GÜNLÜK CİNAYETLER
Posted: 16 Temmuz 2010 Cuma by bülent usta inBugünlerde belleğimi sanki bir sis bulutu kapladı. Yapmam gereken işleri daha sık unutur oldum. İsimler, olaylar, anlar, azar azar siliniyor sanki belleğimden. Sonra fark ettim ki, bu sis bulutundan muzdarip olan sadece ben değilim. Çok çalışmanın, birkaç alana, birkaç hayata bölünmenin elbette kişisel bir etkisi var. Ama çevremde bellek kaybından bahseden başkalarının da olduğunu fark edince, bu sis bulutunun toplumsal bir karşılığı olduğunu düşünmeye başladım. Ingeborg Bachmann, “Malina” adlı romanında “günlük cinayetler”den bahseder ya. Hani, günlük yaşamın içinde içkinleştirilmiş, insanların iç dünyalarını yıkıma uğratan savaşın bir sonucu olan “günlük cinayetler”den... Günlük cinayetlerin bir sonucu olabilir mi bellekleri örten bu sis bulutunun kaynağı?..
Bachmann’ın “faşizm önce iki insan arasında başlar” sözünün ağırlığı da bu “günlük cinayetler”de gizlidir sanki. Bachmann, faşizm karşısında bu yüzden umutsuzdur. Çünkü bu savaşın bitmesi mümkün gelmez ona. Acaba gerçekten öyle mi? Toplumsal ilişkilerin olduğu her yerde faşizm de olmak mı zorundadır? Toplumsal olarak yaşadığımız bellek yitiminin baskıcı sistemle ve kültürle bir bağı olduğunu iddia eden pek çok çalışma var. Her şeyin hızlandığı bir çağda, zihinlerimizi gerekli gereksiz şeylerle dolduran enformasyon bombardırmanı altında, bellek yitimi kaçınılmaz bir sonuç gibi geliyor bana... Çünkü belleğe bir ânın ya da bilginin kaydedilmesi için, belli bir zaman gerekli. Daha yaşadığımız bir deneyime belleğimizde bir yer açamadan, başka bilgiler ve olayların dayatmasıyla karşılaşıyoruz. Her şey bu kadar hızlı ve yoğun yaşanırken ya da hızlı ve yoğunmuş yanılsaması bu kadar güçlüyken, belleğimizi korumak da imkânsızlaşıyor. Peki faşizmle belleğin arasında nasıl bir ilişki var? Faşizmin önce topluma “hazır bir bellek” giydirmeye çalıştığına, bunun için de tarih ve dile ayrı bir önem verdiğine, ulus-devlet politikalarının icraatları arasında bedene ve belleğe müdahale etmenin ayrı bir yere sahip olduğuna dair sayısız örnek ve yapılmış çalışma var. Ama her şeyden evvel, belleğin nasıl çalıştığı gizemini koruyan konulardan birisi. Bugünlerde, YKY’nin “Cogito” dizisinden Eda Özgül çevirisiyle yayımlanan Daniel L. Schacter’in “Belleğin İzinde” adlı kitabı, bu açıdan önemli bilgiler barındıran, bir başvuru kitabı olarak okunabilir. Schacter, bir psikoloji profesörü ve belleğin karmaşık yapısını bilimsel yönden analiz ediyor. Ama bunu, vaka analizleri ve bilimsel bulgular dışında, sanat eserleri üzerinden de yapması, kitabın ilgi çekici yönünü oluşturuyor.
Kitabın bir yerinde yazar, bir tür bellek kaybı olarak “ruhsal körlük”ten bahsediyor. Ruhsal körlük, bellek kaybının duygusal sapmalara neden olmasından kaynaklanıyor. Ruhsal körlüğün en önemli sonuçlarından birisi, kendi hayatımızın kontrolünü yitirmek anlamına geliyor. Hayatımızı kuşatan tüm bu uzmanlar ordusu, hayatımızın kontrolünü yitirmemizle alakalı olabilir mi? Terapi görmenin, günümüzde bir ihtiyaç haline gelmesi, acaba hayatımızı kontrol edemeyişimizle ve bellek yitimiyle bağlantılı değil mi?
Yazar, kitabın girişinde Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanından bahsediyor. Macondo köyünü tuhaf bir salgın istila eder. Bir tür uykusuzluk hastalığıdır bu. Hastalığın semptomları kademeli olarak ortaya çıkar. Her köylü önce çocukluğuna dair anılarını, sonra nesnelerin adlarını ve işlevlerini, daha sonra diğer insanların kimliklerini hatırlama yeteneğini kaybeder ve en sonunda da “kendi varlığına dair farkındalığını” yitirir. Roman, belleğin olmadığı bir dünyayı anlatmaktadır. Yakın arkadaşların ve aile üyelerinin bile birer yabancıya dönüştüğü bir dünya. Yine yazar, başka bir romancının Saul Below’un sözlerinden bir alıntı yapıyor kitapta: “Bellek hayattır.”
Bu gidişle, romanın kahramanlarından Aureliano gibi bir “bellek makinesi” icat etmek zorunda kalabiliriz. Ama “bellek makinesi” yerine, insanları belleksizleştirme faaliyetlerini sorgulamak ve günlük yaşamda içselleştirilmiş olan faşizmle mücadele etmek daha anlamlı olsa gerek. Macondo köyünde yaşanan salgının tüm semptomlarını, kendimizde de görebiliriz rahatlıkla. Yoksa, göremeyecek kadar ruhsal körlük içinde olabilir miyiz?
Peki ya unutmayı biz istiyorsak? Anımsamak, kendi hayatımızın ve tercihlerimizin sorumluluğunu taşımak gibi ağır bir yük omuzlarımızda. Kendi varoluşumuzun sorumluluğunu, devlete, komutana, lidere, dini öndere teslim ederek kurtulma istencimizden beslenmiyor mu faşizm?
Belleğimizi kaplayan bu sis bulutu çoğaldıkça, korku ve güvensizlik de artıyor git gide. Sanat, bir sis makinesi olarak değil de, Aureliano’nun “bellek makinesi” gibi çalışırsa, bu sis bulutu içinde tanıdık bazı duyguları ve düşünceleri fark etmemiz mümkün olabilir belki. Bu sayede, varoluşumuza yönelik gerçekleşen o küçük küçük günlük cinayetlerin, daha büyük cinayetler için bir aşama olduğunu fark ederiz belki de...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 14 Temmuz 2010)