ŞIK VE UTANGAÇ BİR ÖLÜM

Posted: 19 Mart 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

İşten çıkmış, metroyla eve dönüyordum. Herkes gibi perişan bir halim vardı. Grip salgını ve günün yorgunluğu yüzünden baharın ilk güneşi bile neşelendirememişti kimseyi. Üstelik İbo’yu da vurmuşlardı. Yolcuların aralarındaki sohbetlerden İbo’nun durumunun iyiye gittiğini öğrenmiştim. İbo denilince, Mehmet Özbek’in derlediği “Ayağında Kundura” türküsünü söyleyişi gelir aklıma. Sonra da “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” sözü… Kadınlara nasıl davrandığı ya da mafya meseleleri gibi ayrıntılar, onun başka bir gerçekliğiydi. Onun yoksullara sunulan “mağarada doğan imparator” imajının, Yılmaz Güney’in sunduğu imajın tam tersi olması da… Onu eleştirenler bile, sesinin güzelliği karşısında hemfikirdir her zaman.

Elimde Ali Smith’in Everest Yayınları’ndan Dost Körpe çevirisiyle çıkan “Bütün Hikâye ve Diğerleri” adlı kitabı vardı. Kitaptaki “Tez Olmak” adlı öyküyü okuyordum, İbo’yla ilgili konuşmaları dinlerken. Öyküdeki kahraman, bir trendeydi ve cep telefonu çalışmadığı için paniklemişti. Çünkü Ölüm’ü görmüştü yolcuların arasında. BBC yöneticisine benzeyen yakışıklı bir adamdı Ölüm ve ona gülümser gülümsemez cep telefonu kararmıştı. Neden bilmiyorum ben de bir an cep telefonuma bakma ihtiyacı duydum. Aynı öyküdeki gibi cep telefonum kapalıydı ve ne yapsam açılmıyordu bir türlü. Tesadüf olsa gerek diye düşünüyordum ki, kapalı olan telefonum çalmaya başladı. İşin tuhaf tarafı, arayan numara kendi numaramdı. Tüylerim diken diken olmuş bir halde telefonu açtım. Telefondaki ses, beynimin bütün hücrelerinin harekete geçmesi için yeterli olmuştu bile.

İnsanın kendisiyle başka birisiymiş gibi telefonda konuşabilmesi, gerçekten de ürkütücü... Öncelikle bunun bir şaka olduğunu düşünüyor, sonra da telefondaki sesin ısrarcılığı ve gerçekliği karşısında aklından şüphe etmeye başlıyorsun. Böyle bir şeye David Lynch’in “Kayıp Otoban” filminde tanık olmuştum. Filmin en ürkütücü sahnesi, kahramanın kendi kendisiyle telefonda konuştuğu sahneydi.

Telefonu açtığımdan beri durmaksızın konuşuyordu. Yaşadığım heyecan ve korkudan olsa gerek, ne dediğini anlayamıyordum. Kendimi tutamayıp “Neler oluyor” diye bağırdığım zaman, yolcuların hepsi telaş içinde bana doğru döndüler. Kendilerine dair bir tehlike olmadığını anlar anlamaz, toplu taşıma araçlarında insanların sinir krizleri geçirmelerine alışık oldukları için, kendi dünyalarına geri çekilmeleri zor olmadı. Telefondaki ses, bir an sustuktan sonra, konuşmaya devam etti: “Neler olmuyor ki. Büyük bir kargaşa hâkim burada. Korkulan her şey bir bir gerçekleşiyor. Önce büyük bir deprem oldu. O depremde, hükümetin inşa ettiği nükleer santraller de zarar gördü. Nükleer santrallerin inşa edildiği bölgelerde halk tahliye edilmeye çalışılıyor. Kontrolsüz yapılaşmaya izin verilen İstanbul ise, tam anlamıyla yerle bir oldu. Özellikle Boğaz’ın kenarındaki vilları dev dalgalar alıp götürdü. Tahmin edilenden daha büyük bir zararla karşı karşıyayız.”

