MÜREKKEP LEKESİ DÜNYA

Posted: 30 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bahar, kara bulutların arasından şöyle bir yüzünü gösterip içimi azıcık ısıtsa da, edebiyatımızın değerli bir yazarı ve dostum Ali Teoman’ı kaybetmiş olmanın hüznüyle üşümem geçmiyor bir türlü. Adalet Ağaoğlu, romanlarından birisine “Ruh Üşümesi” adını vermişti. Her şeye karşı derin bir isteksizlik, her şeyde bir sessizlik ve yoksunluk hissi… Ali Teoman, YKY’den sıcağı sıcağına çıkan Taş Devri adlı öykü kitabının “Ateş Ayinleri” adlı öyküsünde yazdığı gibi, dünya gözüme “kocaman kapkara bir mürekkep lekesi” gibi gözüküyor: “Kalmamı istiyordu ve ona karşı koyacak gücü kendimde bulamıyordum. Sıfırı konuşacaktık, birbirimizi yani. Karanlık çağların üst üste gelen kırgınları, ülkeyi çöle dönüştürmüştü. Madde aşınmış, yıpranmış, bozunmuştu. Pıyrım pıyrımdı elimde tuttuğum parşömen. Bir zamanlar taptığımız o ilk yazı, artık okunmuyordu. Nükleer atıklar ve asit yağmurları tahrif etmişti yazıyı. Bütün harfler birbirlerine, ona ve hiçbir şeye benziyorlardı. Kocaman kapkara bir mürekkep lekesiydi geriye kalan.”

Gözümüzü dünyaya açtığımız zaman da, karşımızda kocaman kapkara mürekkep lekesinden ibaret bir dünya vardı. Felsefeyle, sanatla, devrimlerle, o mürekkep lekesini okunabilecek güzel bir yazıya dönüştürmek için çalışanlarla, o mürekkep lekesini kutsal sayıp dokundurtmayanlar arasındaki savaş hâlâ sürüyor. İnsanların ya nükleer enerjinin ya da denizlerin, balıkların tarafını tutmasına benziyor bu mücadele. Denizlerin ya da balıkların değil, asit yağmurlarının yazıyı tahrif edeceğini bilerek yazmak gerekiyor. Şimdi ben böyle yazınca, gözlüklerinin üstünden anlamlı anlamlı bakıp, mesaj verme kaygımın seni gülümsettiğini görür gibiyim sevgili Ali. Denizler ve balıklar için o mürekkep lekesinden öyküler ve romanlar çıkarmaktan yılmamıştın hiç. Ah bir de şu üçlemeyi bitirebilseydin…

Sel Yayıncılık’tan çıkan Eşikte adlı romanında şöyle yazmıştı Ali Teoman: “Yaşam bir tiyatro sahnesi, yaşam bir oyun, yaşam bir senaryo, yaşam bir öykü, yaşam bir düş, ne yaparsak yapalım bizden kaçan, parmaklarımızın arasından kayıp giden, rüzgârın oradan oraya savurduğu ufak kâğıt parçacıkları…”

İşte o ufak kâğıt parçacıklarından birini tutuyorum elimde. Parmaklarımın arasından kayıp gideceğini bildiğim o ufak kâğıt parçacığına ne yazarsam yazayım, anlamlı tek bir söz bile ortaya çıkmayacakmış gibi hissediyorum. Ama yazma arzusu dediğimiz şey, zaten böyle bir şey değil mi? Gözlerin artık görmez hale gelene kadar seni yazmaya kışkırtan bu his değil miydi? Yazdığın sonraki cümlede, sonraki yapıtta gizliydi her şey ve sen ona tam anlamıyla kavuşamayacağını bile bile yazmaya devam ettin. Foucault’nun Nerval için söylediklerini senin için de rahatlıkla söyleyebiliriz: “Nerval’in metinleri bize bir eserin parçalarını değil, yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır.” Üstelik yazdığımız o kâğıt parçacıklarının, parmaklarımızın arasından kayıp gideceğini bile bile yazmak ve yaşamak… Yazma arzusunun kölesi olmak bir lanetse, sen bu lanetle yaşamayı iyi bildin dostum.


Tekdüzeleşen Akıl Dışılık

Pessoa, hayatı tekdüzeleştirmenin bir bilgelik olduğundan bahseder. Hayat, tekdüzeleştiği zaman, insanı en küçük şeyin bile şaşırtması kolaylaşır. “Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda. Bizim durumumuz, Dünya turuna çıkan o gezginden farksız değil. Baksanıza, akıl dışı olaylara öylesine alıştık ki, henüz basılmamış, taslak halinde bir kitabın toplatılması ve imha edilmesi bile yeterince şaşkınlık yaratmıyor artık. Araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık’ın içeride, “yüzlerce kişiyi öldürdüm, işkence yaptım” diyen Ayhan Çarkın’ın dışarıda olması da…

Henüz basılmamış bir kitabın toplatılması, BirGün’e kesilen para cezası, Orhan Pamuk’un tazminat ödemeye mahkûm edilmesi, Hükümet’in “Demokratik Açılım”ı KCK davasıyla birlikte yürütmesi, nihayetinde bir şey anlatıyor. Devlet, Başbakan’ın ya da Bakanların açıklamalarıyla değil, verdiği cezalarla anlatır derdini. Dertse çok büyük. Her zamankinden büyük bir dert olduğu, yaşanan akıl dışı süreçle iyice görünürleşiyor. 12 Haziran yaklaşırken, daha pek çok şeye tanık olacağız, tekdüzeleşen bu akıl dışılık içinde.

Aslında akıl dışılığın ne olduğunu, bize verilen akıl ölçütleriyle anlayabiliriz sadece. Birisine göre akıl dışı olan, başka birisi için hiç de akıl dışı değildir. Siyasetin gerçekliğini yitirip retorik oyununa dönüşmesi, siyasetçinin oynadığı rolün gereği olarak ağlamasını ya da racon kesmesini kolaylaştırıyor ister istemez. “Kurtlar Vadisi” dizisinde rahatlıkla rol alabilecek yetenekte olmaları, milletvekili aday adaylarının rajon kesme dersi almalarını zorunlu hale getiriyor. İbrahim Tatlıses’e kadına yönelik şiddet suçlamaları dile getirildiği dönemde, hayranı kadınların “beni de döv, beni de döv!” diye çığlık çığlığa sahneye koşmaları aklıma geliyor, Başbakan’ın rajon kesme hünerinin halk üzerinde yarattığı etkisine bakınca.

Ama bize ne tüm bu racon kesmelerden, yalanlardan, sahte gözyaşlarından… Ahmet Şık, henüz bitiremediği bir kitap yüzünden içeride, yüzlerce insanın kanına girdiğini söyleyen Ayhan Çarkın aramızdayken, dünyanın kocaman kapkara bir mürekkep lekesine dönüşmesi nasıl engellenecek? Karanlık bir çağın sonu, daha büyük bir karanlıkla mı gelecek? Herkes kendi köşesine, kendi karanlığına dönüp, bu uzun gecenin bitmesini mi bekleyecek? Elimizden gelen neyse, onu yapmanın zamanı geçiyor azar azar. Azar azar geçip gidiyor hayat…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mart 2011)

MÜREKKEP LEKESİ DÜNYA

Posted: 30 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bahar, kara bulutların arasından şöyle bir yüzünü gösterip içimi azıcık ısıtsa da, edebiyatımızın değerli bir yazarı ve dostum Ali Teoman’ı kaybetmiş olmanın hüznüyle üşümem geçmiyor bir türlü. Adalet Ağaoğlu, romanlarından birisine “Ruh Üşümesi” adını vermişti. Her şeye karşı derin bir isteksizlik, her şeyde bir sessizlik ve yoksunluk hissi… Ali Teoman, YKY’den sıcağı sıcağına çıkan Taş Devri adlı öykü kitabının “Ateş Ayinleri” adlı öyküsünde yazdığı gibi, dünya gözüme “kocaman kapkara bir mürekkep lekesi” gibi gözüküyor: “Kalmamı istiyordu ve ona karşı koyacak gücü kendimde bulamıyordum. Sıfırı konuşacaktık, birbirimizi yani. Karanlık çağların üst üste gelen kırgınları, ülkeyi çöle dönüştürmüştü. Madde aşınmış, yıpranmış, bozunmuştu. Pıyrım pıyrımdı elimde tuttuğum parşömen. Bir zamanlar taptığımız o ilk yazı, artık okunmuyordu. Nükleer atıklar ve asit yağmurları tahrif etmişti yazıyı. Bütün harfler birbirlerine, ona ve hiçbir şeye benziyorlardı. Kocaman kapkara bir mürekkep lekesiydi geriye kalan.”

Gözümüzü dünyaya açtığımız zaman da, karşımızda kocaman kapkara mürekkep lekesinden ibaret bir dünya vardı. Felsefeyle, sanatla, devrimlerle, o mürekkep lekesini okunabilecek güzel bir yazıya dönüştürmek için çalışanlarla, o mürekkep lekesini kutsal sayıp dokundurtmayanlar arasındaki savaş hâlâ sürüyor. İnsanların ya nükleer enerjinin ya da denizlerin, balıkların tarafını tutmasına benziyor bu mücadele. Denizlerin ya da balıkların değil, asit yağmurlarının yazıyı tahrif edeceğini bilerek yazmak gerekiyor. Şimdi ben böyle yazınca, gözlüklerinin üstünden anlamlı anlamlı bakıp, mesaj verme kaygımın seni gülümsettiğini görür gibiyim sevgili Ali. Denizler ve balıklar için o mürekkep lekesinden öyküler ve romanlar çıkarmaktan yılmamıştın hiç. Ah bir de şu üçlemeyi bitirebilseydin…

Sel Yayıncılık’tan çıkan Eşikte adlı romanında şöyle yazmıştı Ali Teoman: “Yaşam bir tiyatro sahnesi, yaşam bir oyun, yaşam bir senaryo, yaşam bir öykü, yaşam bir düş, ne yaparsak yapalım bizden kaçan, parmaklarımızın arasından kayıp giden, rüzgârın oradan oraya savurduğu ufak kâğıt parçacıkları…”

İşte o ufak kâğıt parçacıklarından birini tutuyorum elimde. Parmaklarımın arasından kayıp gideceğini bildiğim o ufak kâğıt parçacığına ne yazarsam yazayım, anlamlı tek bir söz bile ortaya çıkmayacakmış gibi hissediyorum. Ama yazma arzusu dediğimiz şey, zaten böyle bir şey değil mi? Gözlerin artık görmez hale gelene kadar seni yazmaya kışkırtan bu his değil miydi? Yazdığın sonraki cümlede, sonraki yapıtta gizliydi her şey ve sen ona tam anlamıyla kavuşamayacağını bile bile yazmaya devam ettin. Foucault’nun Nerval için söylediklerini senin için de rahatlıkla söyleyebiliriz: “Nerval’in metinleri bize bir eserin parçalarını değil, yazmak gerektiğinin; yalnızca yazmak için yaşandığının ve ölündüğünün tekrarlanan tespitini bırakmıştır.” Üstelik yazdığımız o kâğıt parçacıklarının, parmaklarımızın arasından kayıp gideceğini bile bile yazmak ve yaşamak… Yazma arzusunun kölesi olmak bir lanetse, sen bu lanetle yaşamayı iyi bildin dostum.


Tekdüzeleşen Akıl Dışılık

Pessoa, hayatı tekdüzeleştirmenin bir bilgelik olduğundan bahseder. Hayat, tekdüzeleştiği zaman, insanı en küçük şeyin bile şaşırtması kolaylaşır. “Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter” der Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı'nda. Bizim durumumuz, Dünya turuna çıkan o gezginden farksız değil. Baksanıza, akıl dışı olaylara öylesine alıştık ki, henüz basılmamış, taslak halinde bir kitabın toplatılması ve imha edilmesi bile yeterince şaşkınlık yaratmıyor artık. Araştırmacı gazeteciliğin onuru Ahmet Şık’ın içeride, “yüzlerce kişiyi öldürdüm, işkence yaptım” diyen Ayhan Çarkın’ın dışarıda olması da…

Henüz basılmamış bir kitabın toplatılması, BirGün’e kesilen para cezası, Orhan Pamuk’un tazminat ödemeye mahkûm edilmesi, Hükümet’in “Demokratik Açılım”ı KCK davasıyla birlikte yürütmesi, nihayetinde bir şey anlatıyor. Devlet, Başbakan’ın ya da Bakanların açıklamalarıyla değil, verdiği cezalarla anlatır derdini. Dertse çok büyük. Her zamankinden büyük bir dert olduğu, yaşanan akıl dışı süreçle iyice görünürleşiyor. 12 Haziran yaklaşırken, daha pek çok şeye tanık olacağız, tekdüzeleşen bu akıl dışılık içinde.

Aslında akıl dışılığın ne olduğunu, bize verilen akıl ölçütleriyle anlayabiliriz sadece. Birisine göre akıl dışı olan, başka birisi için hiç de akıl dışı değildir. Siyasetin gerçekliğini yitirip retorik oyununa dönüşmesi, siyasetçinin oynadığı rolün gereği olarak ağlamasını ya da racon kesmesini kolaylaştırıyor ister istemez. “Kurtlar Vadisi” dizisinde rahatlıkla rol alabilecek yetenekte olmaları, milletvekili aday adaylarının rajon kesme dersi almalarını zorunlu hale getiriyor. İbrahim Tatlıses’e kadına yönelik şiddet suçlamaları dile getirildiği dönemde, hayranı kadınların “beni de döv, beni de döv!” diye çığlık çığlığa sahneye koşmaları aklıma geliyor, Başbakan’ın rajon kesme hünerinin halk üzerinde yarattığı etkisine bakınca.

