert Camus’nün yaptığı gibi… Ama bu eleştirel mesafe, tarafsız olmayı gerektirmiyordu. Ezilenlerin tarafındaydık ikimiz de… Ama yeri geldiğinde ezilenlere de eleştirel bakabiliyorduk. Taraflı yansızlıktan kastım buydu işte… Ama 'yansızlık', ister istemez yalnızlığı da getiriyordu peşinden… Ama yalnızlığı göze almadan, nasıl kendimiz olabilirdik ki?
Bülent Usta (Birgün, 17 Şubat 2010)