Türkiye'ye Gidememek
Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0
-->
Paul Auster,
“Türkiye gibi ülkelere gitmiyorum” dedi ya, ben de Türkiye’ye gitmek istese de
gidemeyen kendim gibilerin ruh halini düşündüm uzun uzun... Sansürle, baskıyla,
yoksulluk ve adaletsizliklerle Türkiye’ye gidemeyenlerin ruh halini…
Türkiye’ye
gidebilmemiz için öncelikle yollara ihtiyacımız var. Ama karşımıza çıkan ya da
çıkartılan yolların hangisinin gerçek, hangisinin sahte olduğu konusunda fena
halde kafamız karışmış durumda. Mesela dört farklı yöne giden dört ayrı SOL
tabelası karşımıza çıkabiliyor. Halbuki SAĞ tabelası sadece bir yönü
gösteriyor. SAĞ’dan gitmek istemeyenler dört ayrı yöne doğru dağılıyorlar, ve
işin ilginç tarafı, dört ayrı yöne giden yollar, SAĞ tabelanın gösterdiği yolla
belli aralıklarla kesişiyor. Sonra bir bakmışız ki, geldiğimiz yere geri
dönmüş, Türkiye’ye gidememişiz. Bir süre sonra, artık gitmek konusunda herkeste
bir isteksizlik ortaya çıkıyor ki, vahim olan da zaten Türkiye’ye gidemeyişi
bir kader gibi kabullenmek… Ama gerçekte o tabelaların tümü, ya eskiye ait unutulmuş ya da hedef yanıltmak için yeni
dikilmiş tabelalardan ibaret…
Judith Butler’ın,
yakınlarda yeni sayısı çıkan “Cogito” dergisinde, “Müttefik Bedenler ve Sokağın
Siyaseti” adlı bir yazısı var. Arap Baharı ya da Wall Street İşgalcileri gibi
yaygınlaşan sokak gösterilerini, Hannah Arendt ya da Agamben gibi düşünürlerin
ortaya attığı kavramlar ve düşünceler üzerinden tartışan bu yazıda, Türkiye’de
yaşanan bir eylemi de örnek olarak vermiş. Judith Butler, “Uluslararası
Homofobi ve Transfobi Karşıtı Buluşma” için Türkiye’ye davet edilmiş. Ankara’da
gerçekleşen bu konferanstan sonra, konferansa katılanlar hep birlikte bir de
yürüyüş gerçekleştirmişler ve “Kimsenin Askeri Olmayacağız, Kimseyi
Öldürmeyeceğiz” diye slogan atarak,
sadece trans cinayetlerini değil, militarizmi de protesto etmişler.
Çeşitli kesimlerden ve görüşlerden insanların bu şekilde ortak bir tavır
alması, Butler’ın önemsediği bir nokta. Trans cinayetlerinin militarizmden, milliyetçilikten,
Kürt ya da Ermeni meselesinden ayrı düşünülemeyeceği ortada, çünkü tüm bu
meseleler aynı kaynaktan ortaya çıkarak birbirini yaratıyor ve bu yüzden
hepsiyle aynı zeminde mücadele edilmeli ki, Türkiye’ye giden yollara doğru
tabelaları yerleştirebilelim. Sevag Balıkçı’yı askerlik yaparken öldüren
kişinin tutuksuz yargılanması ile, Diyarbakır’da JİTEM’in işlediği cinayetlerin
kanıtı olarak bulunan kafatasları arasındaki bağlantıyı göremiyor ve dört erkek
tarafından kılıçlı saldırıya uğrayan bir trans kadının acısını, sokak ortasında
infaz edilen diğer kadınların yaşadığı acı gibi yüreğimizde hissedemiyor ve
aynı tepkiyi gösteremiyorsak, zaten gittiğimiz yolun Türkiye’ye varma olasılığı
hiç yok. Böyle giderse, sadece yol değil, belki de Türkiye de kalmayacak
ortada.
Sanmayın ki, bu
yanlış yönleri gösteren tabelalar meselesi, sadece Türkiye’de yaşanıyor.
Butler, yazısında ünlü bir Fransız feministi örnek veriyor mesela. Kendisini
materyalist ve bir radikal olarak tanımlayan bu feminist, transseksüelliği
psikotik olarak nitelendiren bir kitap yazabilmiş. Kendisini feminist olarak
tanımlayan birisinin böyle bir kitap yazması, bizdeki bakanların eşcinselliği
hastalık olarak tanımlamasından daha dehşet verici bir durum olsa gerek, çünkü
bunu muhafazakâr bir bakan değil, kendisini devrimci olarak gören bir feminist
yapıyor.
Türkiye’de solda
nelere tanık olmuyoruz ki, Fransa’daki bu duruma şaşıralım. Militarizmle
arasına mesafe koyamamış, homofobik, ırkçı ya da kapitalist öyle çok sapma var
ki… Meselenin çözümü belki de, yön gösteren ne kadar tabela varsa söküp
çıkarmakta gizlidir. Bir tür tabela sökücülüğü yapılmalı ki, bu da ancak
Butler’ın da yazısında bahsettiği gibi beden politikalarıyla mümkün olabilecek
bir şey: “Yapmamız gereken, yalnızca bedenin maddi aciliyetlerini meydana
taşımak değil, bu ihtiyaçları siyasi taleplerin merkezine yerleştirmek.”
Butler, özellikle Kahire’deki diktatör deviren eylemlilik süreci üzerinde
durarak, göstericilerin kendilerini ihtiyaçları, arzuları, gereksinimleri olan
direnen bedenler olarak” muhafaza ederek kamusal alanı nasıl kendileri için
talep ettiklerini anlatıyor ve kaldırımda uyuyarak sadece hükümetin
meşruiyetine itiraz etmediklerini, açıkça bedeni ısrarcılığı, inatçılığı ve
incinebilirliğiyle riske atarak devrim sürecinde kamusal ve özel alan
arasındaki ayrımı aştıklarını söylüyor. Tüm baskı ve tehditlere rağmen kimse
evine gitmedi ve evinde kalmadı. Karınlarını meydanlarda doyurdular,
kaldırımlarda uyudular, hastalandıkları ya da yaralandıkları zaman meydanlarda
kurulan çadırlarda tedavi oldular ve tüm bunları televizyonlar canlı olarak
yayınladı ve milyonlarca başka insanın sanal da olsa o meydanda toplanmasını
sağladılar. Butler’ın yazısı şu cümleyle bitiyor: “Devrim, herkes kaldırımlara
yapıştığı ve birlik içinde davranarak eve dönmeyi reddettiği için gerçekleşti.”
İstanbul’da kayıp
sokaklar olduğunu düşünürüm hep. Nasıl insanlar kaybolur, sokaklar da öyle
kaybolur işte. O sokağa giren, labirentte kaybolmuş gibi dönemez artık geriye.
Çıkmaz sokaklarla dolu bu şehrin kayıp sokaklar haritasını bulabilirsek bir
gün, o sokakların Wall Street’ten Tahrir Meydanı’na, Paris’ten Bağdat’a kadar
dünyanın tüm meydanlarını birbirine bağladığını göreceğimizden eminim...
Kendimi yazarken bir tür kayıp sokak bulucusu gibi hissediyorum bu yüzden. O
kayıp sokaklar bulunursa eğer, Sevag Balıkçı’yla, Hrant Dink’le, Uludere,
Dersim ya da Sivas katliamlarında ölenlerle, gözaltında kaybedilen ve faili
meçhul cinayetlere kurban edilenlerle birlikte Türkiye’ye gidebiliriz belki...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Şubat 2012)