Telefondaki ses, başka ayrıntılardan da bahsediyordu, rakamlar vererek. Gayri ihtiyari “İbo’nun vurulması dışında burada her şey yolunda gözüküyor” dedim telefondaki kişiye. “Zannetmiyorum” dedi. “Öyle olsa, şu an yerle bir olmuş bir şehirden seni arıyor olmazdım. Ortalık ceset kaynıyor ve insanlar hayatta kalabilmek için vahşi hayvanlar gibi davranıyorlar. Mesela ne yapıp edip, nükleer santrallerin yapılmasını engellemeniz gerekiyor. Çünkü asıl büyük zararı, depremden daha çok o nükleer santraller verecek.”

Onunla konuşmak zaten epeyce tuhaf bir olayken, bir de ona, Enerji Bakanı’nın Japonya’daki felaketten sonra yaptığı açıklamalardan, nükleer santral yapmak konusunda kararlı bir hükümetimiz olduğundan bahsedemeyeceğimi düşündüm. İstanbul da aynı İstanbul’du… Bir felaket olmasına gerek yoktu. Zaten felaketleri, her yağmur ya da kar yağdığında, öğrenciler ya da işçiler gösteri yaptığında, hatta işe gidip gelirken azar azar yaşıyorduk. Kâğıt üzerinde her türlü tedbir alınmış gözüküyordu. Ekonomi dahil her şey, kâğıt üzerinde iyi gözüküyordu zaten. Türkiye, dünyanın en büyük ekonomileri arasında ilk 20’de... Üstelik ileri demokrasi dönemine girdik. Bizim gazetecilerimiz ideolojik aktivistler olmasa, basın özgürlüğü sıralamasında da bu kadar aşağıda olmazdık. Etyen Mahçupyan, araştırmacı-gazeteciliğin yanlış anlaşıldığını yazdı ya geçenlerde. Ahmet Şık, olsa olsa ideolojik aktivistmiş, araştırmacı-gazeteci değil. Ölüm tehditleri, davalar sürüyor olsa da, açılımlar da tıkır tıkır işliyordu. Sokaklarda kadınların öldürülmesine bakmayın, kadına yönelik şiddet de epeyce azaldı ülkemizde. Daha ne yapılsın?

Telefondaki kendime söyleyecek bir şey bulamadım. Ben de “telefonum dinleniyor olabilir” gibi bir şey söyledim. Saçma bir şeydi. İnsanın telefondaki kendisine “dinleniyor olabiliriz” demesinin nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Savcı, “şu tarihte, kendinizle yaptığınız telefon görüşmesinde, neden dinleniyoruz diye uyardınız kendinizi” diye sorsa, nasıl bir cevap verirdim acaba? Ölüm’ün öyküdeki kadına gülümsemesi gibi gülümsedim ben de kendime… Telefondaki ben ise, konuşmaya devam ediyordu. Ona şöyle dedim: “Biz, farklı bir gerçeklik içindeyiz artık. İnsanlara gerçekleri söylemek yetmiyor. Gerçekleri nasıl söylediğinin de bir önemi yok. Kimin söylediği ve söyleyen kişinin gücü belirliyor her şeyi. Eğer tüm sivil toplum örgütleri birleşerek, birleşmekle kalmayıp kararlı bir biçimde nükleer santrallere karşı olduklarını devamlılığı olan eylemlerle gösterseler, belki mümkün olabilir olası bir felaketi önlemek. Ama siyaset de, sanat da, başarısızlık duygusundan kurtaramıyor yakasını bir türlü. Gerçekliği değiştiremediğimiz için, gerçekliği yorumlayışımızı değiştirerek zaman kazanıyoruz sadece.”

Telefon kesildi… Metro, sarsıla sarsıla tünelin içinde hızla ilerliyordu…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 16 Mart 2011)

0 yorum: