DEKODERİN GÖSTERDİĞİ
Posted: 24 Haziran 2011 Cuma by bülent usta inSeçmenlerin oy kullanma tercihini ve siyasetle ilişkisini anlamak için, bir gazete yazarı olarak sokağa inmeye karar verdiğimden bahsetmiştim önceki yazımda. “Gündelik hayatı” sanat ve siyaset için yeni bir imkâna dönüştürmenin zaruretiyle eve dönüp odama kapanmış ve yazmaya başlamıştım.
Bunaltıcı ve sıcak havaya bir de sivrisinek serenatları eklenince, yazdığım şeyleri fırlatıp tekrar sokağa çıkmam uzun sürmedi. Yanımda defter ve kalem götürmeyi de ihmal etmedim elbette. Yazacağın şeyin, ne zaman ve nasıl aklına geleceğini çoğu zaman bilemezsin. Aslında yazarlığı, daha doğrusu gazete yazarlığını bir tür dekoder olma durumuna benzetirim. Nasıl ki dekoderler, şifreli yayınları çözüp televizyonda yayınlıyorsa, gazete yazarlığı da, kanıksanmış olsun ya da olmasın dağınık, düzensiz ve şifreli bilgileri alıp anlamlı bir bütüne dönüştürerek sözcüklere dökmektir bir bakıma. Bu yüzden dekoderin bozuk olup olmaması, ne kadar hızlı çözüp yayımladığı önemli bir mevzu. Dekoderlerin bozuk, cızırtılı yayın yapmasına öyle çok alışmışız ki, eski model dekoderlerin piyasadan kalkması için daha vakit var gibi gözüküyor. Dekoderlerin parazitli görüntü yayınlamasının bir diğer nedeni de, dekoderlerin kullandığı “codec”ler. Yani dekoderin kullandığı sistem dosyaları… Bazı dekoderler, sadece devletten gelen görüntüleri çözecek “codec”ler kullanırken, bazıları holdinglerden, bazıları da siyasi partilere özgü üretilmiş “codec”leri kullanarak gerçekliği yorumluyor.
Benim yaptığım şeyse, tamamen korsan yayıncılık. Sokaklardan topladığım bilgileri, sanatın da verdiği ilhamla tek bir “codec”le değil, her duruma ve olaya özgü yeni “codec”ler üreterek çözümlemek ve yansıtmak… Eduardo Galeano gibi gazetecilerin yaptığı şey de buydu. Bakın o ünlü gazete yazarlarına, hepsinin bir ayağı edebiyatın içinde, bir ayağı da sokaklardadır… Galeano, kendimize başkalarının gözüyle bakmaya şartlandırıldığımız için körleştiğimiz uyarısını yaparak, gazete yazarlarına dekoderleri için “codec” tavsiyesinde bulunuyordu aslında. Belki de bozuk dekoderlerden kendimizi izleye izleye zihnimiz parazitten geçilmiyor, bu kadar bulanık görüyorduk her şeyi… Metis Yayınları’ndan Bülent Kale çevirisiyle çıkan “Biz Hayır Diyoruz” adlı kitabında, insanın sadece etten ve kemikten değil, sözcüklerden de yapıldığının altını çizerek, edebiyatın ve gazete yazarlığının bir zaruret olarak yaşamımızdaki öneminin hiç azalmayacağının işaretini verir.
Benim dekoderimin en iyi çektiği yer, yazılarımda sık sık bahsettiğim “balıkçılar kahvesi”dir genellikle. Deniz kenarındaki bu küçük balıkçı kahvesinde, bayat çayımı yudumladığım zaman, birden dünyaya bakışımdaki bulanıklık kaybolur ve her şeyi olduğu gibi görmeye başlarım. Bu defa da öyle oldu. Kungfu Hikmet’le seçimleri ve sonuçlarını konuşurken, dekoderimin ışığı birden yeşile döndü:
Sokaklarda geçirdiğim süre içinde, Vaneigem’in “insanın hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” sözünün doğrulandığını gördüm. Bu gerçekler, belki hepimizin yaşadığı, bildiği şeyler. Ama öylesine kanıksamışız ki, gözümüzün önünde ne olup bittiğini fark edemiyoruz genellikle.