Ama bize ne tüm bu racon kesmelerden, yalanlardan, sahte gözyaşlarından… Ahmet Şık, henüz bitiremediği bir kitap yüzünden içeride, yüzlerce insanın kanına girdiğini söyleyen Ayhan Çarkın aramızdayken, dünyanın kocaman kapkara bir mürekkep lekesine dönüşmesi nasıl engellenecek? Karanlık bir çağın sonu, daha büyük bir karanlıkla mı gelecek? Herkes kendi köşesine, kendi karanlığına dönüp, bu uzun gecenin bitmesini mi bekleyecek? Elimizden gelen neyse, onu yapmanın zamanı geçiyor azar azar. Azar azar geçip gidiyor hayat…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 30 Mart 2011)

GÜNAH KEÇİLERİNİ KAÇIRMAK

Posted: 23 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar bir tuhafım. Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ı rüyalarımda görüyor, onunla edebiyat ya da sanat değil de uluslararası ilişkiler konuşuyor, sonra da kendimi Libya çöllerinde bir damla su ararken buluyorum. Bana su diye petrol içirmeye kalkışan Sarkozy kılıklı zebanilerle boğuşa boğuşa kan ter içinde uyanıyorum. Uzun zamandır gözükmüyor ortalıkta İvam. O olmayınca ne yazacağımı bilemiyorum hiç. Kim bilir belki Yemen’dedir İvam, belki Libya’da. Direnişçilerin arasında onlara moral vererek dolanıp duruyordur. Benim dedem Yemen’deymiş bir zamanlar. İhtiyarlayıp dönmüş oralardan da, babaannem tanıyamamış onu kapıda görünce. Ne zaman “Yemen Türküsü” çalsa, gözlerim dolar dedemi hatırlayıp: “Havada bulut yok, bu ne dumandır…”


Bir halk nasıl iradesizleştirilir, erksizleştirilir? Askeri darbelerle yaşadık biz bunu. Şimdi Libya halkı yaşıyor. Diktatörlükle geçen uzun yılların ardından, kâbustan uyandıkları gün, NATO çetesinin savaş uçakları başlarına bomba yağdırmaya başladı. Libya’ya yapılan müdahale, tıpkı Kenan Evren ve arkadaşlarının 12 Eylül’deki müdahalesine benziyor. O kadar alçakça ve kalleşçe yapıyorlar ki bunu, sanki Libya halkını umursuyorlarmış gibi, özgürlük savaşçısı makyajı altında sırıtarak, petrol aşkına bomba yağdırıyorlar.

O zaman da Kenan Evren, kardeş kardeşi öldürüyor diye, askeri darbeyi meşrulaştırmaya çalışmıştı. Gerçekten de kardeş kardeşi öldürüyordu, ama kardeşin kardeşi öldürmesini seyreden ordu, alttan alta gizli operasyonlar, derin devlet oyunlarıyla çatışmaları kızıştırarak askeri müdahalenin uygun zamanını beklemişti. Bilinçsiz kitleler, bu oyunu daha yeni yeni fark ediyor, devletin kirli çamaşırları tarihin tozlu ve kanlı raflarındaki yerlerinden çıkarıldıkça.

Libya’da da Kaddafi’yi silahlandıran, onun diktatörlüğünü destekleyen Sarkozy’ler, Berlusconi’ler, Merkel’ler, avuçlarını ovuştura ovuştura, insancıl amaçlar görüntüsü altında çıkarlarını garanti altına alacak askeri müdahale için koşulların oluşmasını beklediler, hatta o koşulların oluşması için ellerinden geleni de en iyi şekilde yaptılar.

İktidarı, halka değil de emperyalistlere teslim etmeyi göze alacak kadar gözünü hırs bürümüş Kaddafi, NATO çetesini yanıltmadı. Mübarek gibi çekilmek yerine, halkına katliam yapan Kaddafi, tam da Sarkozy’lerin arayıp da bulamayacağı bir diktatör figürü olarak belirdi. Kaddafi, sadece bir insanlık suçlusu olarak değil, Libya halkına kimsenin, hiçbir gücün yapamayacağı ihaneti gerçekleştirmiş bir tarihi kişilik olarak anılacak her zaman.

Kaddafi çıkıp, ülkemizi dış güçler karıştırdı diyor ya. Libya’da dış güçlerin bir ajanı varsa, o da Kaddafi’den başkası değil. 12 Eylül darbecilerinin, dillerinden düşürmedikleri dış ve iç mihrakın ta kendileri olması gibi. İleride şöyle şeyler okuyacağımıza eminim: NATO çetesi, Saddam’ın Kuveyt’e girmesini teşvik ettiği gibi, ajanları vasıtasıyla Kaddafi’ye de direnmesini salık verdi. Hatta NATO çetesine üye ülkeler, Kaddafi’ye el altından lojistik destek verip, halkı erksizleştirerek bir kurtarıcı arayışına girmesini beklediler. Libya halkı, Kaddafi’den sonra, gözünü petrol bürümüş G20 ülkeleri ve NATO çetesiyle mücadele edecek anlaşılan.

Devletin Kökeni

Kaddafi ya da Mübarek, kendi halkları gözünde “günah keçisi”ne dönüşmüş durumda. Onların gitmesi, yeterliymiş gibi geliyor çoğu kişiye. Onların yıllarca diktatör olarak kalmasını sağlayan iktidar mekanizmaları ve kadrolar üzerinde pek durulmuyor. Bizde de 12 Eylül’le hesaplaşmak denilince, sadece Kenan Evren gibi simge kişiliklerin yargılanmasının anlaşılması gibi. Halbuki 12 Eylül’den nemalanan işadamlarının, politikacıların, gazetecilerin, bürokratların yaptığı kötülüklerin, Kenan Evren’in yaptıklarından aşağı kalır yanı yok. Hatta o yıllarda görev yapan gardiyanından, sıradan polisine kadar, liste çok daha derinlere kadar iniyor. Bir toplum, böylesine derinlere inen bir hesaplaşmayı kolay kolay kaldıramaz. Bu yüzden simgeleşmiş kişiliklerin “günah keçisi”ne dönüştürülmesiyle yetinilecek muhtemelen. Mısır’da da, 30 yıl süren bir iktidarı devirdikten sonra, durumun pek farklı olmayacağı kesin. Ama bu hesaplaşma, “günah keçisi”yle yetinmeyip sonuna kadar götürülmezse, yeni Kaddafi’lerin, Mübarek’lerin ortaya çıkması nasıl engellenebilir ki? Bir de iktidarların yarattığı, tamamen masum “günah keçileri” var ki, bizim ülkemizde onlardan bolca var. Laikler, İslamcılar, Kürtler, solcular, iktidarı ele geçiren güce göre “günâh keçisi”ne kolayca dönüştürülebiliyorlar. BDP’li milletvekillerini her şeyin sorumlusuymuş gibi hedef tahtasına koyan gazete manşetlerine bakmak bile yeterli. Yakışır mıymış bir milletvekiline, tokat atmak, taş atmak? Üniversite öğrencileri, gaz bombalarıyla yıkanıp coplanırken, o emri verenlere yakışıyor ama. Bütün mesele, kimin “günah keçisi” olduğu.

