KALEM AŞISI
Posted: 19 Mayıs 2010 Çarşamba by bülent usta inCarlos Fuentes’in Meksika için söylediğini değiştirerek “Türkiye, işler kötü gitsin diye yaratılmış” diyesim geliyor bazen. Fuentes’in yıllar evvel Aslı Biçem çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Doğmamış Kristof” adlı romanında geçiyordu bu söz. Kristof’un babası Angel, yine de Meksika’da mutlu olduğunu söylüyordu karısıyla yaşadığı tartışmada: “En mahrem, en gerici mutluluğun pençesindeyim!”
Yaşadığım mahrem ve gerici mutluluklardan bahsetmek pek içimden gelmese de, 32 yıl bir meydanın işçiler dışında herkese serbest olup, 32 yıl sonra o meydana çıkmayı bir zafer olarak görmekten tutun, -üstelik işçi haklarının en çok gasp edildiği bir zamanda- daha pek çok mutluluk anıyla dolup taştığımı söylemeliyim.
1 Mayıs’ta Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kortejinde alana çıktığım zaman, gözüm ilk olarak TEKEL işçilerini aradı. Onların direnişi, sadece hükümet için değil, sarışın sendikalar için de bir tehdite dönüşmüştü çünkü. Düşünsenize, tüm işçilerin TEKEL işçileri gibi kararlı bir duruş sergilediğini. Gerici mutlulukların pençesinden kurtulabilme şansımız, o kararlı duruşla mümkün olabilecek, Putin olma heveslisi siyasi liderlerin ayaklarına kapanıp demokrasi ve özgürlük dileyerek değil.
1 Mayıs alanındayken, farklı bir yoğunluk hissediyordum etrafımda. Fısıltılar, konuşmalar duyuyordum dibimde, çevremdeki insanlardan bağımsız. Sanki görünmez insanlarla doluydu meydan. Bizden arta kalan tüm boşlukları, onların görünmeyen bedenleri işgal ediyordu. Bir tür “paralel evren” gibiydi Taksim Meydanı. Aynı anda tüm 1 Mayısları yaşayan bir meydan... İvam, 1 Mayısları hiç kaçırmadığı için, ona sormak istedim bu fısıltıların kaynağını. Ama yüz binlerce işçinin arasında bir kediyi nasıl bulabilirdim ki?.. Tüm meydanı, kulağımın dibindeki fısıltılarla gezmeye başladım. Bu fısıltıları, üçüncü kulağıyla sadece İvam doğru bir biçimde duyabilirdi. Benim onu aradığımı duymuş olsa gerek, meydana bakan ara sokaklardan birisinde karşıma çıktı İvam: “Beni mi arıyordun?” “Nereden bildin diye sormayacağım sana” dedim. Bütün maharet üçüncü kulağındaydı. “İvam” dedim, “benim duyduklarımı sen de duyuyor musun? Sanki birileri kulağımın dibinde konuşup duruyor. “Onlar” dedi “1 Mayıslarda ölen işçiler. Sana saçma gelecek belki ama, ölüler terk etmiyor bu dünyayı.” “Neler söylüyorlar İvam?” “Neden böyle olduğumuzu soruyorlar?” “Nasılız ki?” “Neden hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz, onu merak ediyorlar. Neden katillerin bulunamadığını, neden sendikaların sarışınlaştığını, neden meydanlarda verilen sözlerin tutulmadığını... Durmaksızın soruyorlar. Anlamıyorlar hiçbir şeyi.” Onlar duymuyorlar mı kürsüden konuşulanları. Kimse onları unutmuş değil.” “Hayır, duymuyorlar” dedi İvam. Onlar herkesi duymazlar ki..”
