Kaçıp Gitmek
Posted: 15 Ağustos 2013 Perşembe by bülent usta in
0
-->
İnsanların
konuşmalarına kulak misafiri oluyorum, sokaklarda, kahvelerde, kaçıp gitmekten
bahsediyorlar sürekli. Kışın o puslu havası, gündemin iç
karartıcı umutsuz havasıyla birleşince, belli ki iyice bunaltmış herkesi. Ama
gelin görün ki, çoğu kişinin kaçacağı yer bir dost meclisinden ya da kendisi
için özel bir mekândan öteye gidemiyor. Aslında bu “kaçıp gitme” ruh hali, bana
da bulaşmış olmalı ki, işten çıkar çıkmaz, yıllardır müdavimi olduğum Balıkçılar Kahvesi'nde buluyorum kendimi.
Pencerelere vuran, yağmur mu, yoksa denizden yükselen dalgaların
damlaları mı kestiremiyor insan burada. Balıkçılar da kendi iç sıkıntılarından
yorgun düşmüş olmalılar ki, alışık olunmadık bir sessizlik hâkim kahveye. Arada
bir duyulan öksürük sesi ya da heyecansız oynanan bir tavla oyunundan gelen zar
ve taş sesleri olmasa, içeride oturanlar balıkçılar değil de, onların
hayaletleri diye düşünebilirsiniz. Ama yine de insan burada az da olsa bir
huzur bulabiliyor. Öyle aman aman huzur meraklısı birisi olmasam da, kendimi
dinleyerek kafamı toparlama ihtiyacı duyuyorum ben de...
Biraz bayatlamış
olsa da, çayımdan sıcak bir yudum alıp pencereden denizi izlerken, son
zamanlarda adı sıklıkla Başbakan’la anılır olan Paul Auster’in Can
Yayınları’ndan çıkan “Kış Günlüğü” adlı kitabındaki şu sözlerini düşünüyorum:
“Hiç kuşkusuz çağdaş Amerikan yaşamının kötülüklerinden ve aptallıklarından
yakınıyorsun; sağın giderek tırmanışına, ekonomideki adaletsizliklere, çevrenin
ihmal edilişine, altyapının çöküşüne, anlamsız savaşlara, meşrulaştırılmış
işkence barbarlığına, Buffalo, Detroit gibi yoksullaştırılmış şehirlerdeki
olağandışı uygulamalara, parçalanıp dağılmaya, işçi hareketinin yıpranmasına,
aşırı pahalı okullara gitmeleri için çocuklarımızın sırtına yüklediğimiz borca,
zenginle yoksulu ayıran uçurumun giderek büyümesine, tabii bu arada
çevirdiğimiz boktan filmlere, yediğimiz boktan yiyeceklere, düşündüğümüz boktan
fikirlere verip veriştirmediğin bir gün bile yok. Bunlar insanda devrimi
başlatmak ya da Maine ormanlarında ağaç kökleriyle, meyvelerle beslenerek
inzivaya çekilmek isteğini uyandırmaya yeter.”
Böyle yazmış Paul
Auster. Hani, düşünceleri yüzünden insanlar hapsediliyor diye Türkiye’ye
gelmeyi reddeden yazar. Başbakan ya da Cumhurbaşkanı davet etse de gitsek diye
kıvranan yazarlarımız, Auster’in bu davranışını kaba ve yakışıksız bulmuşlardır
muhtemelen. Türkiye’de yaşasaydı yerinin, Ragıp Zarakolu ya da Ahmet Şık’ın
yanı olacağını tahmin etmek de pek güç değil. “Kış Günlüğü”ne yazdıklarına
bakınca, “devrim başlatmak”tan bahsediyor ki, bu sözleri İçişleri Bakanı İdris
Naim Şahin’in yakınlarda yaptığı terör tanımına fazlasıyla uyuyor. Büşra
Ersanlı’nın halka isyan eğitimi vermekle suçlanması gibi, devrim başlatmayı
çare olarak düşünen Paul Auster’in de romancı-terörist olduğuna dair bir kuşku
ortamı yaratmakta zorlanılmazdı muhtemelen...
