Yangın Kuşkusu
Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0
Pazartesi günü
Fatih’te üç katlı bir binada yangın çıktı ve 15 ile 23 yaşları arasında beş
genç hayatını kaybetti. Ölenlerin Diyarbakır’dan İstanbul’a çalışmak için
geldikleri yer aldı gazetelerde. Ekmek parası uğruna gencecik insanların
hayatlarını kaybetmiş olması, Fatih’teki bu yangınla Uludere Katliamı arasında
bir bağ kurmama neden oldu. Ama şu bir gerçek ki, ezilenleri ölüm her yerde
kolayca bulabiliyor. Hatta onlarınki tam olarak ölümden bile sayılmıyor. O beş
gencin ölümünden kim sorumlu tutulur sizce? Yangın merdiveni koymayan bina
sahibi mi, belediye mi, itfaiye mi, kim? Onları ta Diyarbakır’dan İstanbul’a
getiren yoksulluk ya da o yoksulluğu yaratan politikaları uygulayanlar mı sorumlu?
Fransa Senatosu’nun “Ermeni Soykırımı”yla ilgili yasayı oylaması gündemde
boşluk bırakmayarak bu beş gencin ölümüne dair haberlerin önüne geçti hemen…
Artık bayraklarla, posterlerle Fransa elçiliklerinin, konsolosluklarının önünde
protesto gösterileri yapılır bolca. Yapılsın yapılmasına ama, daha yeni Ermeni
kökenli bir gazeteci ve aydın olan Hrant Dink’e, mahkemenin yaptığı haksızlık
konuşulmuyor muydu? Şimdi o protestoları yapanlar, Fransa elçiliklerinin önünde
yaptıkları protestoları Türkiye’deki mahkemelerin önünde yapabilirler mi acaba?
Hrant Dink de, bu türden yasa tasarılarına karşı çıkmıştı, ama karşı olma
nedeni ulusal gururumuzu korumak ya da tehciri inkâr etmekten çok, bu yasanın
insan haklarının ihlaline neden olacağını düşündüğü içindi. Kendisinin,
Türkiye’de düşünceleri yüzünden hedef gösterilmiş, Türkiye’deki mahkemelerce
yargılanmış, suçlu bulunmuş, sokak ortasında öldürülmüş bir entelektüel
olduğunu düşünürsek, neye, niçin karşı olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz
herhalde. Şimdi Türkiye Devleti, Fransa Senatosu’nu insan haklarını ihlal
etmekle suçlama hakkına sahip olabilir mi? Bu yasa tasarısına karşı çıkan,
üstelik Ermeni kökenli bir yurttaşı ve aydını olan Hrant Dink’e akıldışı bir
yargılamayı layık görmüş ve onun can güvenliğini bu denli hiçe saymışken? Hrant
Dink yaşasaydı, eminim Ermeni Diyasporası, bu yasanın parlamentodan geçmesini
bu kadar kolay sağlayamazdı.
Fransa
Senatosu’nun böyle bir yasa çıkarmasına karşı, Türkiye de, Fransa’nın
Cezayir’de işlediği insanlık suçlarına dair bir yasa çıkarabilir isterse, ama
neye yarar ki? Bizim kendi “Russell Mahkemeleri”mizi kurmaya ihtiyacımız var
daha çok. 1966’da genellikle Russell
Mahkemesi olarak anılan Uluslararası
Savaş Suçları Mahkemesi, filozof Bertrand Russell’ın önderliğinde, Vietnam’da
ABD tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak ve dünyaya duyurmak için
kurulmuştu. Tüm dünyadan şairlerin, yazarların, filozofların yer aldığı
dev bir mahkeme… Mahkeme üyeleri arasında Türkiye’den de Mehmet Ali Aybar
vardı. Fransa Devleti, bu mahkemenin Paris’te toplanmasına izin vermemişti
örneğin. Mahkeme ancak Stockholm’de toplanabilmiş ve ABD’li, Vietnamlı
askerlerin tanıklıklarını dinleyerek ABD’yi Vietnam’da soykırım yapmaktan suçlu
bulmuştu. Devletlerin tümü, bu mahkemenin varlığından rahatsız olmuştu, çünkü
