KÜSKÜN HALKLAR İSYANI

Posted: 23 Şubat 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Mali’de bir stadyumda vaaz veren imama dokunup şifa bulmak isteyenler birbirini ezmiş ve otuz altı kişi ölmüş. Mali’de insanların çaresizliğini anlatan bu akıl almaz olaya bakarak bile, Arap ülkelerindeki isyanların gücünü nereden aldığını görmek mümkün. Insanlar fena halde çaresiz ve bu çaresizliklerini önce kendilerini yakarak göstermiş, sonra da tankların, tüfeklerin üzerine yürüyerek yıkılmasına ihtimal verilmeyen Hüsnü Mübarek ya da Bin Ali gibi diktatörleri yıkmışlardı. Şimdi sıra Kaddafi ve diğerlerine geldi. Bu isyan dalgasının tüm dengeleri altüst edip, Ortadoğu’yu yeniden şekillendireceği kesin.

Diktatörlükler ve krallıklar yıkılınca şeriat mı gelecek? Daha baskıcı bir iktidar mı kurulacak? ABD’nin ve AB’nin kontrolünde yalancı demokrasiler mi kurulacak? Uzun yıllar sürecek olan bir kaos ortamı ve iç savaşlar dönemi mi yaşanacak? Bu seçeneklerin tümü, otuz yıldır halkına zulmeden ve onları çaresiz bırakanların sunduğu seçeneklerden daha kötü değil. Hatta Arap halklarının yeniden özgüvenlerini kazanmaları ve çaresizliklerinden sıyrılıp iradelerini ortaya koymaları gibi bir kazanç var ortada.

Michel Foucault’nun, İran devrimini desteklemesi, pek çok aydının tepkisini çekmişti o günlerde. Bu desteğin elbette sorunlu yanları da vardı. Mollaların, Şah’ı deviren komünistleri devre dışı bırakmasındaki acımasızlık ve yaptıkları katliam, unutulur ve affedilebilir gibi değildi çünkü.

Ama Foucault, o yılların İran’ını, küskün, hareketsiz duran, geçmişine geri çekilmiş bir halkın yaşadığı ülke olarak tanımlıyordu. Küskün ve hareketsiz kılınmış bir halkın, mollalardan medet umması, Mali’de imama dokunarak şifa bulmak isteyen insanların birbirini ezmesini andırıyor. Şifa bulmak için mollaların düzenine rıza gösteren İran halkı, geçen zaman içerisinde savaşlardan, baskılardan başını kaldıramadı bir türlü. Şimdi daha yeni yeni geri çekildikleri o karanlıktan sıyrılmaya uğraşıyorlar. Başlarını kaldırdıkları zaman, onları harekete geçirenin küskünlükler ve çaresizlikler olduğunu görmeyi inkar edenler, her taşın altında ABD ya da İsrail’i göstermek için çabalıyorlar. Farz edelim ki, ABD, İran’daki muhalif hareketleri kışkırtmış olsun. Eğer bu, bir halkın erkleşmesiyle sonuçlanacaksa, neden kötü bir şey olsun ki. Ama “Şah tecrübesini” yaşamış bir halkın, ABD’den medet ummasını beklemek de, akıl alır şey değil hani.

Türkiye’de de darbelerin ve siyasi sistemin askeri yapıyla göbek bağının varlığı, sürekli olarak halkı erksizleştirme mücadelesinin nedeni ve sonucu oldu her zaman. Bu ülkede ne zaman halk, geleceğe dair ümitle ve coşkuyla başını kaldırsa, askeri darbelerle erksizleştirilerek kendi karanlığına ve umutsuzluğuna hapsedildi. Bu baskı, öylesine sistemli ve acımasızdı ki, umursamaz ve küskün yığınlardan başka bir şey bırakmadı geriye. Son Kürt isyanının bilançosu da ortada. Türk Tabibleri Birliği, toplu mezar iddiaları için oluşturduğu heyetin çalışmalarını bir raporda toplayarak yayımladı geçenlerde. Raporda, Hakkari’den Tunceli’ye kadar olan bölgede yüzlerce toplu mezarın varlığından, 1469 kişiye ait kemik ve 114 toplu mezarın tespit edildiğinden, açılan 26 toplu mezarda da 171 kişinin kemiklerine rastlandığından bahsediliyor.

Askeri darbelerin neden olduğu küskünlük ve geri çekilmişlik, tıpkı bir zamanlar İran’da da olduğu gibi, dini tarikatların gücünü arttırdı kaçınılmaz olarak. Halkın bir kısmı, bu kokuşmuş düzeni, onlara dayatılan rejimden ayrı düşünemez oldu. Şimdi herkes aynı soruyu soruyor: Neden sağ partiler yoksulların oyunu alıyor? Neden muhafazakârlaşıyoruz? Tüm bu soruların yanıtını, halkı erksizleştirme faaliyetlerinde aramak gerekiyor.

Foucault, İran’a gittiği zaman, polisten kaçan bir muhalifle görüşüyor. Ona “niçin mücadele ediyorsunuz” diye soruyor Foucault. Muhalif lider, despotizmi ve kokuşmuşluğu hedef gösteriyor. “Yetersiz yönetilen bir ülkede modernleşmenin kokuşmuşluğa yol açmasının” doğal olduğundan bahseden Foucault’ya, muhalif liderin verdiği yanıt, “modernleşme, despotizm ve kokuşmuşluğun” birbirinden ayrı tutulamayacağı oluyor.

Modernleşmeye karşı gelişen bu tepki üzerinde pek fazla durmuyoruz. Halbuki sağ partiler, modernleşmeye karşı duyulan tepkilerden faydalanarak ya da o tepkileri saptırarak gücüne güç kattı bugüne kadar. Çünkü modernleşmenin eleştirisi yeterince yapılamadığı gibi, modernleşmenin kazanımları da halkın erkleşmesinden korkan iktidarların engeline takıldı. Halkın örgütlenmesinden, sendikalardan, üniversitelerden her zaman korkan bu iktidar sahipleri, sanata hiçbir zaman yeterince destek vermediği gibi, modernleşmeyi yerelleştirecek olan köy enstitülerini bile kısa bir süre sonra kapattı. Tüm kanallar kapatılınca, tarikat ve cemaatlere de yayılabilecekleri geniş bir alanı da açmış oldular. Iktidar sahipleri, böyle olmasını istememişlerdi belki. O kesimleri, her zaman kontrol altında tutabileceklerine inanmışlardı. Ama öyle olmadı. Şimdi, kendi yarattıkları sonuçlarla yüzleşiyorlar. Küstürdükleri halkların, nasıl olup da onların peşlerinden gitmediklerine şaşırmalarına şaşırmamak elde değil.

Aslında bizdeki küskün halkların, modernleşmeye tamamen sırtını dönmediği de bir gerçek. Modernleşmenin sağlıklı bir eleştirisine ise, hâlâ büyük ihtiyaç var. Foucault’nun dediği gibi “başkalarının yerine düşünmek için yalnız olmak yeter.” Ama bizim yalnızlıktan ve “başkalarının yerine düşünmekten” vazgeçip, karşılıklı düşünebilmek için birbirimize ihtiyaç duyduğumuzu anlamamız gerekiyor artık. Başka türlü, küskünlüklerle dolu bu tarih ve toplu mezarlarla dolu bu topraklarda, yeni umutlar yeşertemeyiz…


Bülent Usta (BirGün, 23 Şubat 2011)

0 yorum: