Çığlıkta Boğulmak
Posted: 25 Ağustos 2013 Pazar by bülent usta in
0
Arada yağmur da
yağsa, havalar bozsa da baharın gelişi şerefine, çay bahçelerinde dolaşıp
duruyorum kolumun altında kitaplar... Bahardan mıdır nedir, üzerimde bir
rehavet, hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi davransam da gözlerim gazete
sayfalarında 12 Eylül’ün yargılandığı haberlerine takılıp duruyor. Yıllardır
kişisel tarihimden de yola çıkarak verip veriştirdiğim, başımıza gelen tüm kötü
şeylerin ardında karanlık yüzünü gördüğüm 12 Eylül’ün göstermelik de olsa
yargılanması mühim bir olay. Mühim bir olay ama, 12 Eylül’ün olabilecek en kötü
zamanda yargılanmaya çalışıldığı ve 12 Eylül’ün kurum ve kuruluşlarıyla, en
önemlisi ruhuyla hayatımızı felç etmeye devam ettiği de bir gerçek...
Neden mi en kötü
zamanda yargılanıyor 12 Eylül? Gittikçe derinleşen sessizliğin içinde,
çığlıklarını yuta yuta sessiz bir çığlığa dönüştürülmüş, dönüştürülüyor çünkü insanlar...
Ne kadar çığlık yuttuğumu ben biliyorum. Van’da deprem olduğunda,
depremzedelere yardım malzemesi yerine taş yollayıp hakaretler edildiği, çocuk
siyasi mahkûmlara tecavüz edilip tecavüz edilişlerine göz yumanların terfi
ettirildiği, Newroz bayramının cenaze ve linç görüntüleriyle yas gününe çevrildiği
zamanları yaşarken mi yargılanacak 12 Eylül? Sadece Metin Lokumcu’nun nasıl
öldürüldüğünü düşünmek ve onun ölümünün ardından söylenenlere ve yaşanılanlara
bakmak bile 12 Eylül ruhunun hâlâ dipdiri olduğunu ve bizi kendi çığlığımızda
nasıl boğmaya devam ettiğini görmemiz için yeterliyken... Çok mu karamsar bir
bakış bu bilmiyorum ama, 12 Eylül’ün bir proje olarak yarattığı yıkıma bakarak,
bu karanlık projeyi uygulayanların yargılanmasına karşı gösterilen bu
ilgisizliği, başka türlü açıklayamıyorum. 12 Eylül’ün generalleri mahkemeye
çıkarılacak diye yüz binlerce insanın mahkeme önlerinde çadır kurup kutlamalar
yapması gerekmez miydi mesela? Ama zaten onlarca yıl içerisinde 12 Eylül, tek
tek mağdurları tarafından, sanatçı ve edebiyatçılar, düşünür ve siyasetçiler
tarafından defalarca yargılandı ve mahkûm edilmişti. Mesele, birkaç yaratığın
göstermelik cezalar almasından çok, 12 Eylül ruhunun içimizden nasıl sökülüp atılacağında
gizli aslında. 12 Eylül devam ediyor çünkü, kılık ve siyaset değiştirerek devam
ediyor...
12 Eylül ruhunun
devam etmesi, hiçbir şeyin yeterince umursanmadığı ve bu yüzden her şeyin
göstermelik olarak yaşandığı bir zamanın içinde kaybolmamıza neden oluyor. 12
Eylül’ü anayasadaki maddeler değil, işte öldüremediğimiz bu karanlık ruhu
koruyor gerçekte.
Bazen, berbat bir
tiyatro oyununu izlememiz için zorla bir salona doldurulmuşuz gibi hissediyorum
yaşanılanlara baktıkça. Sonraki sahneyi ya da repliği tahmin ettiğimiz halde,
neden hâlâ şaşırıyor gibi yaptığımıza ise hiç anlam veremiyorum. Kimse gerçekte
sahnede ne olup bittiğiyle ilgilenmiyor sanki, öylesine arada bir başını
kaldırıp alkışlıyor ya da yuhalıyorlar... Sahnede oynanan bu saçma sapan oyuna
tahammül edemeyip sesini çıkartanlar ise ya seyircilerin arasına yerleştirilmiş
linç çeteleri ya da salon görevlileri tarafından yaka paça götürülüyorlar.
Şimdi sahneye 12 Eylül’ün simgesi olmuş birkaç yaratık çıkarıldı. Salonda
oturduğunuz yere göre onları birkaç ihtiyar gibi de, insanlıkla hiç ilgisi
olmayan yaratıklar gibi de görebilirsiniz. Tiksinç oldukları kadar acıklı bir
halleri var, fena halde de şaşkınlar. Hakikaten anlamış değiller olup biteni. 12
Eylül rejimi sürüyor diye biliyorlardı. Seyircilerin arasında da, sahnede de onların
emrinde işkence yapmış, kariyer yapmış, zengin olmuş, ünlü olmuş başka 12 Eylül
yaratıkları da var üstelik. Yetmezmiş gibi, bir kısmı oyundaki rollerini aynı
sahtelik ve sahtekârlıkla sürdürüyorlar da, insan taklidi yaparak... Bu yaratıkların serzenişlerine
aldanmayın, rollerine sıkı sıkıya bağlı kaldıkları sürece başlarına bir şey
gelmeyeceğinden eminler...
İçine
hapsedildiğimiz salonda bize zorla izletilen oyunun kurgusu ve oyunculuğu o
kadar kötü ki, herkes bu oyunun sonunu tahmin edebildiği için olsa gerek,
umursamaz gözlerle bakıyorlar etraflarına. Sahneye yeni bir oyun koymak için,
önce var olan oyunda yer almak mı gerekiyor, yoksa Tahrir’de ya da Seattle’da
olduğu gibi seyircilerin tümünün sahneye çıkıp izlemekten bıktıkları bu oyuna
son vermesi mi?.. Hiç ara vermeden devam eden bu oyunu başka türlü değiştirmek
mümkün değil. Çünkü yetişkinler, karşılarında bir sahne olmadığı sürece
kendilerini boşlukta hissederler. Kötü de olsa, yetersiz ve çarpık bir kurguya
sahip olsa da oyun mutlaka sürmeli. Oyunsuz bir hayat düşünülemez, devletsiz
bir hayatın düşünülemeyişi gibi...
Thomas
Bernhard’la yapılmış bir söyleşi yayımlandı Bir+Bir dergisinde. Söyleşide
Bernhard, “yetişkinler sadece hayal dünyalarında yaşarlar, çocukların hayatı
ise gerçektir” diyordu. Dünyanın gerçekte nasıl bir yer olduğunu anlamak istiyorsanız,
çocukların gözünden bakmamız gerektiğinden eminim. Hatta sanatçıları
yetişkinlerden ayıran şey, çocukluklarını yitirmeyişlerinde aranmalı belki de...
Ve sanatçıların eserleri, tıpkı duvardan atlayıp okuldan kaçan çocuklar gibi,
içine hapsedildikleri bu tiyatro salonundan bir yolunu bulup kaçma hayali
olarak da düşünülebilir... Ama bizim kaçmaktan ziyade, devasa bir sahneye
dönüştürülmüş bu dünyada, kendi oyunumuzu oynamak için izleyici koltuklarından
kalkıp sahneye adım atmamız gerekiyor. Bize ezberletilmiş replikleri unuttuğumuz
zaman, sahnedeki yaratıkların maskeleri de düşmüş olacak...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Nisan 2012)