aydınlar yargılama yetkisini devletlerin elinden alıp devletlere karşı
kullanmıştı. Aslında Russell Mahkemesi, özellikle 19. yy’da varlığını gösteren
bir aydın geleneğinin sonucuydu. Çünkü entelektüeller, devletin gücünü kötüye
kullanmasına karşı olmakla her zaman yükümlü hissetmişlerdi kendilerini. Sema
Rifat tarafından hazırlanan ve YKY’den çıkan Selahattin Hilav’ın yazılarından
oluşan “Entelektüeller ve Eylem” adlı kitapta Hilav, iki grup entelektüelden
bahseder. İlk grupta yer alan entelektüelleri “suya sabuna dokunmadığını
düşünen, ama aslında, resmi ideolojilerin ve görüşlerin eylemlerine, bilerek ya
da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek katılma durumuna düşen
entelektüeller” olarak tanımlar. İkinci gruptakileri ise, “içinde yaşadıkları
kurulu düzenlerin siyasal yapısını, iktidarını, ideolojisini, dayattığı
kuralları ve manevi değerlerini, baskısını ve haksızlıklarını kabul etmeyen,
eleştiren ve ‘mevcut olan’dan değil, ‘olması gereken’den kaynaklanan
görüşlerini, manevi değerlerini ve bunlara bağlı ideallerini savunanlar ve bu
doğrultuda eyleme girişenler” olarak tanımlar. Selahattin Hilav’ın bu iki
entelektüel tanımını özellikle akılda tutmakta fayda var. Çünkü günümüzde,
iktidar ilişkilerinin gittikçe karmaşıklaşan yapısı ve sistemli bir biçimde
uygulanan baskı ve yıldırma politikaları, ikinci grupta yer alan
entelektüelleri epeyce bir güçsüz ve etkisiz bıraktı. Ama ikinci grup
entelektüellerin yaşadığı bu güç kaybı, entelektüel olmanın itibarını
düşüreceği için diğer gruptaki entelektüellerin de gücünü yitirmesini sağlıyor.
Eskiden “Bay Jöle” gibiler bu kadar kıymetli olmazdı örneğin. Şimdi onlardan
geçilmiyor ortalık…
Bizim entelektüellerimizin yaşadığı en büyük zorluk,
devletten çok, karşısındaki devletin kendisini yarattığı kültürel zemin
aslında. Selahattin Hilav’ın aynı kitaptaki bir başka yazısında Gérard
Nerval’in Doğu seyahatinden bahsederek Nerval’in şu gözlemini paylaşır: “Zaman
zaman küstah davranan ya da hemen boyun eğen, her zaman kuvvetli ve geçici
izlenimlerin etkisinde kalan ve de despotizmin Doğu’nun normal siyasal
yönetiminde ne kadar ağır bastığını anlamak için mutlaka tanımanız gereken bu
insanları… Bunlar bir sopa vursanız, aslında böyle bir hakkınız olup olmadığını
düşünmez ve bilmez… Durumunuz ona bayağı görünür önce, ama böbürlenirseniz ve
yüksekten atarsanız karşınızdaki basitliği etkileyen önemli bir şahsiyet
olursunuz hemen. Doğu, herhangi bir şeyden hiçbir zaman kuşkulanmaz; orada her
şey mümkündür.”
Bu alıntının
özellikle son cümlesindeki “orada her şey mümkündür” ifadesi, yaşadığımız
akıldışı süreci tarif etmiyor mu? Bu ülkede her zaman, her şey mümkün oldu,
olmaya devam ediyor. Nerval gibi tanık olduğumuz her şeye şaşırmaktan vazgeçip,
her şeyden kuşkulanmamız gerek. Kuşkucu olan sadece devlet ve devletin
görevlendirdiği kişiler oldu. Devlet, kendi kuşkularını mahkemelerinde
araştırıyorsa, halkın ve entelektüellerin kuşkularını kim araştıracak? Bu
ülkede acilen bir Russell Mahkemesi’ne ihtiyaç var. Fatih’teki yangında ölen o
beş yoksul genci öldüren şeyin gerçekte yangın olmadığı, belki o mahkeme
sayesinde ortaya çıkar…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Ocak 2012)