ŞİİRSEL ENERJİ
Posted: 27 Haziran 2013 Perşembe by bülent usta in
0
Balıkçılar Kahvesi’nde oturmuş,
önümdeki defterden Gezi Direnişi’yle ilgili aldığım notları okuyorum. Sürekli
olarak durum analizi yapıp durmuşum Gezi Ruhu’nun ne olup olmadığını anlamaya
çalışan, yaşananları yorumlayan. Aslında bu yazıyı da o defterdeki analizlerden
yola çıkarak yazmayı umuyordum. Gezi Direnişi’nin neden politikayı iş
edinmiş profesyonel siyasetçilerin liderliğinde hiyerarşik
siyasi bir partiye ya da harekete dönüşemeyeceğine dair notlar almışım mesela. Gezi
Parkı Ruhu’nun içinden, o ruhun özelliklerini taşıyan çeşitli örgütlenmelerin
çıkabileceğini, hatta kendi dışındaki partilerin, örgütlenmelerin söylemlerini,
kısacası siyasetin tamamını etkileyebileceğini, ama kendisinin yine de iktidar
olma gayesiyle hareket eden bir siyasi partiye evrilemeyeceğine dair…
Bazı örgütlerin, direnişi
yönlendirmek için reçeteler sunduklarından bahsetmişim
notlarımda, ama direnişin forumlar
aracılığıyla kendi reçetesini kendisinin üreteceğini, günü geçmiş reçetelerin
direnişin sağlığını bozacağını, hatta
öldüreceğini, Gezi Parkı Ruhu’nun hiçbir hiyerarşik
yapıya ya da siyasete hapsedilemeyeceğini yazmışım.
Çünkü, Gezi Parkı Ruhu, bir siyaset yapma biçimi değil, hayatla içiçe geçmiş
ahlaki kaygıları yüksek başka tür bir siyasetin yaşama biçimi olarak hayat
buldu. O yüzden pozitif bir enerjiye, daha doğrusu, sitüasyonistlerden
Vaneigem’in dediği gibi “şiirsel enerjinin”
geri dönüşününe tanıklık ediyoruz. Vaneigem,
"koşulların zorlamasıyla şiirsel enerji her yerde bir yana atılmıştı ya da
terk edilmişti" diye bahsetmişti
“Gündelik Hayatta Devrim” kitabında.
Tecritin sona ermesiyle, o terk edilmiş şiirsel enerji
de, üretilen sloganlardan söylenen şarkılara,
her şeyi içine alarak hızla dönüştürdü, dönüştürüyor
hayatı. Bu yüzden sadece teorik açıdan yaklaşarak
Gezi Parkı Ruhu’nu anlamak, anlamlandırmak mümkün değil. Polis, neredeyse bütün
bir şehri gaz bombaları atarak biber gazına
boğduğu zaman bile, insanlar içgüdüsel olarak ara sokaklara dağılıp, sonra da
ilk fırsatta aynı barikatın arkasında toplanmayı bildiler, kimse onlara
direktif vermeden. Her şeyi, dayanışarak, birbirine güvenerek ve o an ilk akla gelen
çözümü tereddütsüz uygulamaya geçirerek, tuhaf bir neşeyle,
sanki yıllardır hayatlarını sokak çatışmalarında
geçiriyorlarmış gibi çareler üreterek, herkesi
şaşkına
çeviren olağanüstü bir direniş sergilediler,
sergiliyorlar. Direnişin bir sürü kolu var,
caddeleri birbirine bağlayan sokaklar gibi. Bir sokağa Toma girerse, diğer
sokaklardan birinde başka bir barikat kuruluyor
hemen. Polis oraya gelince, bu defa başka bir
sokağa… Bir tür şiirsel gerilla gibiler, neşeli, oyuncu halleriyle, hiyerarşik bir yapıya ve stratejiye sahip tam donanımlı bir
gücü, şapşala
çevirmekte zorlanmıyorlar hiç.
