Bir Ölü Konuşması
Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0
-->
Yağmurlu
gecelerde ölülerle daha rahat iletişim kurulur. Bunun nedeni, belki de
atmosferdeki elektrik yükünün artmasıdır, kim bilir... Nasıl canlılar
birbirleriyle konuşabiliyorsa, ölüler de birbirleriyle konuşur. Ve ölüler
konuşmalarına hiç ara vermezler yağmurlu gecelerde.
Soğuğa rağmen
evimin balkonuna oturmuş, yağan yağmuru izleyerek Javier Marias’ın “Yarınki
Yüzün” adlı Metis Yayınları’ndan çıkan romanının ikinci cildini okuyorum. Proust’un
o uzun soluklu yapıtı “Kayıp Zamanın İzinde”nin çevirmeni Roza Hakmen çevirmiş
bu romanı da...
Javier Marias,
romanın anlatıcısıyla Wheeler adlı karakterin arasında geçen konuşmadan
bahsediyor romanın bir yerinde: “Konuşma ve dil herkesin paylaştığı şeydir,
kurbanlarla cellatların, efendilerle kölelerin, insanlarla tanrıların bile. Onu
tek paylaşamayanlar, canlılarla ölülerdir Jacobo.” Anlatıcı, Wheeler’ın bu
sözlerine Marlowe’dan yaptığı şu alıntıyla karşılık verir: “(...) bana öyle geliyor ki, canlılarla
ölülerin birbirleriyle konuşabilecekleri, iletişim kurabilecekleri, hepsine
ortak olan tek boyut zamandır.”
Marlowe, bu
sözleriyle aslında yaşamın herkes tarafından bilinen ama görmezden gelinen bir
gizini veriyordu: Hepimiz günün birinde öleceğiz ve hepimizi ölüm eşitleyecek
aynı sessizliğin içinde. Hrant Dink’i öldüren katil de, o katile yardım ve
yataklık edenler de günün birinde ölecek, herkes nasıl ölecekse... Bunu biliyor
muydu Hrant Dink’in katili? Öleceğini biliyordur elbette ama bu gerçeği
görmezden geldi muhtemelen. Yoksa canlı bomba olan radikal İslamcılar gibi,
öldükten sonra ödüllendirileceğini mi düşündü? Hiç sanmıyorum. Ağca, Çatlı gibi
abilerine özenip kahraman olarak öleceğine inanmak istedi. Birilerinin gözünde
kahraman da oldu, hatta daha cinayeti işledikten hemen sonra polisler,
jandarmalar onunla hatıra fotoğrafı bile çektirmişti. Tüm o çekilen
fotoğraflar, katile gösterilen ilgi, dava sürecinde yaşanılanlar, bu cinayetin
zaten eninde sonunda gerçekleşeceğinin bir ispatıydı aslında. Ogün Samast
olmasa da, bir başkası muhakkak işleyecekti bu cinayeti. Hunharca işlenen bu
cinayet de, başka cinayetlerin habercisiydi aslında. Hrant Dink’i öldüren kimi
öldürmezdi ki artık. Bu dava, aslında bu korkunç gerçeğin aydınlatılmasının
davasıydı. Tüm ülkeyi karanlığa boğan, iç savaşı ve katliamları yapan ya da
körükleyen, gözaltında kayıpları, faili meçhul cinayetleri teşvik eden bu
kötücül yapıyla hesaplaşmanın davasıydı.
Etyen Mahçupyan,
neredeyse Hrant Dink davasının başarısızlığının faturasını sosyalist olarak
nitelendirdiği “Hrant’ın Arkadaşları”na çıkardığı “Zaman” gazetesindeki
ibretlik yazısında “nasıl Susurluk vakasında devletin kirliliğine karşı çıkış
bir anda İslami kesim karşıtı bir laiklik gösterisine dönüştüyse, aynı şekilde
Hrant'ın sahiplenilmesi de hükümet karşıtı marazi laikliğin 'sol' kisvesi
altında yeniden üretilmesine vesile oldu” diye yazabildi.
Bu davanın
başarısızlığını, yağmur çamur demeden mahkeme önlerinde bekleyenlere çıkaran
Mahçupyan, devletin ve hükümetin dava sürecine dolaylı ya da doğrudan etkisini
bilmiyor olabilir mi? Yazısının bir yerinde solu “kavruk” olarak nitelendirerek
solun “kurumaya yüz tutmuş” olduğunun altını çiziyor ki, bu tam da devletin
arzuladığı ve yıllardır eze eze başarmak istediği bir başka gerçek. Devletin
ağzından ancak devletin diliyle konuşulabilir, ve bugün kendilerine liberal
diyen pek çok entelektüel devletin dilini epey benimsemiş, hatta bu dili
kullanmak konusunda epey bir maharet geliştirmiş gibi gözüküyorlar.
Gecenin
karanlığında yağmur yağıyor ve evimin balkonundan ölülerin konuşmalarını
dinliyorum, tüm bunları düşünür ve Javier Maris’ın romanını okurken. Ölüler
gerçekten konuşuyorlar, belki de biz canlıların yeterince konuşmadığını düşünüp
seslerini yükselterek... İnanmazsanız, yağmur yağarken çıkın evinizin
balkonuna, sokağa ya da ıssız bir yolda yürüyün bakalım tek başınıza.
Kulağınızın dibinden ölülerin fısıltıları eksik olmayacak hiç. Savaş
çığırtkanlığı yapan bir politikacıysanız, ölüler kulağınıza şöyle fısıldayacak
muhtemelen: “Ben senin yüzünden, senin fütursuzca söylediğin sözler yüzünden
öldüm.”
Okuduğum romanı
kapatmış, balkondan içeri giriyordum ki, adımı seslenen bir fısıltı duydum.
Ölülerin benimle konuşmasına alışkın olduğum için korkmadım hiç. Dönüp tekrar
yerime oturdum ve pür dikkat bana neler söyleyeceğine kulak kesildim. Aslında
kurulmuş bir cümle yoktu fısıltıların içinde. Onların dilini, canlıların diline
çevirmem gerekiyordu anlamam için. Aşağı yukarı şöyle şeyler söyledi bana:
“Korkuya alışmalısın. Korku dünyanın en büyük kuvvetidir. Korkuyu yenmek için
mücadele etmek ya da ona teslim olmak yerine, o korkunun içine yerleşip ona
kendini alıştırmalısın. Kuşatıldığın korkudan yararlanmayı öğrenmelisin.”
Bu kadardı
sözleri, gecenin içinden fısıldayan ölünün. İçeri girip balkonun kapısını
kapattıktan sonra, duyduğum bu sözlerin anlamını düşündüm uzun uzun. Yeterince
korkmadığımız sonucunu çıkarttım. Yeterince korkmuyorduk devletlerden, devlet
ağzıyla konuşan entelektüellerden, katillerden, ordulardan, politikacılardan,
bankalardan, holdinglerden, çevre kirliliğinden, cinsiyetçilikten, ırkçılıktan
ve daha pek çok şeyden. Yeterince korkmadığımız, o korkularla yaşamayı
öğrenemediğimiz için yapmamız gerekenleri yeterince yapmıyorduk, düşünmüyorduk
korkularımız üzerine, o korkuları yönetemediğimiz için de korkular yönetiyordu
hepimizi... Mesela yaşadığımız o korkunç depremler bile, şehir planlamacılığı
konusunda bizi harekete geçmemizi sağlayacak korkutabilmiş değil. Daha ne olması gerekiyor
acaba, tüm korkularımızı yenecek o büyük korkuyu yaşamamız için?