ZARFSIZ KUŞLARIN TÜRKÜSÜ
Posted: 8 Haziran 2011 Çarşamba by bülent usta inMetin Lokumcu için yas tutanlar arasında Malezya’dan Filistin’e, Kanada’dan Uruguay’a kadar dünyanın her yerinde “Su Kardeşliği” olarak da bilinen, Dünya Su Aktivistleri”ni görüp, Metin Lokumcu için yazdıkları mektubu okuyunca, yok olup gitmekten çok, yaşarken hayatlarımıza anlam katıp katmadığımızın önemli olduğunu anımsadım yeniden. Alexander Nehamas’ın Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Edebiyat ve Hayat” adlı kitabında Kazancakis’ten şöyle bir alıntı var: “En son, en büyük ayartıya boyun eğdiriyorum: Umut. Bizden istediği için savaşıyoruz; bizi işitecek kulaklar olmamasına rağmen söylüyoruz türkümüzü. Nereye gidiyoruz? Galip gelecek miyiz ki? Tüm bu savaş ne adına? Soru sorma! Savaş!”
Hopa’da ve daha pek çok yerde insanlar hakları için savaşıyor. Blok adayları ve onları destekleyenler, tüm polis ve sivil faşist baskısına, saldırılarına rağmen, özgürlük türküsünü söylemekten vazgeçmiyorlar. Belki de bu özgürlük savaşını kazanacakları günü, Metin Lokumcu gibi göremeyenler olacak aralarında. Denizlerin, Mahirlerin, Alexlerin, Nidaların, hayatlarını feda etmekten çekinmeyişlerini, hayatlarına anlam katmaktan yoksun olanların anlayabilmesi düşünülebilir mi? Siyasal İslam görüşüne sahip birisinin, şu sorunun yanıtını aradığına tanık olmuştum: “Bizler, ölünce cennete gideceğimizi bildiğimiz için hayatlarımızı kolayca feda edebiliyoruz. Peki ya onlar? Onları motive eden şey ne?”
Elinde limonla polisin kullandığı biber gazından etkilenenlerin yardımına koşan Metin hocamızın motivasyonu neydi? Neden evinde oturup, olan biteni televizyonun karşısında izlemedi de sokaklara çıkıp söylenen türküye ortak oldu? Onlarca polisin hastanelik ettiği Dilşat Aktaş’ın derdi neydi de, Metin hocamız için yapılan spontan bir nümayişte o panzerin üzerine çıkma cesaretini gösterdi? Şimdi en az altı ay hastanede tedavi görecek. Denilene göre felç olma tehlikesini de atlatabilmiş değil.
Ne Metin hocamız, ne Dilşat Aktaş, ne de Tahrir Meydanı’na çıkan o binlerce insan, kendi hayatlarını feda etme düşüncesiyle sokağa çıkmadılar. Kendi hayatını kolayca feda edebilecek birisi, umudun değil umutsuzluğun kurbanıdır. Onlar, hayatlarına kattıkları anlamın korkuya karşı kayıtsızlığını yaşadılar sadece. Kendi hayatına değer veren kişi, hayatı savunma ihtiyacı da duyan kişidir çünkü. Dini amaçlarla kendini feda eden birisinden bu açıdan ayrılırlar. Öte dünya için değil, bu dünya için, karşılığında bir ödül beklemeksizin feda ederler kendilerini. Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde yazdığı gibi “Yaşamayı ciddiye alacaksın, / yani o derecede, öylesine ki, / mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle bir laboratuarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.”
Metin Lokumcu, sokağa çıkıp özgürlük türküsünü söylediği zaman, Malezya’dan Uruguay’a kadar binlerce insanın onu can kulağıyla dinlediğini, bugün dünyanın her yerinden havalanan ve Metin hocamıza doğru uçan “zarfsız kuşlar”dan anlıyoruz.