René Girard’ın, Mükremin Yaman ve Ayten Er çevirisiyle Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Kültürün Kökenleri” adlı kitap, “günah keçisi” meselesine, Girard’ın “mimetik kuramı”ndan bakan ve Girard’la yapılan söyleşilerden oluşan bir kitap. “Mimetik kuram”, Régis Debray gibi düşünürlerin epeyce bir tepkisini çekmiş, Girard’ın düzmece kanıtlarla dinselliği yeniden gündeme getirdiği iddia edilmişti.

Ama Girard’ın “mimetik kuramı” öyle kolay kolay bir köşeye bırakılacak bir kuram değil. Kitabın bir yerinde şöyle diyor Girard: “Olanaklı tek uzlaşma –yani bunalımdan çıkışın ve topluluğun kendi kendini yok etmesini önlemenin tek çaresi-, bu öfkeyi ve bu ortak kudurmayı bizzat mimetizm tarafından belirlenmiş, herkesin de benimsediği bir kurbana doğru yönlendirmektir.” Herkesin katılımını olanaklı kılan bu linç ayini, Girard’a göre, devletin de kökenini oluşturuyor. Devlet, toplumu kurbanla hiçbir kirletici ilişkiye sokmadan, herkesin katıldığı ama hiç kimsenin sorumlu olmadığı infazlarla kendisini var etti bugüne kadar. İvam olsaydı, “günah keçi”sine dönüştürülüp yakılan Cadılardan bahsederdi şimdi. Ah bir Cadı olsaydı da şimdi, insanlığı saran bu laneti bozabilecek bir büyü yapsaydı. İşimiz büyücülere kalacak böyle giderse…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 23 Mart 2011)

ÖZGÜR AKIL TUTSAK AKLA KARŞI

Posted: 19 Mart 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Modernizmin simgesi “akıl”a karşı, “delilik”i yüceltmek sık rastlanan bir hata. Şair olmak için akıllı olmak değil, duygusal olmak gerektiğine dair yaygın kanı da öyle. Akıl ile şiir yazmak, şiirin matematiğinden, felsefesinden, siyasetinden bahsetmek pek çok kişi için uzak mevzular. Önemli olan “hangi akıl”dan ve “hangi delilik”ten bahsedildiği aslında. Mesela İzzet Yasar’ın Yasakmeyve’den çıkan yeni şiir kitabının adının “Başka Akıl Peşinde” olması, bir ipucu...

Şöyle diyor kitaptaki bir şiirinde İzzet Yasar: “mademki bu akıl beni kan içinde bırakmış / başka akıl peşinde koşuyorum”

Başka akıl peşinde koşmaktır şiir... Bu yüzden akıl işidir şiir ve bu yüzden deliliktir...

Aslında bütün mesele, bütün insanlık tarihi, şiirin ve sanatın taraf olduğu “tutsak akıl” ile “özgür akıl” arasındaki ayrımda gizlidir. Şairin sahip olduğu “özgür akıl”ı, aklı tutsaklaştıranların delilik olarak tanımlaması, bu yüzden anlaşılır bir şey. Eğer “özgür akıl”ı “delilik” olarak kodlayacaksak, delilik olmadan yaratıcılığın olamayacağı iddia edilebilir. Ama “delilik”ten anlaşılan şey “özgür akıl” değil de akıl hastalığı ise, yaratıcı olmak için akıl hastası olmak gerektiğini öne sürmenin pek de akıllıca olmayacağı kesin.

Şairlerin birincil kaygılarından birisi, “özgür akıl”larıyla dili de özgürleştirmek istemeleri. Bunun için deneysel çabalara girip, imgelerle, metaforlarla aklın sınırlarını darmadağın ederler. Onlar için neyi anlattıkları kadar, nasıl anlattıkları da önemlidir ve şiir, şairlerin “nasıl anlatmalıyız” derdi yüzünden hareketli bir tarihe sahiptir. Aslında şiir, şairi buna zorlar da. Çünkü şiir kendisini okuyan kişiyi baştan çıkarmak ister. Baştan, yani akıldan, aklı tutsaklaştıran etkilerden... Ve elinde “dil” gibi, düşünceye müdahale edecek güçlü bir araç vardır.

Şairleri delilik değil, normalliğin deliliği ürkütmüştür her zaman. Arno Gruen, Normalliğin Deliliği (1) kitabında uzun uzadıya bahseder, normal olmanın yıkıcı etkisinden. Gruen’e göre, insanlar iktidar uğruna kendi benliklerinden vazgeçerler. Yüzüklerin Efendisi filminde Frodo karakterinin “iktidar” olmayı temsil eden yüzüğü her parmağına geçirişinde kaybolması gibi. Çünkü iktidar, kendi benliğinden vazgeçmeyi zorunluluk olarak dayatır. İktidardan pay almak ve kendi sorumluluğunu iktidarın üzerine yıkarak, o büyük yükten kurtulmaya çalışan insanın zayıflığı, burada temel bir sorundur. O yüzden bir orduya dahil olmuş bir asker ya da hiyerarşik bir örgüte üye olmuş bir militanın artık gölgesinden, benliğinden bahsetmek zorlaşır. Peki neden insanlar bu kadar çok isterler varoluş sorumluluğundan kaçınmayı? Çünkü bu sorumluluğu taşımak, tercihlerde bulunmak ve bu tercihlerin sorumluluğunu üstlenip bedellerini göze almak, gerçekten de korkutucudur birçok kişi için. Ama bu sorumluluktan kaçış, o kişiye çok daha büyük bir bedel ödetir ki, bu da kendilik nefretidir. Benliğine sahip çıkamamış bir insan, içinde benliğine karşı güçlü bir nefret biriktirir. Bu nefret, empati yeteneğinin kaybolmasına ve gündelik şiddetin doğmasına neden olabilir. Yeter ki benliğini teslim ettiği iktidar ilişkisi, onun göstereceği şiddetin meşru zeminini oluştursun.

Gruen’in söylediklerinden iki tür delilik tanımıyla karşılaşıyoruz. Birinci tür delilik, psikiyatristlerin tanılarına göre belirlenmiş olanken; ikinci tür delilik, sistemin gerçeklik olarak tanımladığı, hiyerarşik ilişkilerce kuşatılmış, din, devlet, aile gibi daha pek çok iktidar mekanizmasının dayattığı normlarla kendisini konumlandırarak varoluşunun sorumluluğunu bu kurumların üzerine atmış, gölgesiz bir kalabalığın içinde erimiş bir delilik.