İvam’la birlikte alandan çıkıp, kestirme bir yoldan iskeleye inerken, duyduğum fısıltılar da azalmıştı. Ne kadar bağırırsak bağıralım, onlar bizi duymayacaktı, katilleri bulunup tüm o karanlık dönem aydınlatılana kadar. Önünden geçtiğimiz kahvehanedeki televizyondan üst düzey askeri yetkilinin “hainler” açıklaması duyuluyordu ama. Yıllar geçse de değişen pek bir şey yoktu. İvam, “komutanların ve devlet adamlarının böyle rahat rahat içlerini dökmelerini” her zaman gülümseyerek karşılar. Ben de kızarım ona, “bunda gülünecek ne var” diye. Ona göre, ağır sorumlulukları olan böyle çok yetkili ve güçlü kişilerin, duygusal tepkiler vermesi tuhaf bir durum. Ama hani şu beyaz berelilerden birisi çıkıp, resmi kurumun tepesindeki çok yetkili bir yöneticinin “hain” nitelendirmesini ciddiye alsa ne olurdu diye sordum İvam’a bu defa. Hiç de komik bir şey olmazdı. Hatta korkunç bir şey olurdu. İvam, benim böyle aşırı tepki vermeme içerledi epey. Neden bu kadar gergindim ki? Az evvel meydanda duyduğum fısıltılar mı beni germişti? Kanlı 1 Mayıs gibi pek çok kanlı ve kansız olayın bir türlü aydınlatılamayışındaki umutsuzluk, “hainler” söyleminden duyduğum bıkkınlık mı beni böyle germişti?
Ama İvam’ın yanında, insan uzun süre gergin kalamaz. Üstelik hava da bir güzel, bir güzel... İvam’la bir meyve ağacının dibinde soluklandığımız zaman, ağaca aşı yapılmış olduğunu fark ettim. Demek ki aşı vakti gelmişti. Benim için büyük gizlerden birisiydi bu aşı meselesi. Başka bir ağacın dalını, kendisine ait olmayan bir gövdede yeşertebiliyordunuz. Göz ve kalem aşıları diye ikiye ayrılıyordu aşılar. Göz ve kalem... İvam’a, “işte aydınlarımızı, yazarlarımızı, sanatçılarımızı da böyle aşılıyorlar” dedim. İvam, güldü bu tespitime. Ama anlamıştı ne demek istediğimi. Sadece aşı vakti her zaman mayıs ayı olmuyor. Bazen eylülde, özellikle eylülün on ikisinde, bazen martta, bazen de nisanda aşılama yapılıyor. Ama eylülde yapılan aşı fena tuttu. Kemalist ve liberal aydınları, birbirlerinin zıttı şeyler söyleseler de aynı noktada buluşturan şey de, bu aşı. İkisi de aynı gövdeden yeşeriyor çünkü. Bunu nereden çıkardığımı sordu İvam. Bu iki tip aydının da, devlete dahil olma, devlete danışmanlık yapma konusunda birbiriyle yarışıyor olmalarının bir anlamı olmalı dedim ona. İkisinin de yeşerdiği gövde halk değil, devlet... Zaten sorun da, paylaştıkları ya da paylaşamadıkları o gövdeden kaynaklanıyor. TEKEL işçilerinin direniş çadırına gitmek yerine, koşa koşa başbakanın ayağına giden bir yazarlar kuşağını, başka nasıl açıklayabiliriz. Ama insan sormadan edemiyor: Yazarların yeri, hükümetin gösteriş amacıyla düzenlediği toplantılar mı olmalıdır, yoksa TEKEL işçilerinin direniş çadırları mı? Yazarlar, egemen güç olan devlete mi danışmanlık yapmalıdırlar, yoksa ezilenlerin safında hakikat söyleyicisi olarak mütevazı yerlerini mi korumalıdırlar?
İvam’la vapura binmiş karşıya geçerken, önümde uzanan İstanbul manzarasına bakarak, tüm olumsuz ve anlamsız şeyleri unutup, Fuentes’in romanındaki Angel gibi “En mahrem, en gerici mutluluğun pençesindeyim!” diye haykırmak istedim. Nedenini anlayamayacağım bir şekilde, seviyordum İstanbul’u. Bir şey vardı bu topraklarda, her şey kötü gidiyor gözükse de, insana yaşama sevinci veren. Zaten, başka türlü nasıl yaşayabilirdik ki, bunca rezaletin ortasında...
Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 5 Mayıs 2010)