Otoriterliğin Seçimsizliği
12 Haziran’ın motivasyonu, birileri için nasıl güç ve paraysa, birileri için de özgürlük ve adalet... Aslında seçimlerden çok, halkın erklenme mücadelesi ve bu mücadeleye yeni deneyimler ekleniyor olması önemli. Yoksa temsili demokrasinin itibar kaybı ya da parlamenter sistemin sivil toplum ile devlet arasındaki etkin bir bağlanma aracından başka bir şey olup olmadığı zaten tartışılan bir şey. Hükümran devletten, Foucault’nun tabiriyle “yönetimsel devlet”e geçerken, parlamentonun bir aygıt olarak ekonomiyi nasıl sunacağı, sivil toplum ile devletin bağlanma düzeyi ile belirlendiği için önemli bu seçimler. Devlet –her ne kadar zaman zaman bağlarını az biraz gevşetse de- otoriter bir kültüre sahip toplumsal hayat sürdüğümüz içindir ki, kendisini her şeyin üzerinde görmeye devam ediyor.
Otoriter kültürlerde siyasetçilerin, halkla arasındaki ilişkiyi hem döven, hem seven “baba” rolüne uygun olarak sürdürdüklerine bu seçimde de tanık oluyoruz. Bu açıdan, “memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” diyen “tek parti döneminin” Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ile gazetecileri hizaya sokmaya çalışan, her tür eleştiriye tahammülsüzleşen Tayyip Erdoğan arasında ciddi bir benzerlik yok mu? AKP’li siyasetçilerin “tek parti dönemine” yönelik yaptıkları eleştirilerin aynısı, bugün AKP iktidarı için yapılıyorsa, bunun en önemli nedeni demokrasiyi içselleştirmeyişimiz değil, otoriter bir kültürde başka türlü bir demokrasinin mümkün olamayışıdır aslında. “Demokrasi kültürü”nü yaratacak tek şey, sivil toplum örgütlerinin hem kendilerini, hem de devleti dönüştürecek siyasal alanlar yaratmasıyla mümkün olabilir ki, bu konuda umut verici gelişmeler de var. HES’lere karşı halkın örgütlenmesi ya da Demokratik Toplum Kongresi’nin çalışmaları gibi, başka bir siyaset ve demokrasi kültürü yaratmak isteyenlere, sanatçıların ve aydınların katacağı çok şey var. Sanatçı ve aydınların devlet adamlarına akıl hocalığını yapmayı bırakıp hakikatin sözcüleri olarak halkın arasına karışmaları, sadece halkı değil, kendilerini de özgürleştirecek tek şey belki de... “Yetmez ama evetçilerin”, iktidara yaptıkları akıl hocalığının göstermelik icraatlardan öteye gitmediği, hatta iktidarın onlar üzerinden yakaladığı meşruluk yüzünden her şeyin nasıl sarpa sardığı, bunun bir ispatı değil mi? Tüm deneyimi ve birikimine rağmen, pek çok aydını “özgürlükçü sol” içerisinde artık göremeyecek oluşumuz, yaşanan bu sürecin bir sonucu aslında. Ne diyordu Başbakan: “Taraf olmayan bertaraf olur.”
AKP’nin cemaatlerle arasındaki bağ ve bir cemaatmiş gibi örgütleniyor oluşu, devletin içindeki iktidar mücadelesinde ona başarı kazandırsa da, siyasi açıdan neo-Özalizm çizgisinin takipçisi olarak ortaya koyabileceği tek şey “çılgın projeler” ve istikrar vaadinden başka bir şey olamıyor. Bu tür bir siyaset anlayışıyla da varlığını sürdürmesi neredeyse imkânsız. Sorun, AKP ya da diğer partilerin siyasetsizliğe saplanıp kalıyor olmaları değil, bu siyasetsizliği üreten disipliner devlet anlayışının sivil toplum lehine dönüşüp dönüşemeyeceği. Ve bu dönüşümün, otoriteryen kültüre sahip bir toplumda nasıl yaşanacağı?
Bizi işitecek kulak olup olmadığına bakmaksızın türkümüzü söylemeye devam edeceğiz, 12 Haziran’da da...
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 8 Haziran 2011)