EDEBİYATIN YORGUNLUĞUNA ÇARELER
Posted: 19 Mayıs 2010 Çarşamba by bülent usta inYorgun bir ülkede yaşıyoruz. Yorgun insanların yaşadığı yorgun bir ülkede edebiyatın da yorgun olması büyük bir talihsizlik... Yorgunluğun göstergeleri arasında, alışkanlıklara ve geleneğe sıkı sıkıya bağlılık gösterilebilir. Çünkü yorgun insan, yeni bir şey yapma, bulma, taşıma gayretiyle uğraşmaz. Bir şeyleri değiştirmeye çalışamayacak kadar yorgundur çünkü. Yorgun yazar da, alışılageldik olanı sürdürerek kendisini tehlikeye atmaktan kaçınır her zaman. Sırf kitap çıkarmak için kitap çıkartır, dergilerde gözükmek için dergilere ürün gönderir. Yayıncılar da, pek cesaretli davranmaz bu konuda. Yeni bir yazarı tanıtmanın bir maaliyeti vardır çünkü. Üstelik, yeni bir edebi anlayış, denenmemiş ve denenmemiş olan da tutmayabilir. Özellikle bizimki gibi, okuma oranının düşük olduğu ülkelerde, avangard sanatın ve edebiyatın gelişimi çok daha büyük zorluklarla karşılaşır.
Avangard olana ne gerek var diye düşünebilirsiniz? Sait Faik ya da Sabahattin Ali’nin yazdığı gibi öyküler, Cemal Süreya ya da Nâzım Hikmet’in yazdığı gibi şiirler yazmaya devam etmenin ne kötülüğü var? Kötülük şurada ki, Sait Faik de, Sabahattin Ali de, döneminin yenilikçi kalemleriydi. Nâzım Hikmet, dünya şiirini olabildiğince yakından takip eden, şiirimize yeni anlatım olanakları sunan avangard bir şairdi aynı zamanda. Onların yaşadığı dönemde de, muhtemelen onlara birileri karşı çıkmış, ne diye önceki yazar ve şairler gibi yazmaya devam etmedikleri sorulmuştur.
Yorgunluktan bahsetmişken, Norgunk Yayıncılık, Samuel Beckett’ın ‘Quad’ ve diğer televizyon oyunları ile bu oyunları ele alan Gilles Deleuze’ün ‘Bitik’ adlı incelemesini aynı kitapta, Can Gündüz ve Ayşe Orhun Gültekin’in çevirileriyle yayımladı. Deleuze, yazısına şöyle başlıyor: “Yorgun artık hiçbir (öznel) imkâna sahip değildir: Demek ki en ufak bir (nesnel) imkânı bile gerçekleştiremez.” Deleuze, bunu başka bir bağlamda, Beckett’ın oyunlarındaki ‘bitik’ kavramını irdelemek için söylüyor. Deleuze’ün bu incelemesini, Beckett’ın oyunlarıyla birlikte okumak kaçırılmaması gereken bir keyif.
Yorgun edebiyatımıza serum niyetine bir dergi olan Sıcak Nal’ı yayımlayışımızdaki niyetimiz de buydu aslında: Edebiyatın üzerine çökmüş, alışkanlıklara tutsak ve arayışlardan uzak atmosferi dağıtarak, yeni bir edebiyatın Türkçedeki imkânlarını araştırmak... Yakında ikinci sayısı yayımlanacak olan Sıcak Nal’ın ilk sayısına göre çıtayı daha da yükseltmesi ve arayış içinde olan yazar ve okurları kendisine bir mıknatıs gibi çekmesi, edebiyatımızın aslında yorgun değil, yorgun görünümlü olduğunu düşündürttü bana. Gösterilen ve pazarlanan edebiyatta bir sorun vardı sadece. Yoksa birileri neyin ölen, neyin yaşayan edebiyat olduğunu gayet iyi biliyordu. Yayın kurulunda olduğum ya da editörlüğünü yaptığım dergi ve kitaplardan, bu köşede pek bahsetmesem de, Sıcak Nal’dan bahsetmeden duramadım bu yüzden.