Sokakları ve hayatı dönüştüren
o şiirsel enerjiyi bozguna uğratmak, insanları
kederli ve umutsuz varlıklara dönüştürmek için
öldürmeyi tercih etti polis. Gaz bombalarını, insanların kafasını kırmak,
gözlerini çıkarmak ister gibi attılar kalabalığın içine, yaptılar da... Köşeye sıkıştırdıkları
gençleri, kadınları, hatta çocukları öldüresiye dövdüler, sokak aralarında,
otoparklarda... Ethem Sarısülük’ün öldürüldüğü ânı düşünün,
kalabalığın içine tabancasıyla daldı polis, yerde yatan bir direnişçinin başına tekmeyi
geçirip, ardından Ethem’in başına yakın
mesafeden ateş etti. Aynı polis, korktuğu için
ateş ettiğini söyleyecekti savcıya verdiği
ifadesinde.
Yalnız, bildiğimiz anlamda bir korku değildi polisin yaşadığı. Korkuyorsa, kalkanını ve arkadaşlarını bırakıp ne diye kalabalığın içine dalıyordu.
Yaşadığı şey,
karşısına çıkan şiirsel
enerjinin, anlamlandıramadığı, kendi varoluşunu
içsel olarak tehdit eden başka tür bir
gerçekliğin, onu ve temsil ettiği değerleri sorgulamasından kaynaklanan bir korkuydu.
O katil polisin yaşadığı korkunun aynısını, Başbakan da yaşıyordu,
direnişin başladığı
ilk günden beri. Eğer bir lider, kahramanlıktan bahsediyorsa, bilin ki kahraman
ilan ettiği kişilerin korktuğunu düşünerek ayrıca korkuyordur. Başbakan’ın polisi kahraman ilan ettiği gün, Ethem
Sarısülük’ü öldüren polis, mahkeme tarafından “meşru
müdafa” gerekçesiyle serbest bırakıldı. İşte o
gün, Ethem’in öldürüldüğü günden daha fazla gözyaşı
döktü insanlar. Kameraların ve insanların gözü önünde işlenmiş bir cinayetin aklanmaya çalışılmasına tahammül etmek, Ethem’i kaybetmekten daha
ağır gelmişti çoğu kişiye.
Hrant Dink cinayeti davasında da, yıllardır, insanların acısıyla ve adalet
duygusuyla dalga geçilmiyor muydu, daha fazla umutsuzluk ve keder yaymak için… Sistemin
istediği şey, o hayatı dönüştürme gücüne sahip şiirsel
enerjiyi terkederek kederli varlıklara dönüşmemiz…
12 Eylül’den sonra, tecrit edildiğimiz dünyada, “küskün
insan”ların sayısı da artmıştı. Vaneigem,
“küskün insan”ı, devrimcinin “resmi versiyonu” olarak tanımlıyor, perspektifin
tersine çevrilmesi zorunluluğunu kavrayamayan, kıskançlık, kin ve umutsuzluğun
kemirdiği, ezilmesi için tasarlanmış olan bir
dünyaya karşı bu duyguları bir silah olarak
kullanmaya calışan... Yani, Gezi Direnişi’nde gördüğümüz insan profilinin tam tersi… Hiç bu
kadar birbirine karşı kibar, anlayışlı, neşeli bir
kitle görmüş müydünüz daha önce. En son, Taksim
Meydanı’ndaki karanfil bırakma eylemi sırasında, polis müdahale edince midye
dolma satan bir çocuğun tablası devrilmişti
de, üzerlerine gelen Toma’yı umursamadan, direnişçiler
aralarında para toplamış, yere dökülen midye
dolmalarının parasını vermişlerdi çocuğa,
üzülmesin diye…
Sokaklardan, birbirimizden, hatta
kendimizden tecrit edildiğimiz hayat sona erdi. Artık hüzünlü olduğu kadar
neşeli, neşeli olduğu kadar hayalci, hayalci olduğu kadar gerçekçi bir
hikâyemiz var. Biber gazlı bir hikâye belki bu, ama bir diktatöre dünyayı dar
edecek kadar öfkeli, tüm canlıları içine alacak kadar dünya sevgisiyle dolu bir
hikâye… Başlayınca, bitmeyen…
Bülent Usta (BirGün gazetesi, 26 Haziran 2013)