Paul Auster, bu
sözleriyle iki tercih koyuyor önümüze: Ya devrim başlatın, ya da inzivaya
çekilin. Alevden giysisini sırtından çıkarmayan Yunan halkıyla karşılaştırınca,
Türkiye’de insanların çoğu ikinci yolu seçmiş gibi gözüküyor şimdilik.
Ormanlarda ağaç kökleriyle beslenilmese de, inzivaya çekilen çekilene... Devrim
yapmaktan daha kolay bir yol çünkü inzivaya çekilmek. Bir tür ölü taklidi
yaparak yaklaşandan korunabiliyor insan. KESK’e operasyon mu yapılmış, yüzlerce
kişi gözaltına mı alınmış, farkında bile olamıyor insan o inziva içinde. Çünkü
dış dünyanın rahatsız edici gerçekliğinden uzak durarak kendi varlığına yoğunlaşmış
oluyor. Bugün edebiyatçılarımızın önemli bir kısmı da böylesi bir inziva içinde
yaşıyor. Ama emin olun içten içe rahatsızlar. Belki yeterince o rahatsızlığı
idrak edebilmiş değiller, ama rahatsızlar. Yazdıkları öykülerde, romanlarda,
şiirlerde bunu görmek mümkün. Yazdıkları şeyi ya da o şeyi yazan olarak
kendilerini önemseyemedikleri içindir belki, sürekli olarak övgü ve alkış
ihtiyacı duyuyorlar. Eğer birileri alkışlamıyorsa, kendi kendilerini
alkışladıklarına da tanık olabiliyoruz gazete ve dergilerdeki yazılarında,
söyleşilerinde. Ya da birisi çıkıp yazdığı ürüne azıcık bir eleştiri getirecek
olsa, fena halde sarsılabiliyorlar. Bu denli incinebilir olmaları, onları ister
istemez cesaretsiz ve samimiyetsiz ürünler vermeye zorluyor ki, ölü taklidi
yaparak kendilerini koruyacaklarını düşünürken azar azar öldüklerinden
haberleri bile olmuyor çoğu zaman. Hem inzivaya çekilip, hem de halkın onları
umursamayışlarından hayıflanmaları, sağlıklı bir inziva yaşayamadıklarını da
gösteriyor aslında. Paul Auster, kendisini değil, edebiyatı ciddiye aldığı için
o unutulmaz romanları yazdı, demeyeceğim. Roland Barthes’ın Mehmet Rifat ve
Sema Rifat’ın Türkçeye kazandırdığı “Romanın Hazırlanışı” adlı yapıtında
yazdığı gibi, yazar kendisini kendisi
için tasarlayan kişidir aynı zamanda. “Kendi karşıma” der Barthes, “rolün bütün
yoğunluğu, bütün kutsallığı içinde yazar olarak çıkıyorum, yazar olmama yardım
etmek amacıyla.” Barthes’ın Flaubert’ten alıntıladığı gibi “insan kendi
kendisinin karşısına güçlü bir insan olarak çıkmalıdır; güçlü olmanın yolu da
budur.” Yunanistan’da halk, kendi gözünde kendisini güçlü görüyor olduğu
içindir ki, isyanın alevden giysisini giymekten korkmuyor hiç.
Yağmur şiddetini
iyice arttırdı. Balıkçılar Kahvesi’nin camına vuran yağmurun sesi, kahvehanenin
sessizliğini bastırıyor git gide... Kahvehanenin içindeki herkes, yağmur
tarafından rehin alınmış olsa da, açık unutulmuş bir pencereden içeri giren
soğuk ve ıslak bir ürpertiyle, sanki daldıkları uykudan uyanmışlar gibi
birbirlerini fark ediyorlar bir anda. Yeniden konuşmaya, birbirleriyle
şakalaşmaya başlayan balıkçıların gürültüsü yağmurun sesine karışıyor. Kaçıp
gitmek arzusu, yalnızlıktan başka bir şey değil aslında...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Şubat 2012)