SANSÜR ve RİSK
Posted: 1 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta inT.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, William S. Burroughs’un “Yumuşak Makine” adlı romanın edebi eser olmadığına karar verirken “kopuk anlatım tarzının benimsenmesi”ni gerekçe göstermesi, önce fena halde şaşırtmıştı beni. Ama sonradan yaşadığımız akıldışı sürece çok uygun bir gelişme olduğuna karar verdim.
Guillaume Apollinaire, William S. Burroughs ya da Chuck Palahniuk’u “toplumun sosyal normlarıyla çatışan” eserler yazdıklarını iddia edip o eserleri yayımlayanları cezalandırmak istemeleri, henüz yayımlanmamış, hatta yazılmamış bir kitabı toplatan zihniyetle birebir örtüşmüyor mu?
Sansür kurulunun “toplumun sosyal normlarını” nasıl belirlediği ya da “kopuk anlatım tarzını” neye göre edebi bulmadıklarını düşünürken, iki buçuk aylıkken açlıktan ölen bir çocuk üzerinden Recep Tayyip Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasındaki polemiğe takıldı aklım. Ümraniye’de miting yapan Başbakan halka sesleniyor: “Haberimiz yok ya kardeşim, bir telefon edersin, ambulans helikopterimizle, jetimizle biz alırdık onu.”
Başbakan’ın özel jeti, açlıktan ölen çocuk ve seçim mitingleri, zihnimde kopukluklar oluşturmaya başladı birden. Artık hiçbir şey düşünemeyecekmişim gibi bir korkuya kapıldım. Bence “Sansür Kurulu”nun kesinlikle bildiği bir şey var. Zihinsel olarak dağılmış bir halka Burroughs gibi yazarları okutmak büyük bir risk. Burroughs ya da Palahniuk okuyup, “toplumun sosyal normları”yla çatışmak yerine, o sosyal normları sahiplenip, “Sansür Kurulu”nun buyurduğu gibi, “basın-yayın, araç ve organları toplumu bu konuda yönlendirme, ikaz etme, hatırlatma görev ve sorumluluğu”nu da yerine getirmeliyiz. Öyle kolay iş değil, sosyal normlara sahip olmayan bir toplumun varlığını koruyup düzenini sağlayabilmesi. Şimdi Burroughs okuyacağız diye, o kadar bedel ödeyip oluşturduğumuz sosyal normlardan mı olacağız? Aç kalır ölürüz daha iyi. Eğer açlıktan ölmek, bir toplumun sonunu getirseydi, “Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu” yerine “Küçükleri Açlıktan Koruma Kurulu” kurulurdu.
İngiltere’de D. H. Lawrence’ın “Lady Chatterley’in Sevgilisi” adlı romanına açılan dava, 1959’da bilim, edebiyat ya da sanat eserlerinin “kamu yararı”na olduğunu savunan bir yasayla sona ermişti. Bilim, edebiyat ya da sanatın, bizdeki yasalara göre “sosyal normlar”ın karşısında ve onlara düşman olarak konumlandırılması, bizim bilim ve sanatta hangi noktada olduğumuzun ve olacağımızın bir ispatı olarak yorumlanabilir. Ama yanlış. Yazacağınız eserleri, bebekleri leyleklerin getirdiği gerçeği üzerine inşa ederseniz, yaratacağınız sanatsal etki, emin olun çok daha güçlü olur. Cinsellik gibi insan ruhunun karmaşık meselelerine girip “kopuk bir anlatım tarzı”yla ucuz eserler vereceğinize, toplumun sosyal normlarına katkı yapacak, onları güçlendirecek eserler vererek, insan ruhunun güzelliklerini ortaya çıkarma hazzını da yaşayabilirsiniz.
Bize benimsetilen şey, kişisel ahlakımızın toplumsal ahlakla uyum içinde ve değişmez olduğudur. Sanatın yaşamla olan bağını ise, birey üzerinden kurmanız, doğal olarak muhafazakâr değerlerle çatışmanızı getireceği için, içinde yaşadığınız toplum ve o toplumun normları çerçevesinde hareket etmeniz gerekir.
Sansür Kurulu’na sanatçıların vereceği tepki ya arzularını ölçülü bir biçimde yaşayıp yansıtmak olacak, ya da arzuların bastırılmasına yönelik eserler vererek üremeyi öne çıkartmak olacak. Herkesin en az “üç çocuk” yaparak toplumun çoğalmasına katkıda bulunması, o açlıktan ölen çocuğun, ailenin üçüncü çocuğu olduğunu düşünürsek, gerçekten çok mühim. Üç çocuk yapmanın, bu türden ölüm risklerinden toplumu korumak gibi, ihmal edilemeyecek bir yanı da var.
Eğer “Sansür Kurulu”, ahlaki ölçüt olarak kendisine Georges Bataille’ın düşüncelerini temel alsaydı, biz sanatçılara vereceği tavsiye, “toplumun yüksek ahlaka ulaşması için, sanatın insanları kışkırtarak yasakları ve kuralları aşmalarına yardımcı olmak gibi bir görevi vardır” şeklinde olurdu. Bataille, özellikle edebiyata “yüksek ahlak” konusunda özel bir yer ayırır ve edebiyatın risk aldığı zaman gerçek konumuna kavuştuğunu öne sürer. Baudelaire, Sade, Kafka, Blake gibi yazar ve şairler, insanlığın “yüksek ahlak”a kavuşmaları için o riski göze alarak, edebiyatın ve sanatın önünü açmış, insan aklını özgürleştirecek “yüksek ahlak” yolunda önemli adımlar atmışlardır. Geleneksel, toplumsal normların dayandığı ahlak, alışkanlıklardan ibaret ikiyüzlü bir ahlaktır Bataille gibi düşünürler için. Gerçek ahlak, ancak bu ikiyüzlü ahlaktan sıyrılanabildiği ölçüde mümkün olur.
Sivil toplumun devleti emerek, devletleşme sürecini tersine çevireceği günler, şu an çok uzakmış gibi gelebilir bize. Ama eninde sonunda bu süreç tersine işleyecek. Tek sorun, insanlığın acıya katlanma kabiliyetinin de her geçen gün artması. Yaşananlara bakınca, insanların bunca acıya ve o acının ürünü olan saçmalıklara katlanabilme kabiliyetlerine şaşırmadan edemiyor insan. Küçük bir çocuğun açlıktan ölmesinden daha büyük bir acı ve ahlaksızlık olabilir mi? Bu acıya ve ahlaksızlığa nasıl dayanabildiğimiz ise, edebiyatın risk alması gereken temel bir mesele olarak karşımızda duruyor.
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 1 Haziran 2011)