Dergi, ‘BirGün’de yazarlık da yapmış olan ve yakınlarda genç yaşta kaybettiğimiz Evrim Alataş’a ithaf ediyor ikinci sayısını... Türkçe de okuma imkânı bulamadığımız, dünya edebiyatının öncü yazarlarından birisi olan Thomas Pynchon ya da genç soluklardan Deb Olin Unferth gibi yazarları konuk ediyor sayfalarına. Bir yandan da Şener Özmen’in Kürtçe edebiyatın önde gelen kalemleriyle sürdürdüğü ‘Uykusu Bölünenler’ söyleşi dizisi, yakınımızda olduğu halde yabancısı olduğumuz bir edebiyatla tanıştırıyor bizi. Roberto Bolaño gibi Güney Amerika edebiyatından yazarların da yolunun kesiştiği dergide, Türkçe öykü ve roman da, tüm zenginliği ve çok sesliliğiyle yer alıyor. Ama asıl sürpriz, Marquez’in Kırmızı Pazartesi adlı romanına dair yazılar oldu. Romanı okuyanlar, roman kahramanlarından Santiago Nasar’ın öldürülmesiyle Hrant Dink’in öldürülmesi arasındaki benzerliği bilir. Romanda Santiago Nasar’ın nasıl göz göre göre öldürüldüğü anlatılır. Tüm kasaba, işlenecek cinayeti bilir ama müdahale edemez. Hrant Dink’in oğlu Arat Dink’in Kırmızı Pazartesi’yi tartışan yazısı, bu açıdan tarihe ve edebiyata not düşecek kıymette bir yazı olarak hafızalarda yer edecek.
Yaygaracı Ruhlar
‘Sıcak Nal’dan bahsetmişken, yine yakınlarda ‘Sıcak Nal’ etiketiyle yayımlanan bir öykü kitabında da bahsetmek istiyorum: Yaygaracı Ruhlar... Ilgın Yıldız’ın ilk öykü kitabı. Kitabın editörü oluşum, kitaba tarafsız bir gözle bakmam konusunda bir engel. Ama ‘Sıcak Nal’ın bende yarattığı coşkunun bir benzerini, bu öykülerde de bulduğumu söylemeliyim. Ilgın Yıldız’ın öyküleri, edebiyatın sadece edebiyatla beslenilecek bir uğraş olmadığının kanıtlarını sunduğu için, öykülerin tümünü psikanalatik ya da felsefi okumalardan geçirmek zevkli ve besleyici bir uğraşa dönüşüyor bu yüzden. Hiçbir ayrıntı ya da metafor, rastgele seçilmiş değil. Edebiyatı, bir içini dökme aktivitesi olarak görmemesi; gündelik hayatın ayrıntılarında gizli anlamları bulup sergilemesindeki başarısı, çoğul okumalara imkân veren öykülerinin devingen doğasını gözler önüne seriyor. Hayal gücünün derinliği de, öykülerin bir başka güçlü noktası... Örneğin, ölen her insanla birlikte elektrik direği ya da havuz gibi nesnelerin kaybolduğu bir kasaba düşleyin. ‘Sırra Kadem’ adlı öyküde Zimzum adlı kahramanının etrafında dönen olaylar ve ölen insanlarla kaybolan nesneler arasındaki bağlantılar, özenli bir dil ile sağlam bir kurguyu buluşturuyor. Ya da ‘Lütfen Sabahat’ adlı öyküde olduğu gibi, okuru şiirsel bir atmosfer içine çekip, evinde ölü bulunan Sabahat’in arkasından “Lütfen Sabahat, illa gideceksen kollarını bırak” diye seslenişini unutmak mümkün değil. Öylesine hayat dolu ve kıpır kıpır öyküler ki... Tıpkı Evrim Alataş’ın, “yangınlardan çıkıp da paçalarımızdaki yanığa gülme”miz gerektiğini söylediği gibi, neşeli bir coşkuyla yaklaşıyor hüzne... Hayatımızda önemsiz gibi gözüken her ayrıntı, Ilgın Yıldız’ın öykülerinde sırlarla dolu bir evrenin anahtarlarına dönüşüyor. Ama açan değil, sırlara kendisini kapatan anahtarlar bunlar.
Edebiyatımız yorgun değil, yorgun görünüyor sadece...
Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 28 Nisan 2010)