İnsanları normların içine hapsederek delirten iktidar mekanizmalarına ve oluşlara karşı ne yapılabilir peki? Deleuze’e göre, iktidar ilişkilerinin dışında bulunanlar sadece şizofrenlerdir. Çünkü şizofrenler gerçeği kendisine sunulduğu şekliyle almaz. Bir şizofren, Odipal hapishaneye düşmeyeceği için özgürce yaşamın doğrularıyla temas edebilir. Çünkü bilinçdışı, iktidar mekanizmalarıyla çarpıtılmış, yabancılaştırılmış ve karmaşıklaştırılmıştır. Deleuze ve Guattari’ye göre şizofren, paranoidleştirilmiş faşist kuşatma karşısında, kendisini özgürce ama yalnız bir özne olarak konumlar.(2) Hiçbir üst anlatıya bağlı kalmaksızın ve hesap vermeksizin istediğini söyleyebilir ve yapabilir. Ondaki bu özgürlük, delirme korkusunu artık dışarıda bırakması, bir hapishane gibi tasarlanan benliğinin duvarlarını yıkmasıyla gerçekleşir. Arzu eğer aklın egemenliğinden kurtulamazsa yaşayacağı acı deneyim paranoya ile kendisini görünür kılacaktır. Paranoya, devlet gibi yaşamdan yana olmayan iktidar mekanizmalarının özelliğidir bu yaklaşıma göre. Foucault, Deliliğin Tarihi adlı ünlü yapıtında (3), aklın delilikte kendisini ortaya koyan arzuyu nasıl öldürmeye çalıştığını tüm çıplaklığıyla göstermiş ve delilik hakkında birçok soru ve yaklaşım ortaya koymuştu. Engizisyon mahkemelerinin nasıl paranoyakça şeytanı, şeytanla özdeşleşen arzuları tek tek bireylerde arayıp cezalandırdığını gözünüzün önüne getirmeniz bile, bu savın haklılığı konusunda bir bakış açısı verebilir.

Arzuların öldürülmesi ya da yönlendirilmesi bugün için de sayısız yöntemle ve uygulamayla ölümden yana (yaşamın karşıtı) olan iktidarların varoluşu için kaçınılmaz. Çünkü arzunun kuralsızlığı, kurallarla var olan iktidarların korktuğu bir şey. Arzunun ya yok edilmesi ya da yerine sahte bir arzu konularak yanıltmaya gidilmesi gerekir. Öyleyse başkaldırı, ancak bireysel arzu kolektifi yaratarak, sistemin sahte arzularıyla mücadele etmek, deliliği bu şekilde kavramak ve şizofrenliği bilinçli bir şekilde kuşanmakla mümkün olabilir. İşte bu üçüncü tür delilik, aklın özgürleşmesinden başka bir şey değil.

Antonin Artaud’nun Van Gogh hakkında yazdığı kitabı düşünün(4). Artaud’nun delilikle ilişkilendirilen intiharların, delilikle ilgili olmadığı, toplumun kendi normlarından uzak insanlara yönelik gizli ya da açık kuşatıcı ve yok edici tutumunun neden olduğu savını dile getirdiği bu kitap, psikiyatri ve onun söylemine yönelik ciddi bir itirazı içinde barındırır. Hatta psikiyatrinin İsviçreli bir muhafız gibi insanın içindeki isyan dürtüsünü engelleyip kökünden söküp atmak için iş başında olduğunu iddia eden Artaud, “tutsak akıl” ile “özgür akıl” arasındaki o amansız mücadelenin savaşçılarından birisi olarak anılacak hep.

Şairler, delirmekten korkmayan baştan çıkarıcılar olarak, sahte arzuları sözcüklerin büyüsüyle kazıya kazıya, başka akıllara tüneller açtıkları için, şiir yaşıyor... Bu tünellerden habersiz “tutsak akıl” sahipleri, hâlâ nasıl olur da şiir yazılıyor diye şaşırıyorlar. Yazılıyor işte... İnsan var olduğu sürece de yazılmaya devam edecek...

Dipnotlar:

1- Gruen,A., Normalliğin Deliliği, çv. İgan, İ., Çitlembik, 2005

2- Deleuze, G., Guattari, F., Kapitalizm ve Şizofreni I-II, çv. Akay, A., Bağlam,1993

3- Foucault, M., Deliliğin Tarihi, çv. Kılıçbay, M., A., İmge, 2. Baskı, 1995

4- Artaud, A., Van Gogh, Toplumun İntihar Ettirdiği, çv. Soysal, A., Nisan Yayınları, 1991


Bülent Usta (Yasakmeyve şiir dergisi, 48. sayı, Ocak-Şubat 2011)

ŞIK VE UTANGAÇ BİR ÖLÜM

Posted: 19 Mart 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

İşten çıkmış, metroyla eve dönüyordum. Herkes gibi perişan bir halim vardı. Grip salgını ve günün yorgunluğu yüzünden baharın ilk güneşi bile neşelendirememişti kimseyi. Üstelik İbo’yu da vurmuşlardı. Yolcuların aralarındaki sohbetlerden İbo’nun durumunun iyiye gittiğini öğrenmiştim. İbo denilince, Mehmet Özbek’in derlediği “Ayağında Kundura” türküsünü söyleyişi gelir aklıma. Sonra da “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” sözü… Kadınlara nasıl davrandığı ya da mafya meseleleri gibi ayrıntılar, onun başka bir gerçekliğiydi. Onun yoksullara sunulan “mağarada doğan imparator” imajının, Yılmaz Güney’in sunduğu imajın tam tersi olması da… Onu eleştirenler bile, sesinin güzelliği karşısında hemfikirdir her zaman.

Elimde Ali Smith’in Everest Yayınları’ndan Dost Körpe çevirisiyle çıkan “Bütün Hikâye ve Diğerleri” adlı kitabı vardı. Kitaptaki “Tez Olmak” adlı öyküyü okuyordum, İbo’yla ilgili konuşmaları dinlerken. Öyküdeki kahraman, bir trendeydi ve cep telefonu çalışmadığı için paniklemişti. Çünkü Ölüm’ü görmüştü yolcuların arasında. BBC yöneticisine benzeyen yakışıklı bir adamdı Ölüm ve ona gülümser gülümsemez cep telefonu kararmıştı. Neden bilmiyorum ben de bir an cep telefonuma bakma ihtiyacı duydum. Aynı öyküdeki gibi cep telefonum kapalıydı ve ne yapsam açılmıyordu bir türlü. Tesadüf olsa gerek diye düşünüyordum ki, kapalı olan telefonum çalmaya başladı. İşin tuhaf tarafı, arayan numara kendi numaramdı. Tüylerim diken diken olmuş bir halde telefonu açtım. Telefondaki ses, beynimin bütün hücrelerinin harekete geçmesi için yeterli olmuştu bile.