Öncelikle, “halk” dediğimiz şeyi yanlış algıladığımızın farkında değiliz. Teoride belki doğru tanımlıyoruz ama “halk” sözcüğünün bizdeki çağrışımının duygusal etkileri çok daha belirleyici oluyor. Fransız Devrimi’ni ya da 17 Ekim Devrimi’ni, çoğunlukla devrimi yapanların gözünden, onların anlattığı kadarıyla biliyor olmamızın bir etkisi olabilir bu algı bozukluğunda. O dönem yazılan romanlar bile, çoğunlukla devrimcilerin gözünden ve onları meşrulaştıracak şekilde yazılmıştı. Kimse, o yıllarda halkın “gerçekte” ne yaşadığıyla, devrime hangi duygularla katıldığıyla yeterince ilgilenmemişti. Bugün de aynı şey oluyor. Siyasi partiler, yoksullukla mücadeleyi kendilerine görev bilip çeşitli projelerle çıktılar seçimlerde halkın karşısına. Ama halkın çoğunluğunu, yoksulluğun bu projelerle sonlandırılacağına ikna edemediler.
Bu konuda yapılan yorumların en sağlıklısı, “sınıf siyaseti”nin yerini “kimlik siyaseti”ne bıraktığına dair tespit oldu. Ama sağ ve solu, sadece sınıf siyasetine mal etmek, siyaseti dar bir alan içine hapsetmek anlamına geliyor ki, dekoderlerin bozulması da kaçınılmaz oluyor. Kılıçdaroğlu, her ne kadar iyi niyetli bir biçimde aile sigortası vb projelerle, siyaseti eski kanalına oturtmaya çalışsa da, seçim sonuçları “kimlik siyaseti”nin belirleyici olduğunu bir kere daha gösterdi. Kürt sorunundan muhafazakârlığın artışına kadar pek çok şeyin “kimlik” meselesiyle ilişkisini görememek, kullanılan “codec”lerin eskidiğinin ispatı bir bakıma. Çünkü anlayamıyoruz bir türlü. İnsanların aç kalmayı göze alıp da, ana dillerini kullanmak için bu kadar çok belayı göze alışları ya da bir başörtüsü uğruna okullarını terk edişlerindeki mantık, bazı dekoderlerde görüntüye dönüşemiyor bir türlü. 12 Eylül’ün siyasete düşman iktidarlar yaratmasının elbette bir etkisi var bu sonuçta. Gündelik hayatın her şeyi kapsayarak dönüştürmesinin, kapitalist ahlakın bir virüs gibi toplumun bütün hücrelerini ele geçirmesinin böyle bir sonucun doğmasında etkisi olmuş olabilir. Ama bu duruma bakarak hayıflanmak ne işe yarar ki? Zamanı geriye döndürmek mümkün mü? Üstelik tüm dünyada “kimlik” meselesi, en can yakıcı meseleye dönüşmüşken… Mesela Meksika’da da, hükümetin neoliberal politikaları yürürlüğe sokarak köylü örgütlerine baskı yaptığına, hapisler, işkenceler ve katliamlarla köylü direnişini etkisizleştirmeye çalıştığına tanık olmuştuk. O köylü hareketinin zamanla sınıf siyasetinden yerli halkların kimlik siyasetine evrildiğine tanık olduk daha sonra. Zapatistler, asıl gücünü Cheipas Kızılderililerinden almıştı. Çünkü ortada bildiğimiz anlamda bir proleterya yoktu. Cheipas Kızılderililerinin siyasi bir özne olarak belirmesiyle, Türkiye’de Kürtlerin siyasi bir özne olarak belirmesi arasında büyük bir benzerlik var. Ama solun bir kısmı, siyaseti saf ve mutlak bir şeymiş gibi düşündüğü için, bu değişen sürece adapte olamayıp marjinalleşme sonucuyla karşı karşıya kaldı. Sendikaların sarı sendikaya dönüştüğü ve siyasete düşman devlet anlayışının çokuluslu şirketlerle işbirliği yaparak neoliberal küreselleşmenin atomlaştırıcı etkisini kullandığı bir zamanda, solun sadece sınıf siyaseti eksenine göre hareket etmesi mümkün gözükmüyor.
Balıkçılar kahvesinde otururken, içeriye kaybıyla tesellisi imkânsız bir acı yaşamamıza neden olan Sorumlu Yazı İşleri Müdürümüz İbrahim Çeşmecioğlu’na benzeyen birisi giriyor. O kişinin İbrahim Abi olmadığını elbette biliyorum. Ama dekoderimin ışığı çoktan kırmızıya dönmüş bir kere...
Devamı gelecek…
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 22 Haziran 2011)