İnsanın kendisiyle başka birisiymiş gibi telefonda konuşabilmesi, gerçekten de ürkütücü... Öncelikle bunun bir şaka olduğunu düşünüyor, sonra da telefondaki sesin ısrarcılığı ve gerçekliği karşısında aklından şüphe etmeye başlıyorsun. Böyle bir şeye David Lynch’in “Kayıp Otoban” filminde tanık olmuştum. Filmin en ürkütücü sahnesi, kahramanın kendi kendisiyle telefonda konuştuğu sahneydi.

Telefonu açtığımdan beri durmaksızın konuşuyordu. Yaşadığım heyecan ve korkudan olsa gerek, ne dediğini anlayamıyordum. Kendimi tutamayıp “Neler oluyor” diye bağırdığım zaman, yolcuların hepsi telaş içinde bana doğru döndüler. Kendilerine dair bir tehlike olmadığını anlar anlamaz, toplu taşıma araçlarında insanların sinir krizleri geçirmelerine alışık oldukları için, kendi dünyalarına geri çekilmeleri zor olmadı. Telefondaki ses, bir an sustuktan sonra, konuşmaya devam etti: “Neler olmuyor ki. Büyük bir kargaşa hâkim burada. Korkulan her şey bir bir gerçekleşiyor. Önce büyük bir deprem oldu. O depremde, hükümetin inşa ettiği nükleer santraller de zarar gördü. Nükleer santrallerin inşa edildiği bölgelerde halk tahliye edilmeye çalışılıyor. Kontrolsüz yapılaşmaya izin verilen İstanbul ise, tam anlamıyla yerle bir oldu. Özellikle Boğaz’ın kenarındaki vilları dev dalgalar alıp götürdü. Tahmin edilenden daha büyük bir zararla karşı karşıyayız.”

Telefondaki ses, başka ayrıntılardan da bahsediyordu, rakamlar vererek. Gayri ihtiyari “İbo’nun vurulması dışında burada her şey yolunda gözüküyor” dedim telefondaki kişiye. “Zannetmiyorum” dedi. “Öyle olsa, şu an yerle bir olmuş bir şehirden seni arıyor olmazdım. Ortalık ceset kaynıyor ve insanlar hayatta kalabilmek için vahşi hayvanlar gibi davranıyorlar. Mesela ne yapıp edip, nükleer santrallerin yapılmasını engellemeniz gerekiyor. Çünkü asıl büyük zararı, depremden daha çok o nükleer santraller verecek.”

Onunla konuşmak zaten epeyce tuhaf bir olayken, bir de ona, Enerji Bakanı’nın Japonya’daki felaketten sonra yaptığı açıklamalardan, nükleer santral yapmak konusunda kararlı bir hükümetimiz olduğundan bahsedemeyeceğimi düşündüm. İstanbul da aynı İstanbul’du… Bir felaket olmasına gerek yoktu. Zaten felaketleri, her yağmur ya da kar yağdığında, öğrenciler ya da işçiler gösteri yaptığında, hatta işe gidip gelirken azar azar yaşıyorduk. Kâğıt üzerinde her türlü tedbir alınmış gözüküyordu. Ekonomi dahil her şey, kâğıt üzerinde iyi gözüküyordu zaten. Türkiye, dünyanın en büyük ekonomileri arasında ilk 20’de... Üstelik ileri demokrasi dönemine girdik. Bizim gazetecilerimiz ideolojik aktivistler olmasa, basın özgürlüğü sıralamasında da bu kadar aşağıda olmazdık. Etyen Mahçupyan, araştırmacı-gazeteciliğin yanlış anlaşıldığını yazdı ya geçenlerde. Ahmet Şık, olsa olsa ideolojik aktivistmiş, araştırmacı-gazeteci değil. Ölüm tehditleri, davalar sürüyor olsa da, açılımlar da tıkır tıkır işliyordu. Sokaklarda kadınların öldürülmesine bakmayın, kadına yönelik şiddet de epeyce azaldı ülkemizde. Daha ne yapılsın?

Telefondaki kendime söyleyecek bir şey bulamadım. Ben de “telefonum dinleniyor olabilir” gibi bir şey söyledim. Saçma bir şeydi. İnsanın telefondaki kendisine “dinleniyor olabiliriz” demesinin nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Savcı, “şu tarihte, kendinizle yaptığınız telefon görüşmesinde, neden dinleniyoruz diye uyardınız kendinizi” diye sorsa, nasıl bir cevap verirdim acaba? Ölüm’ün öyküdeki kadına gülümsemesi gibi gülümsedim ben de kendime… Telefondaki ben ise, konuşmaya devam ediyordu. Ona şöyle dedim: “Biz, farklı bir gerçeklik içindeyiz artık. İnsanlara gerçekleri söylemek yetmiyor. Gerçekleri nasıl söylediğinin de bir önemi yok. Kimin söylediği ve söyleyen kişinin gücü belirliyor her şeyi. Eğer tüm sivil toplum örgütleri birleşerek, birleşmekle kalmayıp kararlı bir biçimde nükleer santrallere karşı olduklarını devamlılığı olan eylemlerle gösterseler, belki mümkün olabilir olası bir felaketi önlemek. Ama siyaset de, sanat da, başarısızlık duygusundan kurtaramıyor yakasını bir türlü. Gerçekliği değiştiremediğimiz için, gerçekliği yorumlayışımızı değiştirerek zaman kazanıyoruz sadece.”

Telefon kesildi… Metro, sarsıla sarsıla tünelin içinde hızla ilerliyordu…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 16 Mart 2011)

PİŞMANLIK VE UMUTLA

Posted: 9 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Sevgili okur, şu anda bu yazıyı okuyorsan ben burada değilim. Nerede olduğumu ve kim olduğumu bilmiyorum. Senin nerede olduğunu ve kim olduğunu da bilmiyorum. Ama Ahmet Şık ve Nedim Şener cezaevinde. Onların nerede olduğunu biliyorum.

Bu köşede yazdığım yazılar, Eric Sanderson’ın kendisine yazdığı mektuplara benziyor aslında. Mektuplarının sonunu şöyle imzalıyordu Sanderson: “Pişmanlıkla ve umutla...” Sanderson da kim diye merak ediyorsunuzdur muhtemelen. Tıpkı benim gibi, sizin gibi hafıza sorunları yaşayan bir roman kahramanı. Alef Yayınevi’nin yayımladığı Steven Hall’un “Köpekbalığı Metinleri” adlı romanında yaşıyor Eric Sanderson. Bir kaza sonucu hafızası ciddi derecede hasar görmüş. Uyandığında bazen kim olduğunu ve nerede olduğunu anımsayamıyor. Aslında bu durum başına sık sık geldiği için, kendine mektuplar yazıp görebileceği yerlere bırakıyor, önlem olarak. Şöyle diyor mektuplarından birisinde: “Her şeyden önce sakin ol. Şu anda bunu okuyorsan, ben burada değilim demektir. Ahizeyi kaldır ve 1 tuşuna kayıtlı numarayı ara. Kadın bir doktordur ve adı da Randel’dır.”

Bu ülkede yaşayan herkes sık sık Sanderson gibi, hafızasını kaybediyor. Size tavsiyem, görebileceğiniz yerlere kendinize yazılmış mektuplar bırakmanız. Kendi kendinize söylediğiniz yalanlardan başlayabilirsiniz mesela. Sadece kendinize söylediğiniz yalanlar yetmez. Size söylenen yalanları da not etmeniz gerekiyor. Ne diyor hükümet yetkilileri: “Türkiye’de basın özgürdür!” Peki cezaevindeki gazeteciler? Peki ya, telefonu dinlenen 80 bin kişiden kaçı gazetecidir sizce? Kendinize mektuplar yazıp, görebileceğiniz yerlere bırakmanız gerekiyor ki, anımsayın unuttuğunuz şeyleri. Size her gün binlerce yalan söyleniyor gazetelerde, televizyonlarda, miting meydanlarında. Bu yalanların hepsini not etmeniz mümkün değil elbette. Şöyle kısa notlar düşebilirsiniz: “Aşağıda sıraladığım durumlarda, satılmış kalemler gerçekleri saptırarak ya da karartarak yanlış bilgi edinmemi ve bu sayede kamuoyunun, bazı güç odaklarının çıkarlarına uygun olarak yanlış yönlendirilmesini amaçlıyor. Aşağıda sıraladığım siyasi parti temsilcilerinin tümü yalan söylüyor. Ve yalan söyleme konusunda kendilerini öyle iyi yetiştirmişler ki, onlar için sadece yalan söylüyorlar demek yetmez. Yetmiyor. Onları nerede görürseniz, hemen arkanızı dönüp hızla oradan uzaklaşın. Televizyon ya da radyoda seslerini mi duydunuz, kapatın hemen televizyonu, radyoyu. Çünkü bir an dalgınlığınıza gelip, onların o inanılmaz hipnoz etme yeteneklerinin kurbanı olabilirsiniz.”

İşte bunun gibi bir mektup yazın kendinize, çünkü unutuyorsunuz. Hafızanız, kitle kültürünü yayan araçlar tarafından tıkış pıkış imajlarla, korkularla, yalanlarla, haz aldatmacalarıyla öylesine dolu ki, gerçeğe çok az yer kalıyor. Mesela asgari ücretle çalışan bir işçi, o kadarcık paraya onca saat nasıl çalışabiliyor sanıyorsunuz. O da insan değil mi? Arzuları, ihtiyaçları yok mu? Ne diye gidip kendisine yalanlar söyleyen o partilere oy veriyor öyleyse? On yıllarca Hüsnü Mübarek, Kaddafi gibi diktatörler, nasıl bu kadar kolayca kendi halklarına zulüm edebildiler, hiç düşündünüz mü? Hafızası yerine gelen halk, nasıl da kolay alaşağı edebiliyor, edebildi diktatörleri. Ama her an, Eric Sanderson gibi halklar da hafızalarını kaybedip başka bir diktatörü getirebilirler başlarına. O yüzden Mısır halkına her gün, otuz yıl boyunca neler yaşadıklarını anımsatacak mektuplar yazmalı, Mısır’ın gazetecileri. Gazeteci mi dedim? Evet, kalemini satmamış gazetecilerin en önemli görevlerinden birisi, halkın hafızası olmaktır. Mesela Ahmet Şık’ın, Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte yazdığı, İthaki Yayınları’ndan çıkan “Kırk Katır, Kırk Satır” kitabı, size yazılmış bir anımsatma mektubudur, derin devletin sırlarını öğrenin ve unutmayın diye. “Ergenekon’da Kim Kimdir?” diye kitaba boşuna başlık koymamışlar. Şimdi o kitabın yazarı Ahmet Şık, cezaevinde. Onun bugüne kadar yaptığı haberleri gözünüzün önüne getirin bir. Ve henüz yayımlanmamış kitabı hakkında söylenenleri düşünün. Nedim Şener’in güncel Yayıncılık’tan çıkan “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” kitabını da anımsayın ve şimdi onların kimlerin yanına gönderildiğini gözünüzün önüne getirin. Nedim Şener’e sorulan soruları okumuşsunuzdur gazetelerde. Eğer o sorgulamayı bir romanda okusaydık, yazar hukuk sistemini eleştirmek için amma da ironi yapmış derdik. Ama ironi filan yapan yok. İşte anımsayın bunu ve tarihi bir davanın ne hale getirildiğini bir düşünün.

Anımsayın lütfen. Çünkü araştırmacı-gazeteci, bu topraklarda kolay kolay yetişmiyor. Bugünlerde YKY’den çıkan Zeynep Atikkan ve Aslı Tunç’un yazdığı “Blogdan Al Haberi” adlı kitapta, ABD’de bir araştırmacı-gazetecinin çalıştığı kuruma yılda 250 bin dolar maliyeti olduğundan, bu yüzden gazetelerin araştırmacı-gazetecilere bütçe ayırmayıp “pembe” habercilik peşinde koştuğundan, Wikileaks’in de bu boşluğu iyi kullandığından bahsediliyordu.

Türkiye’de bir araştırmacı-gazetecinin bütçesi ne kadardır acaba? O bütçenin de büyük bir kısmının avukat masraflarına gittiği kesin. Ve üstüne üstlük, bir araştırmacı-gazeteci olarak eğer hapis olmamışsanız, öldürülme ihtimaliniz de yüksek. Şimdi bu manzaraya bakarak, sırlarla dolu bu topraklarda doğru düzgün araştırmacı-gazeteci yetişebileceğini düşünmek mümkün olabilir mi?

Eric Sanderson, kendisine yazdığı mektuba şöyle başlıyordu: “Her şeyden önce, sakin ol.” Anımsamanın dehşet verici ağırlığını düşünerek değil, o boşluk hissinin verdiği telaşı önlemek için bu uyarıyı yapıyordu. Doktor Randel ise, Sanderson’a, “sakın o mektupları okuma, hastalığın daha da kötüye gider” uyarısı yapıyordu. Peki neden Sanderson, mektuplarını “Pişmanlık ve umutla” diye bitiriyordu? Çünkü anımsamak, pişmanlık ve umuttan başka bir şey değildir. Aynı hataları tekrarlamamak, pişmanlıkları anımsayarak mümkün olabilir ancak.

Sevgili okur, şu anda bu yazıyı okuyorsan ben burada değilim. Nerede olduğumu ve kim olduğumu bilmiyorum. Senin nerede olduğunu ve kim olduğunu da bilmiyorum. Ama Ahmet Şık ve Nedim Şener cezaevinde. Onların nerede ve kim olduklarını biliyorum.

Pişmanlıkla ve umutla…
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 9 Mart 2011)

SIKILMAK İYİDİR

Posted: 2 Mart 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

İnsanın kendisinden sıkılması iyi bir şey. Ben de bu iyiliği yaşıyorum bir süredir. Başka şeyler yazma, yaşama arzusu, yazdığım ve yaşadığım şeylerden beni uzaklaştırıyor.

Yolculuğa çıkmayı, okuduğum kitapları değiştirmeyi, gündemin kısırdöngüsünden uzaklaşmayı, doğaya dönüp dinginleşmeyi arzuluyorum. Ama bunları yapacak imkânım şu an yok.

Eğer kendimi değiştiremiyorsam, yazan kişi olan ‘ben’i değiştirmeliyim belki de. ‘Ben’ ile ‘yazan kişi olarak ben’, bildiğiniz gibi aynı kişi değil. Birbirlerinden izler taşıdıklarını söyleyebiliriz belki, ama aynı kişi olduğunu söyleyemeyiz. Zaten okurları şaşırtan şey de budur. Okuru oldukları yazarlarla tanıştıklarında hayal kırıklığı yaşamaları kaçınılmazdır. ‘Yazan’ kişinin ‘yaşayan’ kişi olduğuna inanmışlardır çünkü. Yazan kişi içinse, okur, tamamen flu bir şeydir. Onlarla karşılaşınca, paniğe kapılır yazar. Çünkü soyut bir şeydir okur onun için. Soyut bir varlığa yazmaktadır ve birden o soyut varlık, etten kemikten bir varlık olarak karşısında belirince, paniğe kapılır: Şimdi hangisi olacaktır? Yazan mı, yaşayan mı?

Yazan kişi olarak ben, yaşayan bene karşı acımasızdır her zaman. Rahatsız ve huzursuz eder onu. Sözcükler evreninde daha çok zaman harcaması için sürekli yazmaya kışkırtır, her zaman daha fazlasını ister ve onun bedenini yazının bir aracına dönüştürmeye uğraşır.

İşte o ‘yazan kişi’yle başım fena halde dertte bugünlerde. Gündemi takip etmek istemiyor artık. Güncel olanın tüketiciliğinden çok sıkılmış. Geri çekilelim istiyor. Geri çekilip daha derin ve anlamlı şeylerle uğraşalım. Benim ona itirazım, okurun “daha derin ve anlamlı şeyler” arzulamadığı yönünde. Çünkü çoğunluk, dikkatini uzun süre bir noktaya yoğunlaştırma yetisinden yoksun. Yüzeysel olsun, çarpıcı süslü cümleler olsun, bilgi edinmek zahmetsiz ve eğlenceli olsun istiyor. Bize ne öyle okurlardan diyor ‘yazan ben’. ‘Ben’ diyor “yeni tür için yazmak istiyorum. Onların yazarı olayım. Onlar da az değil hani. Her geçen gün artıyorlar. Çünkü sıkılmışlar artık hipnotize edilmekten, aynı sözleri işitmekten. Farklı şeyler duymak, yaşama başka pencerelerden bakmak istiyorlar.”

Ona, Alain Robbe-Grillet’nin Ayşe Ece çevirisiyle Sel Yayıncılık’tan çıkan “Barthes’ı Niçin Seviyorum” adlı kitabındaki şu sözlerini okuyorum: “Okurlar, tam tersine, zayıflıklardan, eksikliklerden, neredeyse böyle bir kişi karşısında doğal olarak hissedeceğimiz nefretten özellikle etkileniyorlar.”

Italo Calvino, yazarın sadece okurun tatmini için yazamayacağını söyleyerek, yazarken hayal ettiği okurun kendisinden daha kültürlü olduğunu düşünmesinin faydalarından bahsediyordu bir makalesinde. Para kazanmak, ünlü olmak ya da propaganda yapmak için yazanların ortak noktası, yazarken okurun kendilerinden daha az kültürlü olduğunu hayal etmeleridir. Özellikle ‘kitle kültürü’nün egemen olduğu günümüzde, bu tavrın yaygınlaştığı da bir gerçek. Ama bu tavır, edebiyattan gazeteciliğe, yazının tüm alanlarının yoksullaşması sonucunu da yaratıyor. Evet, yeni bir tür okurdan bahsetmek de mümkün günümüzde. Bu yeni tür okur, yerli edebiyattan daha ziyade çeviri eserlerle beslenmeyi tercih ediyor. Çünkü kesmiyor onları, var olan edebiyat ortamımız. Şiirimiz kadar girişken olamayan romancılığımız ve öykücülüğümüzün açmazları belirliyor bu durumu. Romanda ve öyküde, eleştirinin piyasa koşullarının da etkisiyle geri çekilmesi ve okurun artık müşteri olarak algılanıyor oluşu, ister istemez açmazları da derinleştiriyor.

“Hayır, senin kadar umutsuz değilim” diyor yazan kişi olarak ben. “Sadece beni özgür bırakmanı istiyorum artık. Sen ve senin şu kuruntularının bana engel olmasından çok sıkıldım. Okurla arama girmekten vazgeç. Ne yazmak istiyorsam onu yazmama izin ver. Bak bakalım neler oluyor.”

Mesela Norgunk Yayınları’ndan Ferhat Taylan’ın çevirisiyle çıkan Gilles Deleuze’ün ‘Nietzsche ve Felsefe’ adlı kitabı, onu öylesine heyecanlandırdı ki, çekiçle felsefe yapmanın sırlarının anlatıldığı bu kitaptan bir düzine yazı konusu çıkardı bile. Deleuze’ün, Nietzsche için söylediği “büyük olaylara değil, her olayın anlamındaki sessiz çoğulluğa inanır” sözünü kendisine çıkış noktası yaparak yazmaya başlaması, eminim onu değiştirdiği gibi beni de değiştirecek.

Nasıl her sene İstanbul’u yeniden fethediyor, cumhuriyet sanki yeniden kuruluyormuşçasına temel ilkeleri etrafında tartışıp durmaktan öteye gidemiyorsak, edebiyatımızın ve sanatımızın da kuruluşunu tamama erdirip, yüzyılımızın düşünce serüvenleriyle buluşamadık bir türlü. Seattle da, Tahrir de, Atina da bu yüzden bize uzak. Ama bu topraklarda da sıkıntı rüzgârları esmeye başladı. Geçiştirilmiş zamanlar sona eriyor artık.

Sıkılmak iyidir. Ehlileşmekten sıkılarak kurtulur insan.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 2 Mart 2011)